10 Ağustos 2011Taraf Gazetesi
Yaklaşık üç hafta süren yurtdışı seyahatinin ardından memlekete dönerken tuhaf bir ruh hali içindeydim. Bu süre zarfında “çok önemli” gelişmeler olmuştu. Gerçi bu memlekette “çok önemli” gelişmeler hiç eksik olmaz ya da memleket her zaman “çok kritik” dönemeçlerden geçer. Ama bu sefer çok kritik dönemeçlerin en kritiklerinden birinde bulunuyoruz sanki.
Yerleşik gerçekliklerden geçici bir süre uzaklaşmak, olan bitene havadan bakma imkânı sunar. İsterseniz bu imkânı pek iyi değerlendirebilirsiniz. Meselâ haberleri ve tartışmaları izlemezseniz, zihninizin palamarlarını gevşetmiş olursunuz. Zihin, bu gevşemenin ölçüsüne göre havalanır. Havalandıkça, gerçekliğin ebatları küçülür; “önemi” azalır.
Lakin bu gidişin bir de dönüşü vardır. Yere indiğinizde, gerçekliğin ortasında bulursunuz kendinizi. Gerçeklikle ilişkinizi yeniden kurmak zorundasınız. Şayet çok havalanmışsanız, gerçeklikle ilişkilenmekte zorlanabilirsiniz. Çok havalanmamış olsanız bile, o arada gerçeklik fazla hareketlenmişse, yine aynı şey olabilir. İki ihtimal aynı anda gerçekleşmişse, işiniz daha da zordur. Üstelik döner dönmez bir de köşe yazısı yazmak zorundaysanız, vay halinize!
Birikmiş gazete yığınına el attığımda, neyi neresinden tutacağımı şaşırdım. “Ansızın gece vakti yabancı bir bölgeye atlamak zorunda kalan paraşütçü” gibi hissettim kendimi. Manès Sperber, Parçalanmış Gerçeklik adlı eserinde, bu durumdaki yazarın halini tasvir ederken şöyle devam eder: “Gerçi haritada bazı noktalar önceden saptanmıştır; ama gerçek anlamda neyin ne olduğu konusunda ancak gün ağardığında bir karara varılabilecektir.”
Sanırım biraz abarttım! Ne YAŞ süreci ve sonuçları, ne Kürt sorunundaki gelişmeler, ne Kemal Burkay’ın dönüşü ve ona dair tartışmalar, ne Suriye’deki durum, ne de diğer olaylar! Bunların hiçbiri tümüyle yeni, öngörülemez, kavranamaz ve yorumlanamaz değildir. Ama bunlarla ilgili rasyonel ve tutarlı değerlendirmeler içeren bir yazı yazmakta zorlanıyorum. Bu uzaklık ve havalanmanın hemen ardından, gündemin ortasına inmek ya da inmiş gibi yapmak, kendini fazla önemsemek gibi geliyor bana. Benim sözüm eksik kalsa, hiçbir şey yerli yerine oturmayacakmış kuruntusuna ya da ukalalığına düşmekten korkarım. Bunun yerine, hava ile kara arasında bir yerden birkaç cümle karalamayı tercih ederim. Mesela dönüş yolunda okuduğum kitaptan söz edebilirim.
Yirminci yüzyılın iki büyük şairi Paul Celan ile Nelly Sachs arasındaki mektuplaşmanın kitabıydı elimdeki. Nazi zulmünden paylarını almış, kıl payı hayatta kalmış bu iki insan arasındaki yazışma, Nelly Sachs’ın 10 Mayıs 1954’te Stockholm’den yolladığı mektupla başlamış ve 1969 yılının sonuna kadar devam etmiş.
1891’de Berlin’de doğan Nelly Sachs, İkinci Dünya Savaşı başlamadan hemen önce İsveç’e sığınmış ve ölünceye kadar orada kalmış. Sachs’ın Celan’a yolladığı ilk mektup, aynı zamanda Celan’ın şiirine dair en derinlikli sözlerin yer aldığı tarihî bir belge gibidir:
“Sevgili şair Paul Celan, adresinizi yayınevinden henüz aldım ve şiirlerinizin bana yaşattığı derin deneyimden dolayı size şahsen teşekkür etme imkânı buldum. Siz, burada ve mevcut olan her şeyin ardındaki tinsel manzarayı görüyorsunuz ve kendini sessizce açan sırları dile getirme gücüne sahipsiniz.”
Beni çok etkileyen Celan’ın hayatı ve şiiri üzerine daha önce de bir şeyler yazdım; bundan sonra da yazarım herhalde.
İlginç bir tesadüf mü, başka bir şey mi bilemem, iki şair de art arda hayatta veda ederler. Önce Celan ölür, 20 Nisan 1970’te, henüz elli yaşındayken. Üç hafta sonra, 12 Mayıs 1970’te de Sachs çekilir bu dünyadan, 80 yaşın eşiğindeyken. Bir yerde okumuştum, ama emin değilim, galiba Sachs’ın ölümü, tam da Celan’ın cenaze töreninin yapıldığı güne denk gelir.
Dünyanın dört bir yanından ve memleketimizden kara haberlerin yağdığı bu zamanlara, Sachs’ın “Nice Yaramız Var” şiiri pek uygun düşüyor gibi:
Nice yaramız var
öleceğimizi sanıyoruz
sokak bize kötü bir söz attığında her kere
Sokak bunu bilmez
ama kaldıramaz böyle ağır bir yükü
Sokak üstünde görmeğe alışmamıştır
bir acılar Vezüv'ünün püskürerek girmesini
Orada ilk çağların anıları yok oldu gitti
ışığın insan ürünü olmasından bu yana
ve artık meleklerin kuşlar ve çiçeklerle oynadığı yok
ya da donatmıyorlar gülüşleriyle bir çocuğun düşünü