20 Ağustos 2006Zeynep Gambetti
Immanuel Wallerstein'in İsrail-Lübnan savaşına dair bir yorumunda çarpıcı bir iddia var: "İsrail hükümetlerinin anlamadığı şey, Hamas veya Hizbullah'ın İsrail'e ihtiyaç duymadıklarıdır. Esas İsrail'in onlara ihtiyacı var, hem de ölesiye." Bu iddianın niyetini aşan bir yerden, çağrıştırdığı farklı bir noktadan hareketle, Ortadoğu'da olup biten konusunda nedense gözden kaçan, yeterince vurgulanmayan bir faktörün yeni dünya düzeni içerisinde meşru devletlerin istikrarsızlık ve silahlı mücadeleye duydukları ihtiyacın altını çizmek istiyorum. Şu anda Ortadoğu'da petrol ve su kaynaklarının paylaşımında söz sahibi olmak gibi elde edilesi "mükafatlar" varken ve bunların birilerinin eline geçmesi diğerlerini mahrum edecekken, hükümetler ve korporasyonlar, yani iktidar ve büyük sermayeyi elinde tutanlar, çok katmanlı ve tamamı kamuya yansımayan birtakım hesaplara girişeceklerdir elbet. Yine de bunları "objektif ulusal çıkarlar" olarak düşünmemek ve en önemlisi, tarihsizleştirmemek gerekir. SSCB'nin Afganistan'ı işgali sırasında Türkiye'yi de içine alan geniş bir bölgede İslami grupları destekleyen ABD politikaları, bugün baş düşman haline gelen Usame Bin Ladin'i kendi elleriyle yetiştirip yetkinleştirmişti. Keza bugün meşru müdafa kisvesi altında Lübnan'ı işgal eden İsrail'i yöneten zihniyet, bir yıl süresince Hamas'ın ilan ettiği ateşkese rağmen Gazze'ye binlerce bomba yağdırmış, duvar dikmiş, sivil yerleşim alanlarında terör estirmişti. Bundan önce de yıllarca bir ileri bir geri adım atarak, 1993 Oslo Barış Anlaşmalarının tarihin çöplüğüne atılmasında belirleyici rol oynamıştı. Kangren olan Filistin sorununun Arap ülkelerindeki radikal dincilerin rahatlıkla kullanabileceği bir malzeme haline gelmesinde İsrail hükümetlerinin büyük katkısı oldu. Bu tür "hatalar" rasyonel seçenek kuramıyla açıklanamaz. Devlet "çıkarlarını" toplumsal ve ekonomik faktörlerle ilişkilendirmeden daha bütünlüklü bir tablo elde etmek mümkün değildir.
Yayılma her şeydir! Ekonomi ile siyasal anlamda yayılmacılık arasında ilişki kuran emperyalizm kuramının bugün için hâlâ geçerli bir analitik çerçeve olmasının sebebi şu önermede yatar: Sermaye birikiminin önündeki sınırları kaldırmak, ancak ve ancak güç birikiminin önündeki sınırları kaldırmakla olur. Bugünkü adıyla Zimbabwe, 19. yüzyıl sonundaki adıyla Rodezya olan devletin kurucusu aç gözlü işadamı Cecil Rhodes, "Yayılma her şeydir!" diye haykırmış, yıldızları ilhak edemediği için de üzülmüştü. Güney Afrika elmas madenleri sayesinde milyonları vuran Rhodes, yeraltı ve yerüstü doğal kaynaklarını hiçbir bedel ödemeden sömürebilmek için siyasi iktidarın ne denli gerekli olduğunu çok iyi anlayanlar arasındaydı. Siyasal bir aygıt olarak devlet ve devletin elindeki şiddet tekeli, 19. yüzyılın sonlarından beri daha fazla kâr elde etme amacına hizmet etmeye başladı. Burada vurgulanması gereken nokta, sermaye birikiminin kendi öz mantığı itibarıyla hiçbir etik kurala ya da değere bağlı olmamasıdır. İdealist bir ahlakçılığın çok zor kavradığı ve asla durduramayacağı pratikler üreten bu mantık, tek kıstas olarak birikimi bilir. Önüne çıkan insani ve maddi tüm engelleri aşmak ister. Piyasaların istikrara ihtiyacı olduğu kandırmacasının tam tersine, istikrar ve huzur, birikimin dar çıkarlarına hizmet etmez. İstikrar sağlanmaması (örneğin Afganistan'dan sonra Irak'a, Irak'tan sonra Lübnan'a, bunlardan sonra Suriye ve İran'a saldırılması) sonsuz birikim için elzemdir. İstikrar, sürekli yayılmacılığın önüne demokratik ya da hukuki engeller çıkartıverir yeniden. Uluslararası normları hiçe sayarak başka bir ülkeyi işal eden bir hukuk devletinin, kendi demokratik kurumlarının altını oyması kaçınılmazdır. Demokratik yapıda bir devletin halkın onayı olmadan hareket etmesi ve kendi politikalarına karşı oluşacak direnci bastırabilmesi için, demokrasiden ödün vermesi gerekir. ABD'de Afganistan savaşından beri çıkarılan "vatansever" kanunlar örneğinde olduğu gibi, demokratik hakları daraltır. Basını kullanarak propaganda yapar, kılıflar uydurur, dikkatleri başka yönlere çeker, zorbalığını gizler ve bu sayede kamuoyunu uyutur. Tarihten bir örnek verelim: İmparatorluk olmasına rağmen demokratik bir devlet olan İngiltere'nin Hint sömürgesinde uyguladığı insanlık dışı politikalar, parlamentoda hararetli tartışmalara yol açmış ve bu sayede kısmen de olsa engellenebilmişti. Gözden ırak başka sömürgelerde ise çıplak şiddet yerine örtülü baskı politikaları uygulanıyordu. T. E. Lawrence, 1920'de The Observer gazetesine Ortadoğu hakkında yazdığı bir yazıda şöyle der: "Araplar başarılı olduklarında, İngiliz destek güçleri cezai operasyon düzenlerler. Hedefe ulaşana kadar çarpışırlar...; bu süreç boyunca da toplar, uçaklar veya zırhlılar hedefi bombalar. Nihai olarak bir köy yakılmış ve bir mahalle pasifize edilmiş olur büyük ihtimalle. Böylesi durumlarda zehirli gaz kullanmamamızı anlamak mümkün değil. Evleri bombalamakla ancak kadın ve çocukları öldürmüş oluyoruz... Oysa gaz saldırısı sabıkalı mahallelerin tüm nüfusunu muntazam bir şekilde yok eder; ve bu da, bir yönetim şekli olarak, varolan sistemden daha fazla ahlakdışı olmaz." 1990'larda tek kutuplu dünyaya geçiş sürecinde siyaset sahnesine çıkan radikal akımların varolan dengelerin bozulmasıyla oluşan iktidar boşluğundan faydalandığı savı geçerli olsa da yetersizdir. Dengeleyici bir gücün (eski SSCB'nin) boşluğundan esas itibarıyla faydalanan neoliberal sermayedir. Ahmet İnsel'in geçen haftaki Radikal İki'de keskin bir dille ifade ettiği gibi, "iti ite kırdıran" şiddet politikalarının hayatımızın bu denli kanıksanmış bir parçası haline geleceğini neoliberal düzenin oluşma aşamalarında tahmin edebilmeliydik aslında. Küresel ekonomi, hakikaten inandığımız veya inanmak istediğimiz tüm değer ve söylemlere artık kılıf olarak bile hiç gereksinim duyulmadan inşa ediliyor. İşten çıkarmaların paramparça ettiği hayatlar, üçüncü dünya ülkelerinde karın tokluğuna insanlık dışı koşullarda üretilen "seçkin" ürünler, emeklilik maaşının kuşa çevrilmesi, sağlık hizmetlerinin özel sektöre devredilmesi, eğitimin satılığa çıkarılması, maaş artışı veya daha adil fiyatlandırma isteyenlerin coplanması, medyanın sermaye tarafından yönetilmesi...
Fanatizmi besleyen sermaye Bunun siyasal yansımalarının hiç olmayacağını düşünerek kendimizi kandırmayalım. Bir taraftan parçalanan toplumlar ve bunun yarattığı gerginlik, öfke, iktidarsızlık hissi ve baş döndürücü hızda artan bir tüketim furyası içinde yer alamamaktan doğan haset, diğer taraftan hukuk kurallarını altüst eden devletler, insani tüm değerleri hiçleyen korporasyonlar, uluslararası ekonomik örgütler, iktidar söylem ve pratikleri. Başı ezilmekle giderilemeyecek olan fanatizm kendine eklemleyecek taraftar bulmakta hiç zorlanmazken, bu fanatizmi sürekli besleyen sermaye-iktidar ittifakının önü daha da açılıyor. "Terörle mücadele", "güvenlik", "meşru müdafa", "önleyici saldırı" söylemlerinin gizlediği tam da budur. Bu söylemlerle siyasal anlamda tetiklenen, adı konan, meşrulaştırılan güvensizlik duygusu, din ile, öfke ile, ötekine karşı duyulan sebepsiz korku ile, linç ve isteri ile, şiddet ile giderilmeye çalışılıyor. Toplum, iktidarın aynası olagelir, iktidar pratiklerini sonsuz yansımalarla yeniden üretir. Yardımlaşma, ortak gelecek inşa etme, dayanışma gibi değerlerin "dünyanın genel gidişatı" kaderciliğiyle kamufle edilerek yok edildiği bir dünyada, hakim kesimler iktidara yapışır, ezilen kesimler ise radikalliğe, fanatizme sarılır. İkisini de üreten köken aynıdır. İkisi de sermayenin işine gelir. O halde sermaye ve iktidar açısından bakıldığında, kamusal alanda yapılan beyanatların tam aksine, terör ve istikrarsızlık, demokratik kurumları törpülemek, sermaye akışının önünü açmak, kaba ekonomik çıkarcılığın önünde durabilecek değerleri aşındırmak ve halk hareketlerini sindirmek için bulunmaz fırsatlar doğurur. 1990'larda doğan yeni alternatif hareketlerin de etkisiyle devletlerin çökmekte olduğuna, halkların dünyanın kaderini belirleyebileceğine olan inancımızı yeniden gözden geçirmemizi gerektiren bu gelişmeler, imparatorluğun kendiliğinden çökmeyeceğinin işaretleridir. Bugün gençler arasında yeniden okunmaya başlanan Marx'ın 150 yıl önce kaleme aldığı analizleri ve özellikle 'Komünist Manifesto'nun şu pasajını, dikkatle değerlendirmemiz gerekir: "...burjuvazi krizleri nasıl atlatır? Bir taraftan, üretici güçlerin büyük bir kısmını zorla yok ederek; diğer taraftan, yeni pazarlar fethederek ve eldekileri daha esaslı bir biçimde sömürerek. Yani, daha kapsamlı ve daha yıkıcı krizlere yol hazırlayarak ve bu krizlerin önlenmesini sağlayabilecek araçların gücünü azaltarak."