17 Eylül 2006Evrim Alataş
Kemoterapinin beş günlük yan etkisinden kurtulmuşum, saçlarım dökülmeden evvel Diyarbakır'ın sonbaharının tadını çıkarayım diyorum. Hava nihayet biraz serinlemiş. Kim kanseri duysa, "bu işin ilacı moral" diyor. Meditasyonlar, reikiler, şifalı otlarla dolu telefonlardan kurtulup Diyarbakır'ın sokaklarına atıyorum kendimi. Adına şimdilik "moral" dediğim sihri arıyorum. Her yer çocuk! Dünyanın bütün sihirlerini bozacak kadar gerçek, yoksul, uyanık ve çoklar. Selpak satan veya araba camı silen, her ne ile meşgulse, Diyarbakır'daki çocukları reddedersen, "Canın sağolsun" deyip gidiyorlar. Can sağlığı topluyorum ben de. Çok ve bedava!.. Diyarbakır, en çok Diyarbakırlıları şaşırtan bir kent. Kim ki bir gününü boşaltıp sokakları dolaşsa, kente "yabancı" bulduğu anekdotlarla dönüyor evine. Çünkü Diyarbakır ezber bozuyor. Hiç kimse, bu kenti ezberlediğini sanmasın. Nereden bakıyorsa baksın! Diyarbakır her gün ustaca değiştiriliyor. Ofis, Diyarbakır'ın merkezi. Karşıdan üç kişi geliyor. Caddeyi sallayarak ilerliyorlar. İki kız, bir erkek. Kızlar, Diyarbakır'ın ezberini altüst edecek oranda transparan giyinmişler. Yanlarındaki erkek ise kadın giysili. Kim dönüp baksa, bir hışımla saldırıp, küfür ediyor, ardından kahkahalar atıp, her yere sataşıp her yere dokunarak yollarına devam ediyorlar. Eski Türk filmlerindeki amatör çekimler gibi sahneler oluşuyor caddede. Herkes durup gidenlere bakıyor. Ve herkes yoruma duruyor. Yorumlar ne çok birbirine benziyor: "Bunları sokağa salıp milleti alıştırmaya, yozlaştırmaya çalışıyorlar. Bunlar buralı değil!" Hemen ileride enteresan bir Kürtçe ile "Gerilla roj baş!" (günaydın gerilla) şarkısını söyleyen bir kadının sesi ilişiyor müzik marketten kulağıma. Çok belli etmişim şaşkınlığımı ki, içeriye girer girmez dükkân sahibi sanatçının ismini söylüyor. Daha doğrusu söyleyemiyor. Çünkü bu bir İsveçli. Ofis'in ortasında, İsveç asıllı bir müzisyenin garip Kürtçe ile sesi yankılanıyor. Hiç kimse şaşırmıyor. Diyarbakır'da şaşılası şeylerle normal hayat birbirine karışmış halde. 30 Ağustos kutlamalarından iki gün önce kente indiğimde, savaş çıktığını sanmıştım. Provalar yapılırken bile kentin her yanı zırhlı araçlar, özel timlerle dolmuş, yollar kesilmiş, trafik altüst olmuştu. Provaydı bu! Kendisini göremedim. Geleneksel Arap giysileri taşıyan, yani bileğine kadar uzanan entarisi ile göğsünde Nasrallah'ın fotoğrafı bulunan kadın, elini açıp Kürtçe dileniyor. Musul'dan geldiğini, Kürt olduğunu söylüyor. Biri dayanamayıp "Git o yakanda taşıdığın yardım etsin. Nasıl Kürtsen?" diyor. Yakın zamanda Dağkapı meydanında İslami motifli bir grup tarafından açılan ve Lübnan'da yaşananları anlatan sergiden esinlenmiş pekâlâ kadın. Zaman doğru, mekânda hata var!
Bomba Ve o gün, yani bütün bunların olduğu günün akşamı... Koşuyolu Parkı'nda patlayan bomba! Koşuyolu Parkı, çimenlerin üstüne oturup, etraflarına çocuklarını toplayıp çekirdek yiyen kadınların, akşam serinliğinde arkadaşlarıyla buluşup ucuz çay içen gençlerin, boyacıların, simitçilerin parkı. O akşam orada patlayan bombanın peşine düşmüş değilim. O bombayı ısrarla Emniyet Müdürlüğü'ne taşıtmak için neredeyse kentin haritasıyla oynamaya çalışan, zaman ve mekân kavramını yitirenlerin ya da varsa bir ihtimal, o bombayı taşırken orada yanlışlıkla patlatanların peşinde değilim! Hepimiz aynı şeyi konuşsak bile: "Neden tam da ateşkes olacağı dönem patladı? Neden en işlek yerde patladı? Bunu derin güçler yaptı! TİT üstlenmiş zaten. TİT kim? Bir çeşit JİTEM!" Diyarbakır'da çocuklar şu veya bu biçimde ölüyor. Savaş ortamında doğup savaş ortamında ölüyorlar. Kürtçe isimleri, savaşın dışında bir yaşama taşıyamayacak kadar kısa sürüyor hayatları. Diyarbakır'da bir teker patlasa, sokakta üç tane sakız satan çocuk ölüyor. Ve Diyarbakır'da teker falan değil, aralıklarla silahlar, bombalar patlıyor. Ve hiçbir çocuk, Lübnan'da yıkıntılar arasında havaya kaldırılan o topraklanmış, kanlanmış bebek kadar zihinlerde bir yere oturmuyor. İşi çocuk ölümlerine ne zaman getirsem, kendimi artık sıkıntı yaratan sevimsiz bir arabesk şarkının nakaratını mırıldanır gibi hissediyorum. Savaşın ortasında çiçek dikmek kadar garip! Kürdün bir son hali vardır. "Hawar" hali. İsyan ve imdat, ikisinin karışımıdır bu aslında. Elinde hiçbir şeyi kalmadığı zaman, sakallarını yolmaya başlayan bir yaşlı adam ya da yüzünü tırnaklayan bir yaşlı kadın hali... Bu noktaya gelince ne Tanrı'dan umudu kalır ne kuldan. Şimdi elimi saçıma atsam tutam tutam gelecek biliyorum, zaten dipleri kurudu. Sanatçılar arasında bir "trend" haline neredeyse dönüşecek olan bu "yalvarıyorum" cümlesini kurma takatinde değilim. Ölenlerin arasında bir genç vardı, neredeyse savaşla akran. Adı Rojhilat. Yani doğu. Güneşin doğduğu taraf. Işık sönüyor, ölüm doğudan yükseliyor. Soruyorum: Moral neyi yener kekê (1)? 1. Kekê: Kardeş