No.111 - Tatil Rehaveti

-
Aa
+
a
a
a

Merhaba kâinat!

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı tatili, Türkiye’de gelenekselleşen ve kurumsallaşan bir şekilde, bir ara günün eklemlenmesiyle uzadı ve dört güne çıktı. Boşalan koca kentte tatil rehavetine girmeyi reddeden tefrikacılarınız işbaşındaydılar ama: Derhal kâğıda-kaleme sarıldılar ve olup bitenleri yazıya döktüler.

Avrupa’nın çeşitli yerlerinde “seçim havası” vardı. Fransa’da – uzatılmamış – sömestr tatili rehaveti içindeki seçmenler, kendilerini güzel havaların mahvetmesine izin verdiler ve tatilden dönme fırsatı bulamadan kendilerini bir “deprem”in ya da “şok”un ta içinde buluverdiler: Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, aşırı sağcı – haydi dilimizi korkak alıştırmayalım, düpedüz faşist – Ulusal Cephe’nin lideri – ve Profesör Erbakan’ın Altınoluk’tan tatil arkadaşı – Jean - Marie Le Pen, yüzde 17.02 oy alarak 5 Mayıs’ta yapılacak ikinci turda Cumhurbaşkanı Chirac’ın rakibi oldu. Sosyalist Başbakan Jospin, üçüncü sıraya düşünce siyasetten çekildiğini açıkladı.

Tatilden dönen seçmenler sokaklarda, nedeni bilinmez, protesto gösterilerine giriştilerse de, aşırı sağcıların çılgınca zafer çığlıkları arasında onlarınki cılız bir mum alevi gibi kaldı.

Şimdi durum şu: Kendilerine solcu diyen tatil rehavetçileri herhalde ikinci turda Chirac’a oy vererek durumu biraz toparlamaya çalışacaklar. Chirac da yolsuzluklar yüzünden hapse gireceğine, Cumhurbaşkanlığı Sarayı’ndaki ikametini bir dönem daha uzatacak.

Fransız kardeşlerimiz şimdi ırkçılık ve yapabancı düşmanlığı ile yolsuzluk arasında bir seçim yaparak, tercihlerini yolsuzluğu aklamaktan yana kullanacaklar. Ancak, kısa süre sonra yapılacak seçimlerde adamakıllı ırkçı ve anti-semitik bir parlamenterler topluluğunu da Meclis’lerinde ağırlayacak olmanın onurunu taşıyacaklar. Fransa’da son bir ay içinde 303 anti-semitik olay olduğu da hatırlanırsa, görüyoruz ki, 120 yıllık gelenek, yani Dreyfus ve Vichy geleneği, yeni milenyum’da olanca görkemi ile Fransa’nın bağrında filizleniyor. Tefrikacılarınız da Bordeaux şarabıyla doldurdukları kadehlerini kaldırarak Brel’in “Les bourgeois”sını çığırıyorlar bağıra çağıra!

Aşırı sağ’ın kurumsallaşması sadece Fransa’da değil tabii: Almanya’da Saksonya - Anhalt eyaletinde azılı sağcı Hıristiyan-Demokratlar iktidardaki Sosyal Demokrat-Yeşil koalisyonunu dehşete düşürecek bir zafer kazandı. Sosyal Demokratlar sandalyelerinin yarısını kaybetti! Hani Almanya’da Kohleone diye anılan yolsuzluklar dizisi unutulmuş, hapis tehlikesinin yerini iktidar sandalyesi alacak gibi görünüyor! İtalya’da Berlusconi, Avusturya’da Haider... İspanya’da Aznar. Sol diye elimizde kala kala Tony Blair’in yeni İşçi Partisi kaldı... Türkiye’de sol diye elimizde kala kala Ecevit’in DSP’sinin kaldığı gibi (tabii, minik MHP detayını da ekleyerek). Bir de, Macaristan’da Muhafazakârlar yüzde iki’lik bir payla yerlerini merkez sol’a bıraktılar diye ABD’deki Bush yönetimine gelince... Neyse, tefrikacılarınız oraya kadar uzanmak istemiyorlar artık, şu güzelim tatil havası içinde...

Saldırı da tatile giriyor gibi, zira Şaron en sonunda İsrail saldırısının askeri aşamasının tamamlandığını duyurdu. Bunun nasıl bir ‘tamamlanma’ olduğu tam olarak kestirilemediği için BBC de büyük bir ihtiyatla yaklaşmış habere ve tırnak içinde kullanmış fiili. Nablus ile Ramallah’tan çıkan tanklar ve askerler Batı Şeria şehirlerini etrafında yeniden konuşlanmışlar. Ramallah’da Yaser Arfat’ın karargâhı ile Beytüllahim’de Nativitas kilisesinin etrafındaki kuşatmalar ise devam edecekmiş. Bu arada, Nativitas Kilisesi’nden beş kişinin kaçtığı haberleri geldi. Ancak kaçanlar, İsrail askerlerinin duvara dayadıkları merdivenleri kullanmışlar kaçarken. Bu kadar kolay bir kaçış da, akıllara acaba gidenler İsrail işbirlikçileri miydi sorusunu getirmiş haliyle...

Askeri aşama tamamlansa da, operasyon günün birinde tamamiyle sona erse de bilhassa Cenin’de yaşananlar ciddi bir merak konusu olmaya devam edecek gibi görünüyor.

Uluslararası gözlemciler, Filistin kökenli insan hakları gruplarının mensupları, İsrailli olan ve olmayan gazeteciler, herkes olanları ‘katliam’ olarak nitelendirmek konusunda aceleci davranmamaya büyük özen gösteriyor. Ama, diyor mesela Uri Avnery, gördüklerimizin bir kısmı bizim rahatlıkla bazı sonuçlar çıkarmamızı mümkün kılıyor.

Bunlardan birincisi: Eğer bir yere gazetecilerin girmemesi için çaba gösteriyorsanız saklamak istediğiniz birşeyler var demektir.

İkincisi: Cankurtaranlar ve kurtarma ekipleri bölgeye sokulmadığı için pek çok yaralı kan kaybından öldü. Cankurtaranların bölgeye girmemesi emri, üzerinde kara bayrak dalgalanan, yasadışı bir emirdir. Uluslararası hukuk da, İsrail hukuku da askerlerin böyle bir emre uymasını yasaklar.

Üçüncüsü: Kurtarma ekiplerinin, cesetleri çıkarmak ya da hâlâ yaşayanlar varsa kurtarmak amacıyla enkazları kaldırmasına izin verilmedi. Cesetlerin üzerinde mayın olabilir gerekçesiyle. İnsanlar böyle asil bir amaç için hayatlarını tehlikeye atmaya razı oldularsa İsrail ordusu neden bunu engelledi?

Dördüncüsü: Tıbbi yardım, su ve gıda girişine izin verilmedi. Girmesine izin verilenlerin bir kısmının yerine ulaştırılmadığı ortaya çıktı.

Netice olarak, diyor Avnery, gerçeğin görünmesini engellerseniz katliam dedikodusunun çıkmasına şaşırmamanız gerekir.

Peki o zaman, sivil ve askeri idare neden Cenin kampına böyle bir muamele göstermeyi tercih etti? Avnery’nin cevabı şöyle: “Bulabildiğim tek cevap şu: Cenin’de Filistinliler ayağa kalkıp savaşmayı tercih ettiler. Cenin’in ırzına geçilmesi, Filistinliler’e bir mesajdı. İsrail ordusuna direnenlerin başına gelecek olan budur! Bunun, işgale direnişi bitireceğine inanmak için ise aptal olmak lazım.”

Devamı yarın...