Medya Konuşmaları XIII: Kamu Hizmeti Yayıncılığı

-
Aa
+
a
a
a

 

 

Ömer Madra: Bugünkü konuğumuz, Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi Dilruba Çatalbaş, hoşgeldiniz!

 

Dilruba Çatalbaş: Hoşbulduk!

 

ÖM: Bugün esas olarak kamusal yayıncılık ya da kamu hizmeti yayıncılığı hakkında konuşacağız. Bunlarla ilgili sizden bilgi alsak iyi olur diye düşündük, çünkü bunun üzerinde de pek konuşulmuyor, bir zamanlar konuşuluyordu.

 

DÇ: Maalesef öyle, 90’larda bir süre gündemi meşgul etti; bizde o kadar değil tabii, Avrupa’da çok daha fazla tartışma konusuydu kamu hizmeti yayıncılığı. Hem felsefi olarak, yayıncılık anlayışının içinde bulunduğu kriz, hem de kurumların krizi, yani içine düştükleri ekonomik sıkıntılar, arkalarındaki siyasi desteğin kaybolması özelinde, “ne olacak bu kamu hizmeti yayıncılığının durumu?” şeklinde tartışmalar vardı 1990’larda. Bizde maalesef çok fazla derinlemesine tartışılan bir konu olmadı. Gündeme geldiği zamanlarda, genellikle TRT kurumunun sorunları, siyasi erkle ilişkilerinin sıkılığı kapsamında, daha dar çerçevelerde ele alındı maalesef. O yüzden size teşekkür ediyorum bu konuyu tekrar gündeme taşıdığınız için bu programla.

 

ÖM: Estağfurullah, bizim için de çok önemli, biz de Açık Radyo’da öteden beri kamusal türde bir yayıncılık yapma isteğindeyiz. Dolayısıyla sizinle tartışarak ilerlememiz iyi olur diye düşündük.

 

DÇ: İsterseniz biraz kamu hizmeti yayıncılığı tanımı üzerinden gidelim.

 

ÖM: Lütfen.

 

DÇ: Aslında karmaşık bir manzara ile karşılaşıyoruz bu tanım meselesinde, çünkü bir kısım yorumcu, “kamu hizmeti yayıncılığı” denildiğinde, kurumları anlıyor, yani genellikle bu fikrin tarihsel olarak hayata geçirildiği, kamu mülkiyetindeki, devlet tekelinde yayın hizmetini yürüten kurumları.

 

Bir başka kesim ise, bir sistemin bütünü; yayıncılık sisteminin genel karakteri olarak değerlendiriyor, ki bu sistem içinde özel mülkiyete ait yayıncılık kurumlarını da barındırabilir. Önemli olan bunların belli bir yasal düzenleme ile kamu hizmeti vermek yükümlülüğünü üstlenmiş olmasıdır.

 

Bir başka kesim yorumcu ise, devlet yayıncılığını anlıyor. Dolayısıyla, bu alanda literatürde bir belirsizlik var tanım konusunda.

 

Bana sorarsanız, şöyle ilerleyebileceğimizi düşünüyorum; Kamu hizmeti yayıncılığı, temelde iki düzeyde anlamamız gereken kavram. Bir tanesi işin ideali, ideal boyutu. Burada ideal nedir? Kamuya, vatandaşların tamamına -tabii burada önemli olan bu tamamı meselesi- eksiksiz, doğru, zamanında, net, kesin, haber, bilgi ve eğlence hizmeti götürmek. Tabii ki bu idealin arkasında bu düşünceyi destekleyen bir felsefe olması gerekir. Onu da basit olarak belki şöyle açıklayabiliriz; Liberal, demokratik toplumlarda herkesin, her vatandaşın böyle bir hizmeti almaya hakkı vardır, böyle bir hizmete erişim hakkı olmalıdır.

 

ÖM: Vatandaşlık hakları açısından ele alıyorsunuz, çok ilginç ve önemli.

 

DÇ: Tabii ki. Liberal demokrasinin tanımı içinde, tüketiciden değil de vatandaş kavramından hareket etmek gerekiyor.

 

İkincisi, bu götürülen hizmet kamunun genel çıkarına, genel yararına olmak zorundadır. 80’lerden sonra burada çok ciddi bir problem var. “Kamunun yararı nedir, genel çıkar nedir?” konusunda ciddi tartışmalar var. Bu konuya girersek konumuzu dağıtmış olacağız.

 

ÖM: Ama bir tanım açısından girmekte fayda var.

 

DÇ: Tabii, minimumda, en radikal liberal görüşteki yorumcuların dahi kabul ettiği bir şey var ki, liberal çoğulcu demokrasi, ancak vatandaşların rasyonel davranışlar içinde olmalarıyla sağlıklı bir şekilde yürüyebilir. Yani demokrasi bir kaos, bir istikrarsızlık, bir hoşgörüsüzlük ortamı değil, tam tersine bir soğukkanlılık, bir hoşgörü, bir tolerans atmosferi gerektirir.

 

ÖM: Belki diyalog da...

 

DÇ: Evet, diyalog ortamı gerektiren bir rejim. Bunun olabilmesi için de insanların bilgiye sahip olması lazım, yani etrafında olup bitenler, ekonomik olandan siyasal olana tutun da, gündelik hayatımızdaki en küçük gelişmelere dair olup bitenler hakkında, zamanında, doğru, olabildiğince çok yönlü, çok sesli bilgilendirilmesi lazım. Ancak bu şekilde bizler rasyonel kararlar alabiliriz, rasyonel bireyler olarak davranabiliriz. Bilmeyen insan böyle bir şansa sahip olmayacaktır.

 

En minimum düzeyde insanların bu şekilde rasyonel davranmaları herkesin çıkarınadır, kamunun genel çıkarınadır, genel yararınadır. Dolayısıyla en radikal sağ yorumcu dahi liberal demokrasiye inanıyorsa buna inanmak durumundadır, inanıyorlar da.

 

Demek ki yayıncılığın kamu yararı açısından tanımı burada yatmaktadır: vatandaşlara doğru, zamanında, eksiksiz, olabildiğince çok yönlü bilgi, enformasyon, haber sağlamak. Tabii ki bunu yaparken de hayatın gülen ve sevimli yüzüne, eğlenceli yüzüne de bakabilmek, sadece haberi ve enformasyonu kastetmiyorum, eğlenceyi de kastediyorum.

 

ÖM: Herhalde vatandaşlar topluluğu olarak kaderimizi belirlememizde rolü başkalarına bırakmamak için gerekli olan bilgiden bahsediyoruz?

 

DÇ: Kesinlikle, demokratik sürecin sağlıklı işleyebilmesi için verdiğimiz kararlar. Bunu sadece seçim zamanlarında bir oy verme kararı olarak düşünmemek, bu kadar basit algılamamak lazım. Hayatımızın her anında olup bitenlerle ilgili tavır, tutum geliştirmemiz gerekiyor, o yüzden neler olup bittiğini sağlıklı bir şekilde öğrenebilmek ve mümkün olduğunca farklı kaynaklardan öğrenebilmek çok önemli.

 

Bunun altını gerçekten çizmek lazım, şimdi tek bir kaynaktan edindiğiniz bilgi, haber ne kadar çok olursa olsun, sizin bunu başka kaynaklardan sağlama olanağınız yok ise, yani doğruluğunu test etme olanağınız yok ise yine de eksik bilgilendiriliyorsunuz demektir.

 

ÖM: Eksik bilgilendirildiğiniz zaman da belli kuvvet merkezlerinin, belli çıkarların doğrultusunda sürüklenmeniz ihtimali çok artıyor.

 

Avi Haligua: Tanım da belli ilkeler içermiyor mu tam bu anlamda? Mesela hemen hemen her televizyon ya da radyo kanalı “ben kamuya eksiksiz, doğru, net haberi, bilgiyi, eğlenceyi olabildiğince hızlı bir şekilde veriyorum” diyebilir, ki hemen hepsi de bu tanımlamayı aynen kullanıyorlar bildiğim kadarıyla. Tek tek bu sıfatların tanımları var mı? Bunların içeriğini neyle doldurabiliyoruz?

 

DÇ: Tabii burada belki devam edip söylememiz gereken bir şey daha vardı ki, siz haklı olarak onu bize hatırlattınız. Bütün bunları yaparken önemli olan her şeyden önce, yani kurumsal olarak ticari yönelimleriniz, ya da bağlantılarınız ne olursa olsun,her şeyden önce ve üstün olarak kamunun çıkarını, yararını gözetmeniz gerekliliği.

 

Burada aslında temel bir problem karşımıza çıkıyor. Bu idealin çeşitli şekillerde hayata geçirildiğini, kamu hizmeti yayıncılığının değişik modellerle karşımıza çıktığını görüyoruz.

 

Tabii bilinen en tipik model BBC, kuruluşu 1922’dir, bir ticari kuruluş olarak kurulmuştur, ama 5 yıl gibi kısa bir süre sonra 1927’de devletleştirilmiştir yayıncılık hizmeti. Bir kamu kurumu yaratılarak devlet tekeline verilmiştir yayıncılık yapma ayrıcalığı.

 

O model tabii ki çok revize olmuş, en başta Britanya’da 1954 yılında özel televizyonun kurulmasıyla, yani karma bir sisteme geçilmesiyle revize olmuştur, ama Türkiye de dahil olmak üzere bir çok Avrupa ülkesinde, başka ülkelerde de bu modelin üç aşağı, beş yukarı taklit edilmeye çalışıldığını, devlet mülkiyetinde ve genellikle de devlet tekeline sahip kurumlar eliyle kamu hizmeti yayıncılığının yürütüldüğünü görüyoruz.

 

Fakat, kamu hizmeti yayıncılığı kesinlikle tek bir statik kurum modelinin içerisine hapsedilebilmesi gereken bir anlayış değildir. Bu modeli, eğer ki İngiltere kaynaklı olarak görüyorsak, en başta revize eden yine İngilizler olmuştur. 1950’li yıllarda devlet tekelinin sakıncalarının ortadan kaldırılabilmesi amacıyla, yerel bazda örgütlenen ama ulusal yayın yapan bir özel televizyon kanalı yani ITV kurulmuştur. İlk dönemler orada da benzer sıkıntılar yaşanmıştır. ITV de çok fazla Amerikan tarzı bir popüler programcılık yapmıştır ve ilk yıllarda BBC çok ciddi izleyici kaybetmiştir ITV karşısında. Fakat kısa bir süre sonra İngiliz sisteminin, siyasal kültürünün etkisiyle, bu özel yayıncılığı da kamu hizmeti yayıncılığı modeli çerçevesine çektiğini, bunu yasalar yoluyla, düzenlemeler yoluyla yaptığını görüyoruz.

 

Nasıl yapıyorsunuz bunu yasalar yoluyla? Özel mülkiyetteki yayıncıya da belli yükümlülükler getiriyorsunuz. Örneğin bütün halkın doğru, zamanında ve çok yönlü bilgilendirilmesi, hayatında olumlu bir takım değişikliklere yol açması yönünde fayda beklediğiniz program kategorilerini prime time’da yayınlama zorunluluğu getiriyorsunuz.

 

ÖM: Özel de olsa, kanuni bir düzenlemeyi mutlaka getirebiliyorsunuz, hatta getirmek zorundasınız.

 

DÇ: Mutlaka, özel yayıncı da olsa, kamu mülkiyetindeki yayıncı da olsa, belli kategorilerde programları en çok izlenen saatlerde yayınlamak zorunda.

 

ÖM: Çünkü kamu yararı esas.

 

DÇ: Tabii. Zaten başta lisans verirken, bu haklar ve sorumluluklar düzeyinde uzlaşıyorsunuz. Yani özel girişimci, daha önce belki devlet tekeliyle korunmuş bu alana girme ayrıcalığını elde ediyor, ama bu ayrıcalığı elde ederken haklarını ve sorumluluklarını net bir şekilde öğrenmiş oluyor.

 

Nedir hakları? Belli bir bedel ödeyerek, kullanım iznini belli bir süreliğine satın aldığı frekanslarda, kanun çerçevesinde yayın yapma hakkı var özel girişimcinin. Tabii ki ticari nitelikli bir yayıncı ise bu, o yayından doğan reklam, vb. ticari gelirleri de alma hakkı var, ama bunun karşılığında şu sorumluluğu da var: kamu hizmeti ilkeleri çerçevesinde yayın yapmak. Zaten yayın yapma ayrıcalığını, lisansı da alırken bu taahhütle alabiliyor.

ÖM: Yani dinleyicinin ya da izleyicinin doğru ve çok yönlü habere ulaşma hakkına karşılık bu sorumluluğu var.

 

DÇ: Kesinlikle. Şöyle bir mantıkla lisans dağıtımı yapılmıyor. “Ben buraya bir yatırım yapıyorum, 5 sene sonra geri dönüşümünü bekliyorum, 8 sene sonra da %50 kâr edeceğim” gibi bir taahhütle lisans almıyorsunuz. Aksine şunu taahhüt ediyorsunuz, “ben şu, şu, şu program kategorilerinde şu kadar program yapacağım ve bunun kamuya faydası şudur, şudur.” Bu şekilde taahhütlerle kazanıyorsunuz o lisansı. Tabii ki finansal gücünüz, bütün bu taahhütlerinizi yerine getirme gücünüz olup olmadığı da dikkate alınıyor, ama sadece bir ticari yatırımcı gibi değerlendirilmiyorsunuz.

 

ÖM: İstediğiniz gibi ticari bir faaliyetin sonunda kârınızı azamiye çıkartmanız yetmiyor, onun karşılığında önemli bir kamusal fayda, yarar getirmeniz bekleniyor. Tabii bu ikisi arasında bir tanım meselesini de karşımıza getiriyor. Biraz önce çok önemli bir noktaya temas ettiniz ve dediniz ki; “çoğulcu demokratik toplumlarda dinleyici, izleyici, okur, vs. bir tüketici değil bir vatandaş olarak görülür”, bu durumda her türlü yayıncılık aslında bir anlamda kamusal yayıncılık olarak ele alınmıyor mu? Bir kamu hizmeti yayıncılığından söz ediyoruz, BBC, TRT, gibi; bir de doğrudan doğruya her türlü yayıncılığın da kamusal olması zorunluluğu var. Bu ayrımı nasıl yapıyoruz?

 

DÇ: Dikkat ederseniz bizim yayıncılık yasamızda da öyle diyor: “Yayıncılık bir kamu hizmetidir.” Anlayış bu olmak zorunda olmak zorunda, bunu yerine getirenler ticari kurumlar dahi olsalar, bu yatırımı yapmaktan ticari beklentileri dahi olsa, yaptıkları hizmetin sonuçta bir kamu hizmeti olduğunun bilincinde davranmak zorundalar.

 

AH: O zaman işlevi yerine getirirken ödevle ilgili problem yaşıyoruz; mesela kamuya dair önemli bulunan, kamusal alanın çoğunu ilgilendirdiği düşünülen konularda yapılan bütün yayınların hemen hemen çok sıkıcı olduğunu söylemek mümkün, iyi bir prodüksiyon olmadığını söylemek mümkün.

 

DÇ: Ya da marjinlere itilip, gece kimsenin seyretmeyeceği saatlerde yayınlandığını veya çok düşük bütçeli programlarla geçiştirilebildiğini görüyoruz maalesef. Ama bizim tabii ki yasal düzenlememizin boşluklarından da bu arada bahsetmek gerekecek.

 

ÖM: Çok önemli bir ayrıma ulaştık; yayıncılıkta, ister devletin olsun ister özel sektörün olsun kamu hizmeti esastır. Yani esas olan kamusal yayıncılıktır. Bu ayrımı kesin olarak koyabiliyoruz ve vatandaş da vatandaştır tüketici değildir.

 

DÇ: 80’lerin o radikal Yeni Sağ söyleminde öyleydi. O yüzden hem kamu hizmeti yayıncılığı anlayışı, hem de kurumlar bundan çok ciddi darbe aldılar. Amerika’da başlayan özelleştirme ve deregülasyon hareketleri çok kısa bir sürede Britanya’ya sirayet etti, ondan sonra da diğer Avrupa ülkelerine.

 

Bir baktık ki, birdenbire Avrupa medya sisteminin genel karakterini oluşturan kamu hizmeti mantığı sorgulanmaya, daha farklı bir tanım içerisinde anlaşılmaya başlandı, ya da onun yolları aranmaya başlandı. O dönemde ‘vatandaş’ söylemi terk edilerek ‘tüketici’ söylemine geçildiğini, yani vatandaşın tüketicileştirildiğini görüyoruz.

 

Dünya kapitalizmi, Keynesyen sosyal refah devleti uygulamalarından vazgeçerken, bunu 70’lerdeki krizin nedenlerinden biri olarak görürken, hedef aldığı kurumlardan bir tanesi de kamu hizmeti yayıncılığı modeli ve kurumları oldu. Çünkü o da bir sosyal refah devlet kurumudur.

 

Tabi kökeninde biraz da 19. yüzyıl paternalist devlet anlayışı ve ahlaki ve kültürel liderlik nosyonları da vardır. Arkeolojik bir kazı yaparsak Avrupa felsefesinde, özellikle Britanya’da, bunları da buluruz. Victoria döneminin hizmet idealinde, alt sınıfların kültürel olarak daha üst seviyeye çıkarılması için onlara bir takım olanaklar, imkânlar yaratılması gibi. Bu imkânlar arasında kütüphaneler vardır, müzeler vardır. Kamu yayın kurumları da bütün bu kurumların ulusal frekanslarda bir devamı gibi görülmüştür. Bir de büyük bir okul gibi, eğitsel fonksiyonu çok ön planda olan bir kurum olarak karşımıza çıkmıştır.

 

ÖM: Avrupa ile ABD arasındaki ve belki de BBC ile NPR arasındaki farkları da ortaya koyan bir ayrışmaya da dikkat edelim. Bağımsızlık ne ölçüde bu kamu hizmetindeki yayıncılığın temel unsurlarından biri oluyor? Bu tanımsal farkı bence çok da aydınlatıcı bir şekilde sayenizde tartışmış ve öğrenmeye başlamış olduk. BBC şirket olarak kurulmuş ama kısa süre sonra devletleştirilmiş.

 

DÇ: Aslında tarihsel olarak baktığımızda, BBC’nin hem İngiliz siyasal kültürünün kendine özgü bir takım tuhaflıklarını ya da özgünlüklerini içerdiğini görüyoruz, hem de liberal-korporatist diyebileceğimiz bir uzlaşmanın da sonucu olduğunu anlıyoruz.

 

Şirket olarak kurulduğu zaman, 1922 yılında, BBC’yi kuranlar 6 tane radyo üreticisi firma idi. Bu firmalar İngiliz posta bakanı ya da o dönemin iletişimle ilgili bürokratı diyebileceğimiz kişi tarafından bir araya getirilerek aralarında bir uzlaşma sağlanıyor. Çünkü radyo alıcısı üreticileri bu pazarı genişletmek, daha fazla radyo alıcısı üretip satmak istiyorlar. Bunu yapabilmek için düzenli bir yayına ihtiyaç var tabii ki, insanların izleyebileceği, içerik ihtiyacı var. Bunu sağlayabilecek bir şirket kurmak düşüncesi gündeme geldiğinde, sattıkları her radyo alıcısı başına belli bir payı bu şirkete ödeyerek yayınların düzenli bir şekilde yapılmasını sağlayabilecekleri bir formül geliştiriyorlar. Burada devlet, radyo üreticileri ve bu içeriği sağlayacak olan kuruluş arasında bir arabulucu konumunda. Tabii ki bunların karşısında bir de dönemin basını var. Basın da son derece tedirgin, çünkü yeni bir araç karşısına çıkıyor, rakip olabilir. Dolayısıyla, ilk yıllarda BBC’nin haber yayınlama izni olmadığını, ancak saat 9’dan sonra ona basın kuruluşlarından iletilen bülteni okuduğunu, yani kendi haber ağı, kendi haber departmanı olmadığını görüyoruz. Basında yayınlanmayan hiçbir haberin  radyoda yayınlanamadığını görüyoruz.

 

AH: Bunlar yasalarla mı belirlenmiş?

 

DÇ: Tabii ki. O dönemde bir çok değişik çıkar gruplarını, devletin arabuluculuğu içerisinde uzlaştıran bir formül. Fakat çok kısa bir süre sonra, 1923’te bir kraliyet komisyonu kuruluyor, ki bu İngiliz siyasal kültürünün kendine özgülüklerinden bir tanesi, böyle dönem dönem çok güvendikleri saygın kişiler etrafından komisyonlar kurarak çeşitli konuların derinlemesine incelemesini yaparlar.

 

Lord Sykes’in başkanlığındaki bu komisyon yayıncılığın özel mülkiyetin eline bırakılamayacak kadar ciddi bir iş olduğunu ve bir kamu kurumuna ihtiyaç bulunduğunu belirtince ve iki yıl sonra kurulan Crawford Komisyonu’ndan da yine bu şekilde bir karar çıkınca, 1927’de BBC’nin şirket olmaktan çıkarılarak British Broadcasting Corporation’a yani kurum kimliğine dönüştüğünü görüyoruz.

 

Burada önemli olan sizin biraz önce bağımsızlık ile ilgili değindiğiniz mesele. Crawford Komisyonu’nun raporunda yer alan önemli maddelerden bir tanesi bu. Evet bir kamu kurumu olmalı, ama bu kurum günün hükümetinden bir kol boyu dedikleri mesafede olmalı, bu belli bir tarafsızlık anlayışı...

 

ÖM: Devletten de bağımsız olmalı, başka türlü söyleyecek olursak.

 

DÇ: Evet, çıkar gruplarından bağımsız, bu baskılardan olabildiğince koruyabileceğiniz bir yapı gerekiyor. Bunu tabii İngilizler kendi siyasal sistemleri içerisinde kendilerine özgü bir modelle çözebiliyorlar. Çünkü Britanya bir anayasal monarşi; bir kraliyet kurumları var. Dolayısıyla BBC’nin kurucu anlaşması bir kraliyet şartnamesi, işte kraliyet bahşediyor BBC’ye yayın yapma iznini. Dolayısıyla BBC bir kraliyet kurumu. Tabii ki içişleri bakanlığının verdiği bir yayın izni ile hareket ediyor.

 

ÖM: Yani bir imtiyazla hareket ediyor?

 

DÇ: Evet. Nasıl kraliçe günün hükümetinden, ya da partilerden üstte bir konumdaysa, BBC de bu şekilde daha üstte, daha farklı bir konumda yer alabiliyor. Günün hükümeti tabii ki lisans, yani yayın iznini veriyor, yayının nasıl olacağını, vs. belirliyor, ama doğrudan yayınlara müdahale etme, gündelik işleyişine müdahale etme olanakları sınırlı. Çünkü BBC’nin yönetim kurulu yine halkın saygın bulduğu kişilerden oluşan bir yönetim kurulu. İngiliz siyasal sisteminde Muhafazakâr Parti ve İşçi Partisi’nin her ikisinde de görebileceğimiz siyasal bir elit var aslına bakarsanız. O elit içerisinde zaten bir uzlaşma var.

 

ÖM: Bu tabii çok İngilizlere özgü ve uzlaşmacı bir çözüm, fakat özellikle 1980’lerden sonra, neo liberal ve sağ diyebileceğimiz eğilimlerle birlikte, bir yandan da bu eğlence ve yayıncılık şirketlerinin, medya şirketlerinin büyümesi sonucunda, BBC’ye ciddi bir baskı yöneldi, yani özelleştirilmesi, hatta parçalanması gündeme geldi yanlış hatırlamıyorsam.

AH: Büyük işten çıkarmalar da yaşandı.

 

ÖM: Büyük medya patronu Murdoch’un göz koyduğu söyleniyordu. Bir de savaşla beraber, özellikle 11 Eylül’den sonraki ortamda, zehirleyici diyebileceğimiz bir ortam içerisinde de BBC’nin, hükümetin görüşlerinden çok da fazla sapmayıp, o zamanki hükümet, Blair hükümeti ne istiyorsa onun doğrultusunda yayın yapması gibi bir tehlike de baş gösterdi galiba. Bunun da üzerine bir kaç görüşünüzü almak istiyorum. Sonra biraz NPR’den söz edelim.

DÇ: 80’lerde BBC, Muhafazakâr Parti iktidar döneminde çok ciddi eleştirilere, hükümetten doğrudan eleştirilere maruz kalıyor. Tabi bunu anlayabilmek için de BBC’nin 1960’lardaki dönüşümünü, BBC’deki kamu hizmeti anlayışının dönüşümünü bilmek lazım.

 

BBC’nin ilk yıllarındaki kamu hizmeti anlayışı bugün bizim elitist ve dayatmacı olarak nitelendirdiğimiz bir bakış açısına uygun aslında; yani halkı eğitmek, bilgilendirmek, bir miktar da eğlendirmek. Ama bunu yaparken hep alt sınıfları, yani kültür seviyesi düşük olan sınıfları daha yukarıya çekip burjuva kültürü ile bütünleştirebilmek amaçlanıyor.  İlk yılların formülasyonu bu şekilde.

 

60’lı yıllara gelindiğinde, Avrupa’da çok ciddi bir sosyal dönüşüm var ve BBC gibi kurumlar, özellikle soldan inanılmaz eleştiri alıyorlar. Merkezi, dayatmacı, elitist, bürokratik yapıları nedeniyle çok ciddi eleştiri alıyorlar ve bunun karşısında BBC’nin, kendini ve yayın politikasını değiştirdiğini görüyoruz. Toplumdaki çoğulculaşmaya, kültürel çeşitlenmeye, etnik çeşitlenmeye daha saygılı, bunu daha çok yansıtan bir yayıncılık politikasına geçtiğini görüyoruz.

 

Tabii bu 1980’lerin Yeni Sağ anlayışına sahip olanlar için BBC’nin solcu olması demek. BBC Margaret Thatcher döneminde en çok eleştiriyi bu açıdan alıyor. BBC bir takım solcuların ele geçirdiği bir yayın kuruluşu olarak görülüyor. İngiliz halkının ulusal hassasiyetlerini dikkate almayan, Falkland savaşında bile İngiliz askerlerine ‘bizim askerlerimiz’ demeyen, ‘İngiliz askerleri’ diyen bir takım insanların ele geçirdiği bir kurum.

 

O yüzden bir ideolojik saldırı var BBC’ye. BBC aslında Yeni Sağ ekonomik dogmasıyla da çok tezat bir kurum. Yeni Sağ ne diyor; “devleti küçülteceğiz ve ekonomik alandan çekeceğiz”, yani “devlete artık gerek yok.”

 

ÖM: “Banyo küvetinden akıp gidecek kadar küçülteceğiz” diyorlar.

 

DÇ: Evet, devleti küçültmek lazım. Dolayısıyla böyle başarılı bir kamu kuruluşu ve dünya çapında saygın bir kamu kuruluşu, aslına bakarsanız tam da bir tezat teşkil ediyor. Demek ki kamu kuruluşları da başarılı olabiliyorlarmış.

 

ÖM: Bu açıdan kötü örnek!

 

DÇ: Evet. Dolayısıyla orada bir de şöyle saldırmak gerekiyor:  Neden böyle bir kurum sadece kamu kaynakları, daha doğrusu lisans ücretleriyle finanse oluyor? Neden tüketiciler izlemedikleri halde BBC’ye lisans ücreti ödesinler? Bu aslında bir vergidir, ayrım gözetmez, zengin, fakir, izleyen, izlemeyen ayrımı gözetmez, haksızdır, dolayısıyla BBC’nin de diğer ticari yayıncılar gibi kendi ayakları üstünde durabilmesi gerekir. En önemli saldırı noktalarından bir tanesi bu olmuştur. Muhafazakâr Parti, 1988’de kurduğu komisyonla BBC’nin finansal kaynaklarının incelenmesini istemiştir. “BBC’yi daha etkin ve verimli çalışan, kamu kaynaklarından beslenmeyen bir kurum haline nasıl getirebiliriz?”, “reklam alsın mı, almasın mı?” konuları tartışılmıştır. Bu da tabi ciddi bir dönüşüm ve doğrusunu isterseniz Muhafazakâr Parti içindeki siyasal elitler bile bu konuda Thatcher’a destek vermediler, çünkü BBC siyasal elitler arasında çok sevilen bir kurum.

 

ÖM: Saygın bir kurum, inandırıcılığı yüksek.

 

DÇ: Öyle bir niteliği de var, dolayısıyla orada çok fazla mesafe kaydedemedi Muhafazakâr Parti. Fakat nerede kaydetti? BBC’yi kendi kendine, kendi içinde revizyon yapmaya zorlayarak ciddi bir mesafe kayedettiler. 1990’lı yıllarda BBC’nin başına gelen genel müdürler, yayıncı kimliklerinin ötesinde bir de işletmeci kimlikleri ön planda olan müdürlerdi ve BBC’yi çok ciddi bir şekilde, hem eleman sayısında azaltmalara giderek, hem de ‘Producer’s Choice’ (Prodüktörün Seçimi) adını verdikleri bir proje etrafında, kendi iç pazarını oluşturacak bir yeniden yapılanmaya zorlayarak, değişen pazar koşullarına adapte olmaya ittiler. İçeriden bir başarı.

 

ÖM: Önemli bir kültürel ve ‘ideolojik’ başarı diyebilir miyiz?

 

DÇ: Tabii, işletme mantığının BBC’ye girmesi çok önemli bir başarı.

 

ÖM: O zaman kârlılık ve işletme rasyonelliği gibi kavramlar işin içine giriyor.

 

DÇ: Kârlılıktan ziyade, bir kamu kuruluşu olduğu için, verimlilik kavramı içerisinde daha çok meşrulaştırıldılar.

 

ÖM: Şirket kültürünün mantalitesinin bir uzantısı oluyor. Birinci amaç kamusal hizmet, kamusal yayıncılık yararı olmaktan çıkıyor gibi mi?

 

DÇ: Kaynakların etkin ve verimli kullanımı. Sonuçta bu kaynaklar, yatırımlar, programlar şeklinde kamuya geri döneceği için, kamunun yararınadır, böyle düşünürseniz. Fakat ilk yıllarda, özellikle BBC prodüktörleri için zor bir geçiş dönemi yaşandığını söylemek lazım. Birdenbire bir kurum olarak, bütün olarak çalışırken, her bir departmanın bağımsız çalışmaya başladığı bir sisteme geçiyorsunuz. Bir prodüktör olarak, diyelim ki stüdyo hizmeti almak zorundasınız, montaj hizmeti almak zorundasınız, ışıktı, sesti, vs. bütün bunlar için ayrı ayrı her bir departmana bütçenizden para ödüyorsunuz. Size verilen belli bir miktar var, her bölüm bağımsız olduğu için siz önceden gidip anlaşmanızı yapıyorsunuz. Bir BBC prodüktörü olarak BBC’nin içinde stüdyoyu kiralıyorsunuz, “şu kadar saat burada program yapacağım” diye.

 

AH: Muhasebe, bürokrasi demek, başka bir şişme kambur anlamında gibi görünüyor benim gözüme.

 

DÇ: Olabilir tabii, bunu BBC raporlarında göremiyoruz. Kaynakların daha etkin ve verimli kullanılması yönünde, böyle bir iç pazar yaratarak, prodüktörlere bütçeleri içinde kalmaları yönünde bir baskı uygulayabiliyorsunuz. Dolayısıyla bu da bir etkinlik ölçüsü olarak gösteriliyor.

 

ÖM: Son zamanlarda BBC’ye bir de çok ciddi olarak başka yönden baskı geliyor, parçalanması da gündeme geldi, hatta geçen sene çok büyük ölçüde işten çıkartmalar, vs. olacağını düşünüyorduk ama şimdi yine belli bir durumu koruyor.

 

DÇ: BBC çok dayanıklı bir kurum, bunda en temel faktör şu unutmamak lazım ki, ne olursa olsun siyasal elitlerin desteği var arkasında ve bu destek sadece parti bazında değil sistemin genelinde var. Yani Muhafazakâr Parti’de de bu elitler var, İşçi Partisi’nde de bu elitler var. Bir şekilde BBC ile ilgili çok radikal bir reform yapılması gerektiğinde, komiteler, komisyonlar toplanıyor, raporlar yazılıyor, ama bir yere geldiğinde takılıyor. BBC de direnç gösteriyor tabii ki. Sonuçta beklenen radikallikte bir değişim olmuyor. Bu da tabi bir açıdan hem kurumun başarısı hem de oradaki o siyasal kültürün kendine özgü niteliği diye düşünüyorum.

 

ÖM: Doğru ama Medialens’in yazarlarının da yazdıkları gibi, mesela özellikle 11 Eylül’den sonraki işgalci ve istilacı hareketler karşısında ya sessiz kalarak ya da geçiştirerek, başka türden haberlerle sulandırarak epey hükümetin ana politikasını destekleyen, kamuoyunun isteğinin aksine yayıncılık yaptığını gösteren örnekler var, ama şimdi burada BBC’nin eleştirisine girmek gereksiz.

 

DÇ: Falkland savaşı sırasındaki, ya da İRA mensuplarıyla röportajlar yapılmasına kısıtlamalar getirildiği zamanki tepkileri, o radikallikteki tepkileri göremiyoruz BBC’de. Sistemle daha uyumlu, barışık. Ama aslında her zaman böyleydi. Britanya’da, BBC’nin bağımsızlığı da, Westminister adını verdikleri parlamentonun izin verdiği çoğulculuk ölçüsünde, onu da bilmek lazım.

 

ÖM: Çok kısa bir zaman kaldı, ama yine de NPR örneği var, bizde de TRT özerk olması öngörülen devletin yayın organı. Bu ikisi hakkında da kamusal yayıncılık açısından ne diyebiliriz? “NPR’ın ulusal radyo yayıncılığı da, eğer McDonalds’ın dul eşi büyük bir bağışta bulunmasaydı gümbürtüye gidiyordu” deniyor ama şimdilik dayanıyor. Yine de Avrupa ile Amerika arasındaki kamusal yayıncılığa, genel kamusal meselelere büyük bakış farkı görülüyor değil mi? Bir de TRT’yi kısaca değerlendirebilir miyiz?

 

DÇ: Amerika’da yayıncılık, radyonun başlangıcından itibaren, aslında asıl ve temel olarak ticari yayıncılık modeli içerisinde. Tabii Avrupa’daki iklimden çok daha farklı bir iklim var orada. 18. yüzyıl liberalizmine daha sadık, daha sıkı sıkıya bağlı bir Amerikan siyasal sistemi olduğunu görüyoruz. Yani kamu yararı, özel, ticari yayıncılıktan bekleniyor, tabii ki FCC’nin düzenlemeleri çerçevesinde onlar da bu yayınlarını gerçekleştiriyorlar.

 

1960’lara kadar zaten Amerika’da bir kamu yayıncılığı mantığı olduğunu söyleyemiyoruz, 1967’de daha önce toplanan Carnegie Komisyonu’nun tavsiyesi ile çıkan yayıncılık yasasında, kamu hizmeti yayıncılığı yapacak televizyon ve radyo için kurumlar oluşturulduğunu görüyoruz. Bunlardan bir tanesi Kamu Yayıncılığı Kurumu, ki bu aslında sponsorluk yapıyor kamu televizyonuna, diğeri kamu televizyonu ve NPR (National Public Radio) dediğimiz radyo. Bunların aslında üçü de özel kuruluşlar.

 

Kamu Yayıncılık Kurumu federal bütçeden fonlarla destekleniyor, özel bir kuruluş. Kamu Yayıncılığı Televizyonu ve radyosu da aynı şekilde, onlar da özel ve bir anlamda daha lokal ve kooperatif örgütlenmeler. NPR kendisi bir yayıncı değil, program üretiyor ve üye istasyonlarına, mahalli istasyonlara bu programları dağıtıyor, satıyor. Geçimini bu programların geliri ile ve tabii ki federal bütçeden paylarla sağlıyor.

 

Önemli bir düzenleme, ama Amerika’daki sistemin genel karakterini değiştirmeyen bir düzenleme. Zaten 1960’lardaki, özellikle televizyonda kamu yayıncılığına dönük hevesin de, 1980’lerde Reagan döneminde federal bütçelerde yapılan ciddi kısıntılarla biraz kursakta kaldığını söylemek mümkün. Reagan’ın özelleştirme gelişmeleri içerisinde ilk yaptığı işlerin birisi bilgisayar sektörüne girme izni karşılığında AT&T’nin tekelinin kaldırılması, diğeri de kamu hizmeti yayıncılığı için ayrılan federal bütçelerin çok ciddi biçimde kesilmesiydi. Ondan sonra kamu hizmeti yayıncılığının Amerika’da ciddi bir şekilde şirketlerin bağışlarıyla, programlara sponsor olmalarıyla sürdürülebilen bir niteliğe büründüğünü ve bunun da olumsuzluklarının, sakıncalarının tartışıldığını görüyoruz.

 

ÖM: Bunun sonu yok maalesef, ama bir cümle ile TRT’nin durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz kamusal yayıncılık açısından? Çok ayrı bir konuşma yapmamız gerekir herhalde TRT konusunda?

 

DÇ: Kesinlikle. TRT’nin yaptığı iş mutlaka kamusal hizmet niteliği taşıyor ama kamu hizmeti yayıncısı olarak TRT’nin çok ciddi handikapları var, oldu. Tabii ki burada kurumu aşan, Türkiye’deki siyasal düzenle, siyasal gelenekle ve yasalarla ilintili problemler var. Bunun çözümünü de herhalde ancak onlarla ilintili konuşmak mümkün olur.

 

ÖM: Evet, bağımsızlaştırılmasına giden çok zor bir süreçten bahsediyor olabiliriz belki. Belki de TRT’yi tamamen ayrı ele alan bir konuşma için sizi bir kez daha buraya davet ederiz.

 

DÇ: Estağfurullah.

 

ÖM: Yine her zaman olan şey oldu, Medya Konuşmaları’nda bir saat yetmiyor bize, çok hızlı ve geride çok şey bırakarak kapatmış oluyoruz.

 

DÇ: Medya konularında çok dert var demek ki.

 

ÖM: Aynen öyle. Çok çok teşekkür ederiz, tekrar görüşmek üzere.

 

DÇ: Rica ederim.

 

(13 Haziran 2006 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)