Pelin Akşenkal: Yaşadığımız gezegenle ilgili hassasiyetiniz ne zaman ve nerede başladı?
Süha Derbent: Ben, vahşi hayvan, özellikle de büyük kedi fotoğrafları çekiyorum. Hayvanların davranışlarını görüntülüyorum. Bununla ilgili olarak hayvan davranışı eğitimi aldım. Sanatsal bir kaygı taşımıyorum. Elbette bu doğrultuda seyahat etmek zorundayım, farklı ülkelere gidiyorum; İngiltere, İtalya, İspanya ve Fransa gibi ülkeleri hiç görmedim ama Sri Lanka, Uganda, Zimbawe, Zambiya, Kuzey kutbu gibi yerlere gittim. Ve bunlar bende değişime yol açtı. Eskiden seyahat fotoğrafçılığı yapar, kentleri, kültürleri ve yaşam biçimlerini fotoğraflar ve bunun için seyahat etmek zorunda kalırdım. Doğanın içinde bu canlılara bu kadar yakın olduktan sonra öyle özel şeyler öğrendim ki (aslında bunların çoğu kendimle ilgilidir) artık fotoğraf çekmek için seyahat eden biri değilim, orada olmak için fotoğraf çekiyorum. Fotoğraflarım, beni oraya ulaştıran bir araç haline geldi. Yakından tanıklık ettiğim zaman, onların yaşamlarına saygı duydum. İnsan bir işte başarılı olmak adına hayatını vakfediyor; bir halterci hayatını işine adamazsa, kendinden daha ağır bir şeyi kaldıramaz, hayatını buna göre şekillendiriyor, leopar bunu her gün defalarca yapıyor. Otomobillerin kısa sürede hızlanması için milyonlarca dolar harcanıyor oysa çita bunu sürekli yapıyor. Sahip olmak için ömrümüzü vakfettiğimiz ve aslında başarının da mutlak olmadığı bir çok şey, hayvanların davranışlarında ve yaşamlarında doğuştan var. Bir çok yanlarıyla bizden üstünler! Bu anlamda onlara özeniyorum, oların yaşam koşullarının bozulması beni derinden etkiliyor. İşimi yaparken, buna ilişkin mesajlar vermeye çalışıyorum ve gördüklerimden dolayı umutlanıyorum; bir üniversitede söyleşi yaptığım zaman gördüğüm ilgiden daha fazlasını ilkokullarda görüyorum. Yazılarımı biliyorlar, konuyla daha çok ilgililer ve daha duyarlı bir nesil yetişiyor. Bunun somut bir örneğini bana kızım yaşattı; bir alış-veriş merkezinin tuvaletinde, onu oturtmadan evvel, klozeti üzerini bir sürü kağıtla kapladım ve 6 yaşındaki kızım bana “Çok kağıt harcıyorsun, daha çok ağaç kesecekler!” dedi.
PA: Çocuktan al haberi!
SD: Şimdi böyle bir nesil yetişiyor. Onlara iyi şeyler aktarıyor olabilmek başlı başına büyük bir keyif. Bendeki değişim, hayvan fotoğraflarıyla başladı. Fotoğraflarımın bir yerde yayınlanırken de böyle bir şeye hizmet edebilmesi için, her yazımda, her söyleşimde, “Bunlar soyları tükenen hayvanlar! diye mutlaka vurguluyorum. Herkes kendi çapında ve kendi yaşamındaki değişikliklerle başlayabilir. Bu yerleşmesi gereken bir kültür.
Ömer Madra: Independent gazetesinde, daha yeni çıkan bir haber Süha Bey’in söylediği şeyin devamı olabilir; yazar Julia Whitty, hayvan nesillerinin yok olmasının, insanlığın önündeki en büyük tehlike olabileceğini belirtiyor. Yüzyılın sonuna kadar bütün büyük hayvanların gen havuzunun yarısının yok olacağını söylüyor. Süha Bey’in dediği çok mühim; bu insanlık için her şeyin sonu demek olabilir, çünkü her şey dengeden ibaret. Her şeyin birbiriyle ilişkide olduğu bir sistemin içerisinde yaşıyoruz, ama bunu görmüyoruz. Özelikle son 200 yıldır, yani “çağdaş endüstri uygarlığı” denilen şeyi yarattıktan bu yana, kömürle başlayıp, petrol ve doğal gazla devam ettirerek, sınırsız tüketim ve büyümeye yönelik hayat tarzını benimseyip, gezegendeki hayat sistemini temelinden dinamitlemekteyiz. Dünyanın en önemli bilim insanlarından birinin, “tabiat bizim metresimiz, sonuna kadar onu kırbaçlamakta özgürüz!” diye bir söylemi vardır. Burada bu pozitivist bilim adamını suçlamaya gerek yok, maalesef evrenin odak noktasına kendisini koyan pek çok insan olaya böyle bakıyor. Doğayı bitimsiz bir kaynak olarak görme ve bundan yararlanma anlayışı yüzünden kendi sonumuzu getirdiğimizin farkında değiliz. Eskimolar ve Kızılderililer gibi yerli halklar net bir şekilde bunun farkında. Biz ise, o kadar uzağındayız ki “kopuş” noktasına geliyoruz. Yıllar önce havalarda bir tuhaflık olduğunu fark ettim. Bunun nereden kaynaklandığını bilmiyorum, ama tamamen içgüdüsel olarak, benim gibi endişelenmekte olan insanların varlığını da fark etmeye başladım. Editörlük yapıyordum, bir gazetenin genel yayın yönetmeni olan Metin Münir’e bahsettim; o da benim önüme bir kitap attı. 1989 yılından bahsediyorum... Bill McKibben yazmıştı. Kendisi, bu konuların en önemli yazar, gazeteci ve aktivistlerinden biri. Doğanın Sonu (The End of Nature) adlı bu kitabını okur okumaz, daha o tarihte “Eyvahlar olsun!” dedim. Bilim dünyası bunu çoktan fark etmişti zaten... 1995 yılında “Açık Radyo” macerası başladıktan sonra konuya olan ilgimin dozu arttı. Uluslararası bilim insanlarının “küresel ısınma” diye algıladıkları şeyle bu bilgiye sahip olmaları gereken insanların yani kamuoyunun ve siyasetçilerin algıladıkları arasında müthiş bir fark var. Bu kopukluğun en önemli sebebi de medya belki. Kamuoyunun bilgilenme hakkını engelliyor çünkü.
PA: Her şey apaçık ortadayken, insanların umursamasını “sağlamaya çalışmak” bile tuhaf, değil mi?
ÖM: Her şeyden önce, bilmiyorlar! Bizim gibi insanlar yüzünden bilmiyorlar. Mümkün olduğu kadar bu bilgiyi paylaşmamız gerekir. En önemli engel bizzat kendimiziz. Yaşama tarzımız; petrol başta olmak üzere, kömür ve doğal gaz sayesinde inanılmaz rahata kavuştuk. Pek feragat etmek de istemiyoruz. Aynaya bakmıyoruz. Bunu kabullenmek istemiyoruz! 2006 bir uyanış yılı oldu, 2007’nin de, eylem ve umut yılı olmasını ümit ediyorum. Dünyada bir hareketlilik başladı. Öncelikli olarak bunu çocuklarda gözlemliyoruz. Asrın sorusunu bana bir çocuk sordu; katıldığım en kalabalık konferanslardan biriydi. 5. ve 6. sınıf öğrencilerinden oluşan bir topluluktu; kendi kendilerine bir film hazırlamışlar. Bir kız ve bir erkek çocuk, ayrı kelimelerle aynı soruyu sordular; “Felaket geliyor, bunu biliyorsunuz. Neden önlem almıyorsunuz?” Bence can alıcı soru budur. Konuyla ilgili bütün konuşmaların başlığı bu olmalı çünkü etik sorun burada. Sorumluluk almıyoruz.
PA: Bunun bir devlet politikası olması gerekmez mi?
SD: Bence bütün iş evde başlıyor. Bir kaç özel okulda çocuklar bunu söylüyor olabilir, ama Türkiye özel okullardan ibaret değil. Bize, çocukluğumuzdan itibaren doğayla mücadele etmek öğretiliyor. Bu ne saçma bir durum? Aynı Ömer Bey’in söylediği gibi, bizler, doğa üzerinde, doğada yaşayan diğer canlılar kadar hak sahibiyiz. Onlardan daha az, ya da daha fazla değil. Eşit haklara sahip, eşit büyüklükte bir parçasıyız. Bunu böyle kabul etme meselesi evde başlıyor. Sunum yaptıkça görüyorum ki, özel okullardaki çocuklar daha bilinçli. Çocuğu hangi özel okula gönderirseniz gönderin, akşam aynı eve geri dönüyor. Evde, annesinin, babasını yaptıklarını görüyor.
PA: Bu konular okulda işlense, çocuklar hem kendileri öğrenip hem de eve dönünce, konudan bihaber ailelerini bilgilendirebilirler.
SD: Ben bunu küçük bir olasılık olarak görüyorum, çünkü çocuklar ailelerini kendine model alıyor. Bunun algılanması çok basit. Çocuklarımıza, bazı hayvanların sadece fotoğraflarını gösteriyoruz. Hepsinin birden fotoğraflarını göstereceğimiz bir gün yok. O gün biz de yokuz. Bizim de fotoğrafımızı gösterirler. Şuradaki ağaçla eşit haklara sahibiz
ÖM: Bu, dünyanın en basit ve aynı zamanda da kavranması en güç şeyi. Basitliği dolayısıyla, tamamen bizim hizmetimizde olduğunu zannediyoruz. Bizim için en önemli şey “büyümek” ve refah. Öyle baktığınız zaman, sınırsız bir kaynak olarak görüyorsunuz doğayı. Her şey bizim için! Aslında çocuklar meseleye farklı bakıyor. Sonradan, orta okul sınavlarına hazırlanmaya falan başladıkları zaman dikkatleri dağılıyor ve doğayla ilgileri kalmıyor. Oraya gelmeden önceki çocuklar bu soruyu sorabiliyor. Artık tartışacak bir şey yok; bu dünyanın gerçeği. Binlerce bilim akademisi, hiç bir tartışmaya yer açmayacak şekilde, dünyanın tarihindeki en yüksek sıcaklığına ulaştığını söylüyor. Yeryüzünün, gelmiş geçmiş en sıcak Nisan ayını yaşadık. Görüyorsunuz işte, kış gelmedi.
PA: Bilinç seviyesi oluşturmak ve alınan önlemler açısından, gelişmiş veya gelişmemiş ülkeler fark ediyor mu?
ÖM: Bence fark etmiyor.
PA: “Gelişmiş ülkeler daha iyi önlemler alır!” diye düşünürken, onlar, en son önlem alanlar olabilir?
S.D.: Doğru tabii. Biyolojik üretimin büyük bir bölümünü dünyanın küçük bölümü kullanıyor.
PA: Bunun sonuçlarından en çok etkilenecek olanlar yine fakir ülkeler!
ÖM: Hiç şüphesiz ve bu büyük bir adaletsizlik getiriyor. Üstelik, zengin ülkelerin fakir kesimleri de etkilenecek. En büyük adaletsizliklerden biri bu. Bana zaman zaman e-mail’ler gönderiyorlar ve “niye gelişmiş ülkeler tedbir almıyor?”, “niye Türkiye Kyoto’yu imzalamıyor?” diye soruyorlar. Zaman zaman da “Ben sizinle aynı kanaatte değilim!” diyorlar. İyi de, bu artık bir kanaat meselesi değil ki, gerçeğin ta kendisi!
SD: Hâlâ konu bir kanaat meselesiymiş gibi algılanıyor!
ÖM: Bu artık bir kanaat meselesi değil. On yıl sonra artık tedbir almak için de geç kalmış olacağız.
PA: Al Gore’un “Uygunsuz Gerçek” adıyla gösterilen filmi iyi ses getirdi ama kendisi de seçimlere katıldığı zaman bu konuyu biraz geri çekmiş ve eleştirilmişti; öyle değil mi?
ÖM: Biliyorsunuz adını filmin adını yanlış çevirdiler, “İşimize Gelmeyen Gerçek” olmalıydı. Al Gore’un yaptığı iş yabana atılamaz. Al Gore bu konuyla ilgili 1989 yılında World in a Balance adlı bir kitap yazdı ki en iyi kitaplardan biriydi o zaman. Bir siyasetçinin böyle bir şey yazmasına o zaman da şaşırmıştım. Üstelik, dediğiniz doğru, seçimlere girdi ve kazandı ancak mahkeme kararıyla kaybettirdiler. Amerika Birleşik Devletleri’nde dev petrol ve kömür şirketleri, dünyanın en muhafazakâr, değişikliklere kapalı ve en ufak yeniliğe tahammülü olmayan kuruluşları. “Kömür, dünyayı batırıyor!” dediğin zaman kızıyorlar. Ama Amerika’da yapılan araştırmalara biraz dikkatli bakarsanız, Amerikan halkının ezici çoğunlukla Kyoto’ya taraf olduğunu görürsünüz. Hatta Bush’un Kyoto’yu çoktan imzalamış olduğunu sanıyorlar. Amerikan halkının haberi bile yok. Kyoto, “tedbir al ve alternatif enerjilere geç” diyor.Tüm hükümetlerin yapması gereken birinci iş, bilim doğrultusunda hedef koymak ve sera gazı salınımlarını kısmak. Mesela, 2030’a kadar karbondioksit ve diğer sera gazlarını yüzde 60 oranında indireceğim, demesi lazım..
PA: Amerika’da bu konuda bazı şöhretler sorumluluk üstlenmiş durumda; mesela Edward Norton. Los Angeles’ta bir kampanya başlattı ve güneş enerjisiyle ısınma sistemini anlatmaya ve yaygınlaştırmaya çalışıyor. National Geographic’le beraber “Strange Days Of Planet Earth” adında bir belgesel sunuyor. Ünlüler geniş bir hayran kitlesine sahipler. Bizde böyle bir yaklaşım düşünülemez mi?
S.D.: Bir yandan yatırımlar yapılırken, bir yandan da aksi bir şeyi kabul ediyor duruma gelmeleri zor. Dünyada öyle firmalar var ki, bir yandan zarar verirken bir yandan da doğa ve hayvan “korunması” için en büyük bağışı yapıyor. Doğa ve hayvan koruması için yapılan bağışların büyük bölümü önce petrol sonra petrokimya şirketlerinden geliyor. Bunların hepsi ranta işaret ediyor. Türkiye’de ünlüler böyle bir şey yapabilir ama onun da bir rantı olması yani o kişinin “honoré” ediliyor olması lazım.
ÖM: Al Gore hakkında bir sürü şey söyleniyor; bunların doğru olup olmadığını bilmiyoruz, ama öyle olsa bile şunu açıkça görmek lazım; Filmi ve kitabıyla, yaptığı binden fazla sunumla Al Gore tek başına belki de dünyadaki tüm çevre kuruluşlarının yaptığından fazla iş yapıyor. Duyduğumuz eleştiriler yine bu şirketlerin baltalama faaliyetleriymiş gibi geliyor bana. Edward Norton gibi adamlar ise tehlikenin farkına erken varan sanatçılar, ve bu işe gönüllü katılıyorlar. National Geographic’le muazzam bir iş yaptı bence Norton. Burada da birilerinin, ünlülerin sanatçıların vb. çıkıp gelmesi ve gönüllü olarak bu işe el atması, öncülük etmesi çok iyi olurdu tabii.
PA: Mesela, eğitimle ilgili yardım kampanyalarına her defasında destek veren ünlülerimiz var.
ÖM: İnsanlığı kimsenin gelip kurtarmasına imkân yok. Bu doğaya bakışımızı, insanlarla ilişkilerimizi ve bütün denge meselelerini baştan düşünmemiz lazım. Bill McKibben çok ilginç bir örnek veriyor; “Elimizde raporlar var. Dünya batacak! Dünya ısınıyor! Seller ve korkunç felaketler olacak!” diye ortaya çıktığını ve insanların da “Haa, öyle mi?” diye yürüyüp gittiklerini söylüyor. Aynı anda “Bunun ekonomiye acayip etkisi olacak!” dediğinde, insanların durup “Yapma yaa!” diyerek endişeye kapıldığını anlatıyor. Ekonomik bakış ekolojik bakışa hakim olduğu sürece biz bu felaketten kurtulamayız. Artık biraz daha azla yetinmeyi öğrenmek zorundayız. Müsrifliğimizi kontrol etmeyi öğrenmeliyiz. Bu nüfus artışı ve bu kaynaklarla mümkün değil; bunu görmek için kâhin olmaya da gerek yok. Okuma yazma bilen, biraz sağduyusu olan herkes “Bu böyle gitmez!” der. Hesaplar ortada, ekonomik olarak da bunun böyle gitmeyeceğini hesaplar söylüyor. Nicholas Stern adlı ünlü ekonomist, İngiliz hükümeti için kapı gibi bir rapor yayımlandı ve biz, köyün delisi olmaktan o zaman çıktık. Tedbir almazsak, yüzyıl sonuna kadar dünya gayri safi hasılasının yüzde yirmisinin gideceğini açıkladı bu raporda. “Dünya ekonomisi yıkılır!” denince, işte o zaman, konuyu Davos’ta vb. yerlerde konuşmaya karar verdiler.
SD: Ortaya, olası gerçekler atıldığında kimse umursamıyor. Ama “Senin evini su basacak, sen de zarar göreceksin!” şeklinde anlattığınız zaman, dikkate alınıyorsunuz. “Para kaybedeceksin! İşin batacak, kazancın yarıya inecek, evini değiştirmek zorunda kalacaksın” şeklinde bir yöntem geliştirmek lazım. Bilim adamlarının bunu anlatmak gibi bir misyonu yok.
ÖM: Kaldı ki onu bile yapıyorlar. Birleşmiş Milletler nezdinde çalışan, tarihte görülmüş en büyük bilim adamları topluluğu, (IPPC), dördüncü raporlarını yayımladı; “Dünya ısınıyor; sebebi de en az % 90 insanoğlu.” Raporlarında bunun getireceği sonuçları açıkladılar ki son derece karamsar bir tablo çiziliyor, aynı ülkenin bir tarafı çöl olurken diğer bir tarafını seller basabiliyor. Dünyanın çatısı olarak varsayılan Tibet Platosu eriyor.... Bunun savaşlara yol açabileceği anlatılıyor. Milyonlarca iklim mültecisi kapınıza dayanırsa, ne yapacaksınız?
Hindistan’la Pakistan arasındaki nehirler kuruduğu zaman neler olabileceğini düşünmek bile korkunç. Bu hafta, Cuma günü (bu röportajın yayımlanmasından önce) “Neler yapabiliriz?” raporunu yayınlayacaklar. Bilim insanları da bundan daha fazlasını söyleyemezler doğrusu!
SD: Doğru sunum meselesi önemli, çünkü zengin, yoksul veya orta kesim herkesin bir yaşam standardı var ve maalesef kimse bundan ödün vermek istemiyor. Onu vermemekle ne kaybedecek, onu verirse ne kazanacak, bunu iyi anlatmak lazım. Oysa bırakın ödün vermeyi, herkes daha fazlasını yapmaya çalışıyor. En yeni jeep’i olan, seneye onu yenilemek istiyor.... Ödün vermek gerektiğini anlatmak farklı bir yöntem gerektiriyor.
ÖM: Sir Nicholas Stern’ün İngiltere için hazırladığı rapor çok şey değiştirdi, çünkü somut bir şey söylüyordu; “Şimdi tedbir almamanın maliyeti trilyon dolar olacak!”
En ucuz yol şimdi tedbir almak, çünkü ileride ekonomik olarak bunun altından kalkamazsınız.
PA: Hayvanlar alemi içerisinde bu durumun baş kahramanları da kutup ayıları oldu...
SD: Onlar sadece görünenler. Vahşi kediler bulundukları ormandaki baş yırtıcılar; bir tanesinin yok olması, onun avladığı türlerin, mesela antilop sayısının artması ve onun yediği şeylerin en kısa sürede tükenmesi demek.
ÖM: Zincir böyle bir şey işte... Kutup ayılarının durumu çok görülebilir bir şey ve bence de dayanılmaz bir durum; öyle güçlü, karizmatik ve harikulade hayvanlar ki! Onların bu duruma düşmesine insanın yüreği dayanmıyor ama bir de hiç bilmediğimiz fito-planktonlar var. Ortaokulda biyoloji derslerinde okutulanlardan... Bunlar, okyanustaki tüm beslenme zincirinin temel halkası. Hem havayı temizleyen foto-sentezi yapamaz hale geliyorlar, hem de beslenme zinciri toptan etkileniyor. İçerisinden bir hayvanı çektiğiniz zaman, sistem tümüyle çöküyor.
PA: Katıldığınız bir televizyon programında, konuklardan biri şöyle demişti; “Belki de artık evrendeki bu düzenin sona ermesi ve yeni bir sistemin başlaması gerekiyordur. Niye engellemeye çalışıyorsunuz?”
ÖM: Aslına bakarsanız çok da yanlış bir şey söylemiyor, bir öfkeyi dile getiriyordu. Harvard’ta yapılan çok ciddi bir araştırmanın sonucunda dünyada gelmiş geçmiş 50 milyar tür yaşadığı saptanmış. Araştırmanın esas amacı, “Evrende bizden başka zeki yaratık var mı?” sorusuymuş. Ve olmadığı sonucuna varılmış, 50 milyar türden sadece bir tanesi medeniyet kuracak zekâya sahip, o da insan.
PA: Aynı tür onu yok etmeyi de başarıyor!
ÖM: Sorun burada. Elli milyarda bir olan bu zekâ, var olmanın garantisini maalesef sağlamıyor. 2.6 milyar yıldır yaşayan, bildiğimiz bakteriler, 400 milyon yıldır ortalıkta olan hamamböcekleri var. Onlar insan kadar zeki değiller ama hayatlarını koruyabilecek dayanıklılıktalar. Yani, yüksek zekâ, hayatta kalmanın garantisi değil....
SD: Akla zarar bir durum!!
ÖM: Evet, akla zarar bir durum üstelik insanların son 200 yıldır yaptığı hatalar, yok ettiği türler, savaşlar, orman katliamları, petrol kavgaları ve daha neler... Btün türlerin yarısını ortadan kaldırmaya yönelik olarak -kendisi de dahil- sistematik bir şekilde uğraştığını görünce, insanın pek de zeki olmadığını düşünüyorsunuz. O zaman da o televizyon programında söylendiği gibi, doğa kendi yoluna bizsiz de devam edecektir.
SD: Ben oralara gidip altı ay kalıyorum, bazen insan görmüyorum. Afrika’da bir söz var; “İyi bir iz sürücü hayvanın kendisi olur ve onu hemen bulur.” Onun gibi düşünmen lazım. Jaguar arıyorsan, altı ay onu düşünüyorsun ve sonra şehre dönmek gerçekten zor oluyor. Şunu fark ediyorsunuz; “Şu insan denilen yaratık ne kadar ukala!” Karar verdim, kedilerin ağzından insan davranışı yazıyorum; o kadar komik ki! Akla zarar bir şey çünkü! “Hem bunu diyorsunuz, hem de yapmaya devam ediyorsunuz!”
ÖM: Çocuklar tam damardan soruyorlar. Diyorlar ki; “Görüyorsun işte! Raporlarınla bunları bize sen söylüyorsun! Seli, orman yangınları, deniz basması, buzların erimesi, kuraklık, açlık var da niye önlem almıyorsun?” diye soruyorlar. “Bu soruya bir cevabın var mı?” diyorlar.Açık havayı ısıtan stadyumlar var! Düşünebiliyor musunuz! Kyoto diyorsunuz; 166 tane ülke imzalamış işte onu! Hayır “Türkiye’ye karşı özel bir düşmanlık var! Biz onlar kadar gelişene kadar Kyoto’yu imzalamayacağız işte!” diye bir görüş getiriyorlar ki bu da son derece akıldışı.
SD: Kaldı ki imzalamanın bize ne getireceği de tartışılır. Sadece imzaladık! Ne olacak yani?
Soyu tehlikede olan hayvanların uluslararası ticaret konvansiyonunu imzalamış zaten. Ben burada bütün hayvanların satıldığını biliyorum. Her türlü tropikal kuş burada satılıyor. Uzak doğuda kaplanın kemiğinin tozunun gramı 100 dolara satılıyor.
ÖM: Afrodizyak çünkü! Peki köpekbalıkları? Bu faciayı biliyor musunuz?
Yeryüzünün en iyi evrilmiş yaratıklarından biri, hiç değişmemiş. Mükemmel avcı!
PA: Çorbasından bahsediyorsunuz!
ÖM: Ama yüzgeçlerini kesip, hayvanı canlı canlı denize atıyorlar ve yüz milyonun üzerinde köpek balığını böyle telef ediyorlar. Köpek balıklarının ortadan kalktığı bir evrende ne olacak? Edward Norton’ın filminde var. Köpekbalıkları öldükçe, onun yediği diğer bir balık ortadan kalkıyor, Hani balığı da ortadan kalkınca bir takım yosunlar türüyor ve mercan kayalıkları tamamen gidiyor. Bütün denge bozuluyor yani...
SD: Bir şeyi yapmak ne zaman rant haline dönüşür, o zaman yapılır. Kaplan, karaborsada en çok para eden hayvan, kemiğinden tozuna, yağından, derisinden penisine kadar... Kurutulmuş penisi 2500 dolar çünkü afrodizyak kaplı. Çorbası 300 dolar. Bir kaplanın karaborsa fiyatı 250.000 dolar civarında. Her şeyi bu belirlemiyor mu? Orada yapılacak eko-turizmin bundan daha fazla gelir getirmesi lazım ki kaplan korunsun. Afrika’da kedilerin neslinin tükenmesi riski nispeten düştü, çünkü 1900’lerin başında av turizmi satan sömürgeci farketmiş, şimdi aynı arazide eko-turizm satıyor. Asya’da bu olamaz; hiçbir safari türü böyle bir gelir getiremez dolayısıyla kaplan tükenecek.
PA: Şu hayvanların dili olsa da konuşsa! Bir günlüğüne falan...
ÖM: Öteki gibi düşünmeyi bir bilsek!
PA: Beri yandan da Afrika’daki “insanların” hali malum. Ne dram! Ve insanlar Afrika’ya “hayvan” görmeye gidiyorlar!
SD: Onu yapan başka, öbürünü yapan başka! Bu, “Bir Kyoto’muz mu kaldı!” denmesine benziyor.
ÖM: Bunlar birbirini dışarıda bırakan şeyler değil ki! Bazıları da “Benim kanaatime göre sizin sorununuz ön sıralarda gelmiyor!” diyor. “Ne peki?” diyorsun. “Ağaçlık!” diyor. Sanki aralarında hiçbir bağlantı yok. Ben de hiç sözünü etmemişim!” En tuhaf örneklerden biri, ilahi adalet de diyebiliriz; Avustralya’nın başına gelen hikâye. Avustralya hükümeti, ısınma konusunda Bush yönetimini körü körüne takip eden, neo-liberal dediğimiz sınırsız piyasa ekonomisini savunan bir hükümet. Durmadan seçim kazanıyor çünkü ekonomi iyi gidiyor. Tek önemli şey piyasaların iyi gitmesi olduğu için, kimse sesini çıkarmıyor. Ancak geçen ay, seçim öncesi halkın karşısına çıkmak zorunda kaldı ve dedi ki “Avustralya’nın tüm tarımının %40’ını sağlayan havza, Murray- Darling nehirlerinin suladığı havzada sulama yapmayı yasakladılar. Tarihinde görülmemiş, yüzyıllardır görülmemiş en korkunç kuraklık, küresel ısınma yüzünden. İklim bilimcilerin söylediği buydu zaten, kuraklık hep devam ediyordu ama yok sayıyorlardı. Tıpkı Türkiye gibi; “Ne kuraklığı?” diyorlar. Hep beraber göreceğiz ne kuraklığı olduğunu. Çünkü bilimsel raporlar Türkiye’de de kuraklığın artacağını söylüyor. Avustralya’da, çiftçilere kuzeye doğru göç etmeleri söylendi, zaten intiharlar başladı. Bir Hindistan’da ve bir de Avustralya gibi dünyanın en gelişmiş ülkesinde çiftçi intiharlarını görüyoruz. Ve belki de 6 ile 8 hafta daha yağmur yağmazsa meşhur Avustralya şaraplarından vazgeçmek zorunda kalacaklar. Ben buna ilahi adalet diyorum; bence seçimi kazanamayacak Howard. Herkese ders olması lazım. The Economist dergisi nihayet küresel ısınmayı kabul etti ve “Küresel ısınma vardır!” dedi. Dergide son olarak bir yazı çıktı; Big Dry (Büyük Kuraklık), “Bu tedbirler de kurtaramayabilir” diyor. Avustralya, bütün kurumları gelişmiş, belki Amerika’dan bile organize, çok gelişmiş bir ülke! O böyle olursa, gelişme yolundaki ülkelerin durumunu siz düşünün!” diyor. Bence de haklılar. Buradan Türkiye gibi ülkelere çok önemli dersler çıkar.
PA: İnsanoğlu bu işin üstesinden gelir mi? Yoksa evrim geçireceğiz ve yeni bir çağ mı başlayacak?
SD: Valla bu konuda ben çok iyimser değilim. Bir çok konuda benzer şeyler düşünüyorum. Ben kanserin de çaresinin bulunacağına inanmıyorum. İlaç ve tedavi yöntemleri konusunda öyle bir rant var ki! Çaresi bulunmayacak. Bu da onun gibi! Herkese görev düşüyor. Herkesi kucaklayan ekonomik ve siyasal bir yaklaşım olmadıkça sonuç iyi olmaz.
ÖM: Zaman çok daralıyor. Şimdi ve radikal bir tedbir alınırsa insanları ve pek çok türü kurtarmak mümkün. Ekonomik olarak bunun mümkün olduğu ispatlandı. İlle de Hippiler gibi komünlerde veya Tarzan gibi ağaçlarda yaşamak gerekmiyor. Teknik olarak zaten mümkün. Ama siyasi olarak mümkün mü, orasını bilemem. Tüm dünya siyasetçilerine bunu yaptırabilecek miyiz? Onu ben söyleyemem.
PA: Teşekkürler.
ÖM- SD: Biz teşekkür ederiz.
23 Mayıs 2007 tarihinde Alem dergisinde yayımlanmıştır.