Montreal İklim Değişikliği Konferansı Öncesinde

-
Aa
+
a
a
a

Ömer Madra: Küresel iklim değişikliği ile ilgili haberler ve raporlar birbiri ardından geliyor. Ne diyorsunuz bu işlere?

 

Semra Cerit Mazlum: Aslında biraz da yaklaşan görüşmelerden kaynaklanıyor bu, 28 Kasım'da başlayacak ve Aralık'ın birinci haftasında da devam edecek olan, Montreal İklim Değişikliği Konferansı, Kyoto Protokolü'nün 1. Taraflar Toplantısı var. Hem basının ilgisi hem de hazırlanmış raporlar var bu konuda hazırlık olması açısından. Kyoto sonrası veya 2012 sonrası için neler yapılaca? Görüşmelerden önce elimizde ilginç bir rapor var.  İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi, yani Türkiye'nin 2003'te onaylayıp 2004'te taraf olduğu, Kyoto Protokolü'nün de içinden türediği çerçeve sözleşemesinin sekreteryası ilk defa bir rapor yayınladı. 1990'dan 2003'e kadar, "ek1 ülkeleri"nin, yani Türkiye'nin de içinde olduğu emisyon azaltımı yapmak zorunda olan ülkelerin bu konuda ne tür gelişmeler gösterdiklerini ortaya koyan bir rapor bu. Ülkeler yüklendikleri sorumlulukları yerine getirebilmişler mi getirememişler mi, bize onu da gösteriyor. Aynı zamanda 2012 sonrası için ışık tutucu olacak. İlginç veriler var burada, "ek1 ülkeler", yani gelişmiş ülkeler diyebildiğimiz endüstrileşmiş dediğimiz ülkelerde emisyon oranları düşmemiş, yani sözleşmeyi onayladıktan sonra, 2003 yılına kadarki verilerin toplamından görülüyor ki emisyonları düşürememiş bu ülkeler.

 

ÖM: Yani uluslararası anlaşmadan doğan yükümlülüklerini, vaatlerini, taahhütlerini yerine getiremiyorlar?

 

SCM: Evet. Aslında toplam olarak emisyonlar düşmüş gibi görünüyor, yani gelişmiş ülkelerin emisyonları, 1990 seviyesinin altına 5.9 oranında düşmüş. Ancak bu düşme anlamlı değil çünkü dönemsel koşullardan kaynaklanan bir düşüşün toplam etkisi aslında; en büyük düşüş doğu bloku ülkelerinden, yani ekonomisi geçiş sürecinde olan ülkelerden kaynaklanıyor. Bu ülkeler o dönemde yaşadıkları siyasal ve ekonomik çöküş ve geçiş sürecinden dolayı emisyonlara yansıması olmuş. Bu ülkelerde yaklaşık %40 oranında bir düşüş söz konusu, Bulgaristan, Çekoslovasya ve Polonya gibi ülkelerde, ama geçiş ekonomisi olmayan yani "ek1"in gelişmiş ülkelerinde, emisyonlar toplam olarak 9.2 artmış. İkisi birleştiğinde bir düşüş varmış gibi görünüyor, bir iyileşme, ilerleme varmış gibi görünüyor ama dediğim gibi bu dönemsel bir olgu. Bunun dönemsel olduğunu, belli bir döneme özgü koşulların ürünü olduğunu anlıyoruz. Bu geçiş ekonomilerindeki düşüşler de aslında yine 1990'ların ilk yıllarından kaynaklanıyor, o süreç içinde bir düşüş var. Ondan sonra da 90'ların sonlarından itibaren ve günümüzde bu ülkelerin emisyonları da artmaya başladı.

 

ÖM: Bir tek İngiltere'nin tam tutturabileceğinden söz ediliyordu, ama son açıklamalarla, İngiliz hükümetinin yayınladığı raporlardan da Kyoto hedeflerini tutturamayacağının anlaşıldığı söyleniyor.

 

SCM: İngiltere şu anda hedefini yakalayan tek ülke, hatta yarım puan da geçen tek ülke, %12.5, yani AB sorumluluk ya da yük paylaşımı çerçevesinde 12.5 düşürmesi gerekiyordu emisyonlarını, %13 düşmüş durumda.

 

ÖM: Bu rapor herhalde bir süre önce yayınlanmış..

 

SCM: Evet 2003'e kadar olan veriler bunlar.

 

ÖM: 2004'teki ve sonrasındaki gelişmelerle İngiltere'nin de tutturamayacağı açıklandı.

 

SCM: Evet. İngiltere'nin enerji projeksiyonlarında böyle bir kaygı var. Bu sabah BBC'de bir haber vardı; Tony Blair'in iklim için başvurulması gereken ya da başvurulması kaçınılmaz olan çözümlerden birisi olarak nükleer enerjiyi görmeye başladığı ya da nükleer enerjiyi seçeneklerden birisi olarak kabul etmeye başladığı yönünde bir haber. Tabii bu hem Kyoto sonrası anlaşmaların genel çerçevesi içinde pek çok ülkenin ve politikacının savunmaya başladığı, desteklemeye başladığı bir görüş, ama İngiltere bu konuda epey bir siyasi niyet almış durumda nükleer enerjiye geçiş yönünde.

 

Avi Haligua: Son 2-3 aydır bunun altyapısını da hazırlıyorlardı aslında, bir kaç haber çıkmıştı, en mantıklı yol olup olmayacağına dair tartışma vardı en azından.

 

SCM: Evet, kamuoyunu da hazırlıyorlar, siyaset yapım süreçlerini de hazırlıyorlar, hatta İngiltere Finlandiya'dan öğreniyor, Finlandiya'da yerel halk nükleer santrallerin kurulmasına nasıl ikna ediliyor diye. Bu konuda toplantılar düzenliyorlar Finlandiya ile birlikte. Hangi ikna süreçleri işliyor, ya da rıza nasıl alınıyor konusunda Finlandiya'dan bir öğrenme sürecine girmiş durumda İngiltere bugünlerde.

 

ÖM: Yani "rıza imalatı"na geçilmiş durumda, Chomskyvari bir terim kullanacak olursak. Aslında sadece dün çıkan üç yazıya bakınca, artık bunun nükleer vs. ile yapılmasının imkansız olduğu açıkça görülüyor. Grönland'daki erime bilim insanlarının tahmin ettiğinin çok çok ötesinde, çok hızlı, hatta bu gidişle 1000 yıl gibi bir sürede Grönland kalmayacak, ki bu dünyanın en büyük su kaynağı. O yok olacak deniyordu, şimdi belki 500 yıl, belki de daha az olduğundan, yani inanılmaz şeylerden bahsediliyor. Yılda 35 metre denize doğru yürümekte olduğu, adeta koşmakta olduğu ve zirvenin de aslında 150 km gibi bir uzaklıkta olduğu düşünülecek olursa... Bu Geophisycal Research Letters dergisinde yayınlanacakmış, Independent'ın önden yayınladığı bir haber.

 

SCM: Belki görüşmeye katılanları oraya bir ziyarete götürmek lazım.

 

ÖM: Kesinlikle, gözleriyle görmeleri gerekiyor tabii. İki büyük buzulun isimleri de veriliyor; 4 yıl içinde Hellheim adı verilen buzulun cephe kesimi, 33 metre düşmüş mesela, 33 metre buz kaybetmiş. Bu düşünülemeyecek bir şey gibi geliyor ve Grönland'ın buz zirvesinin tepesi sadece 150 mil, ama bu da yakında etkilenecek diyorlar. Grönland'ın yıkımı ise dünyaya inanılmaz etkide bulunacak. Artık üzerinde fazla tartışılacak bir tarafı yok.

 

SCM: Türkiye'de de buzulların erimeye başladığı yönünde haberler var, sürekli kar altında olan bazı bölgelerde artık bu karlar ve buzlar yokmuş.

 

ÖM: Yrd.Doç.Dr. Ökkeş Kesici'nin yaptığı bir araştırmayı, TÜBİTAK için hazırladığı raporu da görmüştük, %97'si erimiş zaten. Himalayalar'da, buz göllerinin yüz milyonlarca insanın yaşamını etkileyeceği yolunda bir haberler var. Nature Dergisi'nde, buzulların yok olmasının, hastalıkları, selleri ve temiz su kaynaklarını çok ciddi bir şekilde etkileyeceğine dair yeni bir rapor daha yer aldı. İlk defa bir harita çıkartmışlar dünya için, küresel iklim değişikliğine en az katkıda bulunanlar en büyük tehlike altında. Bir etik sorun da var.

 

SCM: Kesinlikle böyle bir sorun var, hem sorunun yaşanma biçiminde, hem de öngörülen çözümler dolayısıyla. Geçen hafta sürdürülebilir kalkınmayı konuştuk, sürdürülebilir kalkınmanın en temel ilkesi, kuşak içi ve kuşaklar arası adalettir. İklim değişikliği, şu andaki sorumlulukların ve etkilerin paylaşılması ya da yayılması açısından, böyle kuşak içi bir adaletsizlik yaratıyor yaratıyor. Aynı zamanda öngörülen çözümler açısından da böyle bir adaletsizlik olmaya başladı yavaş yavaş. Geçen hafta konuştuğumuz gibi, teknolojiye aşırı bağımlı çözüm önerileri ya da tek alternatif çözüm yolu olarak teknolojiyi gören yaklaşımlar, bu kuşaklararası adalet nosyonunu da artık gözardı etmeye başladılar. Çünkü teknoloji sorunu bugün çözmek yerine yarına aktarmaya yarıyor yalnızca. Sorunu öteliyoruz, bugün yalnızca gelecekte yapılacaklara dair siyasi iradeler koyabiliyoruz ortaya. Bu da şu demek, gelecek kuşakların daha fazla ısınmış bir dünyada yaşamak zorunda olmalarıdır. Dediğim gibi kuşaklar arası adalet ilkesinden uzaklaşma anlamına geliyor, yine teknolojinin kuşak içi adalet açısından da sonuçları var, o da teknolojiye erişme ya da sahip olma konusundaki eşitsizlikten dolayı, ancak bu teknolojiye ya da iklim değişikliğini engellemeye yarayacak teknolojiye sahip olan ya da geliştirebilen ülkelerin önlem alabilmesi, kendisini hazırlayabilmesi, teknolojiye sahip olmayan ülkelerin de bu sorunla yüzyüye ya da başbaşa kalmaya devam etmesi gibi bir sonuç doğuruyor.

 

ÖM: Montreal'deki iklim konferansının da koordinatörlerinden birisi olan, İzlandalı BM danışmanı Thorgeirsson, hükümetlerin ve siyasi liderlerin, bilim insanlarının ortaya koyduğu hızın çok gerisinde kaldıklarını ve kararlı bir adım atmaktan çok uzak bir noktada olduklarını ve bunun da çok ciddi bir etik sorun yarattığını söylüyor. Hatta para da yeterli olmayacaktır diyor, yani politikacılar 2010'a kadar bundan sonraki hedeflerin ne olduğunu tartışırlarken teknolojik yatırımların da neredeyse imkânsız olduğunu ortaya koyan açıklamalar var.

 

AH: Teknolojinin imkânlı olması halinde bile, iklim mültecilerinin yine karşımızda olacağını söyleyebiliriz, en hafifini söylemek gerekirse.

 

SCM: İnsanların yaşam koşulları bozulmaya devam ediyor, teknolojinin herşeye çare olması mümkün değil. Çevre politikasında, insan aklının ve insan becerisinin yeryüzündeki tüm sorunları çözmeye muktedir olduğu, bütün sorunların üstesinden gelebileceği, önemli olanın insanın aklı ile ürettiği teknoloji olduğunu, teknoloji uygulandığı sürece bütün sorunlarla baş edebileceğine inanan bir grup var.

 

ÖM: Fakat, teknoloji böylesine her şeye kâdir bir şeyse, neden bugün bu sorunlarla boğuşuyoruz, bu kadar teknolojik gelişmeden sonra? Hatta bana öyle geliyor ki teknoloji daha çok kendi yarattığı sorunlara çözüm bulmaya uğraşan bir dal gibi görünüyor.

 

SCM: Tabii aslında burada bir söylem kırılması ya da değişimi de söz konusu, yakın zamanlara kadar biz teknolojiyi ekolojik krizin nedeni olarak tanımlıyorduk hep. Aslında yaratılmakta olan yeni söylem, bunun tam tersine bizi ikna etmeye çalışıyor, ya da bizi alıştırmaya çalışıyor, teknolojiyi çözüm olarak sunuyor. Yani olumsuz etkilerini, teknolojinin yarattığı sorunları ya da teknolojinin yanlış kullanımından kaynaklanan sorunları bir tarafa bırakıp, onu tek yönüyle, iyi ve olumlu tarafıyla sunuyor.

 

ÖM:Benim dikkatimi çeken bir husus daha var Thorgeirsson un açıklamalarında, bir BBC haberi bu... Demiş ki "iş dünyasının da çok daha net olması lazım önümüzdeki hedeflerin belirlenmesine ki yatırımlarını ona göre düzenlesin." Tam bu noktada da sizin dikkat çektiğiniz şey geliyor, dünyanın en büyük sigorta kuruluşlarından Swiss Reasürans'ın da sponsoru olduğu, UNDP tarafından hazırlanan ve Harvard Tıp Fakültesi tarafından yapılan araştırmada, hem sağlık, hem ekoloji, hem de ekonomik boyutlarıyla bakıldığında pek iç açıcı sonuçlara rastlandığı söylenemiyor. Çok hoş bir başlangıç noktası var; "İklim bütün hayatın bağlamını belirleyen çerçevedir" diye başlıyor. Yani bütün hayatımız buna kaim aslında.

 

SCM: Ön koşul, ya da tek koşul iklim, bütün yaşam formları, yeryüzündeki bitki, hayvan, insan ve mikro organizmalar dahil hepsinin varlığı iklim koşullarına bağlı.

 

ÖM: Dolayısıyla da bu bağlamda bir değişiklik olursa, küresel iklim değişikliği ve onun getireceği bütün bu diğer etkilenmelerle beraber, hayat denen, bir türlü tanımlanamayan o fenomenin her yönünü, etkileyecektir. "İklim de değişmekte ve oldukça hızla değişmekte" diye başlıyor, çok geniş kapsamlı bir raporun sadece özet kısmından aktarıyorum bunları. Şaşırtıcı bir para ve emek harcanmış rapora "Şimdiye kadar pek rastlanmayan bir biçimde, bilim camiası hemfikir bu konuda. Gelecekte, daha hızlı, ani ve daha büyük değişmeler de olacak" diye başlıyor.

 

SCM: Az önce söylediğiniz gibi, politikacılar bilimin hızına ya da bilimin becerisine, kapasitesine ya da öngörüsüne yetişemiyor. İklim politikası kavramının yeni ortaya çıktığı dönemlerde, Türkiye, Amerika'nın politikasının peşinden giderek ya da ona benzer bir dil kullanarak iklim değişikliğinin henüz kanıtlanmadığını, daha doğrusu insan etkisinden kaynaklandığının kanıtlanmadığını bilimsel olarak destekliyordu ya da savunuyordu, ve iklim sözleşmesinin dışında kalmaya çalışıyordu. Artık politikacıları ikna etmesi gerekmiyor iklim biliminin, bütün dünya halklarını, toplumlarını ikna etmiş durumda. Yalnızca politikacıları harekete geçirmek kısmı kalmış gibi görünüyor.

 

ÖM: Bilim insanları, küresel ısınmanın, doğrudan insan faaliyetinden, fabrika bacaları, arabalar, ulaşım, ısınma, vs. faktörlerinden, fosil yakıt kullanımından dolayı olduğunu  elbette söyleyemiyorlar, tıpkı sigaranın da belli bir insanın kanser olmasına yol açtığını kesinlikle söyleyememeleri gibi. Ama Harvard Üniversitesi'nin hazırladığı raporda da onun dışında her şey de söyleniyor; çeşitli senaryolar yapılmış ve 2003 ve 2005 yazlarında görülen sıcak dalgalarının çok daha büyük etkisi olacağından tutun da, zaten mevcut olan su sıkıntısının daha da artacağını, özellikle ABD'nin batısının çok ciddi bir kuraklık yaşayacağını, ve büyük elektrik kesilmeleri olacağını, enerji sektöründe çok ciddi sorunlar yaratacağını söyleyen çok ayrıntılı bir rapor var, ama ne yapılacak bu senaryolara uygun onu bilmiyoruz.

SCM: Özellikle susuzluk, suya erişememekten kaynaklanan salgın hastalıklar önemli bir sorun haline gelecek. Tabii bütün rakamlar ortaya koyuyor ki, 2030-2050 arasında pik yapacak küresel sıcaklık. Şu anda uygulanan politikalarla bile iklimin ısınmasının önüne geçilemiyor, ancak belki 2050 sonrasında şu anda uygulanmakta olan ya da 2008-2012 arasında uygulanacak olan önlemlerle geleceğe dönük bir azalma olabilecek ama 2030-2050 arası böyle aşırı bir yükselme dönemi olacak. Bu bize hastalıklar, susuzluk, vb. başka pek çok olumsuzluğu birlikte getiriyor. Burada yapılması gereken, Kyoto sonrası görüşmeler içerisinde, artık daha fazla öne çıkarılmaya başlanan bir iklim politikasının, uyum süreci dediğimiz politika yöntemlerinin benimsenmesi, yani ülkelerin de, kentlerin de, belki bireylerin de iklimin değişiminden kaynaklanan, hem ekonomik, hem sosyal, hem de sağlık gibi alanlardaki etkilerine hazırlıklı olması gerekiyor ve önlemlerin şimdiden geliştirilmesi gerekiyor. Burada en büyük pay da, kentlere ve kent yönetimlerine düşüyor. Kent yönetimleri bu uyum sürecinde ne yapmalılar, ya da nasıl bir uyum süreci geçirmeliler bu dönemde, 2050'lere kadar? Bu da önemli bir konu.

 

ÖM: Amerika'da kentlerin belediyelerin ve Kaliforniya Üniversitesi gibi pek çok şeyin başını çekmiş üniversitelerin şimdi de küresel ısınma ve iklim değişikliği üzerinde epey faaliyet göstermekte olduğunu, bilimsel raporların yanı sıra aktivizm yapmakta olduklarını da görüyoruz.

 

AH: Kendi okullarını bu yeni sürece ayarlıyorlar.

 

SCM: "Sürdürülebilir üniversite" diye bir kavram var; üniversiteler, binalarının ısıtılmasılmasından, atıklarının bertaraf edilmesine kadar bütün üniversite içindeki gündelik hayatın sürdürülebilir bir şekilde yürütülmesi konusunda politikalar, yöntemler de geliştirmiş durumdalar. Bu da bu uyum  sürecinin boyutlarından bir tanesi, eksik olan yöntemlerden bir tanesi.

 

ÖM: Montreal'deki toplantıdan önce de herhalde bir özel program yapmalıyız belki, bir de 3 Aralık'ta tam bu toplantı devam ederekn bütün dünyada, çeşitli ülke ve şehirlerde, başta Montreal olmak üzere yapılacak gösteriler var.SCM: Bunlardan birisi İstanbul'da.

 

ÖM: İstanbul, İzmir, vb. şehirler de var galiba, tam programları elimize geçmiş değil ama İstanbul'da büyük bir ihtimalle Kadıköy'de olacak. Türkiye buna katılıyor galiba?

 

SCM: Tabii Türkiye görüşmelere gidiyor, çünkü çerçeve sözleşmesinin tarafı. Taraf olmadan önce de gözlemci statüsüyle katılıyordu zaten. Ama Türkiye'nin burada çok önemli bir eksiği var, yalnızca iklim sözleşmesi bağlamında değil, bütün öteki çevre anlaşmaları bağlamında, bu tür uluslararası toplantılarda ya da görüşmelerde Türkiye çok yetersiz temsil ediliyor.

 

ÖM: Neden?

 

SCM: Bu tür görüşmelere Türkiye'nin ortalama 3-5 kişiyle katıldığını gçrüyoruz. Bu sınırlı sayıdaki delegasyon üyesinin de önemli bir kısmı görüşmenin yapıldığı kentte Türkiye'nin sürekli büyükelçiliğindeki kişiler oluyorlar.

 

ÖM: Bu özel konularla hiçbir ilgisi, uzmanlığı yok?

 

SCM: Öyle. Uzman kişiler buraya gidemiyorlar, Türkiye, orada varolan elemanlarıyla temsilcileriyle bu işi götürmeye çalışıyor. Aslında uluslararası düzeyde önemli bir çevre politikası belirleyicisi olamaması biraz da bundan kaynaklanıyor. Bakalım bu sefer nasıl bir delegasyon gönderiyoruz Montreal'e?

 

ÖM: Yani mesele sadece uzman meselesi de değil, bu konuya ilgili neler olabileceğini gören kişilerin oraya gidip bir taraf olması, ulusal politikayla, gezegen sorunlarının birbiri ile çelişmesine imkân olmadığını bilen insanların gitmesi gerekiyor herhalde.

 

SCM: Şöyle bir söz var bu konuda önemli bir yazarın söylediği, "jeo-politikadan eko-politakaya geçiyoruz". Yani ülkelerin nerede oldukları önemli değil, jeolojik ya da jeostratejik koşulları değil önemli olan, ekolojik boyutta ne gibi bir yer tutuyorlar dünyada, ne gibi katkıları, işlevleri var küresel yaşamın sürdürülmesinde. Bu açıdan herhalde bunu da gözden geçirmek gerekiyor Türkiye'nin yaklaşımında.

 

ÖM: Türkiye'nin bu programı dinledikten sonra artık çok geniş bir kadroyla katılacağından eminim!

 

SCM: Umarım öyle olur, yine umarım geçen görüşmelere giden kişiler giderler, çünkü sorunun bir boyutu da bu; her seferinde bir başka kişiler gidiyor.

 

ÖM: Ne olup bittiğini bile takip etmiyorlar.

 

(21 Kasım 2005 tarihinde Açık Radyo'da Açık Gazete programında yayınlanmıştır)

 

 * ABD'nin Kyoto Protokolü'nü imzalamayı reddetmesini protesto etmek için, dünyanın pek çok yerinde aynı günde yapılan yürüyüş ve gösterilerden, Londra..