Medeniyet Dediğin...

-
Aa
+
a
a
a

Sonnur

 

O garip gidişatı en çok, geçtiğimiz on yılın son çeyreğinde hissetmiştim; iki çift nitelikli laf edilebilecek insanlarla kurulan muhabbetler, dönüp dolaşıp bir biçimde çağa duyulan memnuniyetsizliğe ve geçmişe duyulan özleme, ardından da günümüzün çocukluğuna, çocuklarına; yaşamlarının -bizlerin çocukluklarına göre- tekdüzeliği ve renksizliğine geliveriyordu... Zamane çocuklarının yaşamlarına ilişkin deneyimleri -ya da deneyimsizlikleri- anlamakta, çok ciddi zorluklar ve zihinsel kopuşlar yaşıyordum, yaşıyorum... Mesela arkadaşımın oğlu (galiba o senelerde 5-6 yaşlarındaydı) hayatında hiç tavuk görmediğini söylemişti bana. Şaşkınlıkla dinlemiş, “hadi be!” demiştim içimden. Tavuk bilmemenin nasıl bir şey olduğunu bilebilmek, anlayabilmek gerçekten güç bir durum. Ayrıca, bu öyle tek başına ‘tavuk bilmemek’le geçiştirilebilecek bir durum değil. Onu bilmeyen, tanımayan, kanatlıgillerden olan bu hayvancığın günlük yaşamına ait yığınla hoş ayrıntıyı da bilmiyor demektir. Nasıl anlatılabilir, nasıl aktarılabilir ki? Nafile bir çaba olur her halde...“Bu, çok nadir görülen bir vaka olmalı...” deyip kendimi rahatlatmaya çalıştığım o senelerde, okuldaki profesör, Türk Kültür Tarihi dersinde, küçük oğlunun keçi tanımadığını, hatta eşekle ya da köpekle (yalan olmasın, geçmiş gün...) karıştırdığını açık ve de seçik olarak ifade edince, dalga geçtiğini falan düşünmüştüm. Hoca, konuya Türklerin konar göçerliği, dolayısıyla hayvancılıkla girmiş ve ardından da sınıftakilere -durumun vahametine kendi de içerlemiş olacak- “aranızda keçi tanımayan var mı?” diye soruvermişti. Evet, inanın bana tam da böyle başlamıştı olay. Ardından da oğlundan örnek vermişti. Dalga geçmediğinden emin olduğum o an, kafamı sıranın altına sokmayı istemiştim.Konunun akıl almaz durumuna dair yaklaşık deneyimlere sahip yetişkin dostlarla yapılan sohbetler ve fikir yürütmeler neticesinde ne yazık ki, bunun ‘ne menem’ bir şey olduğunun teorisini yapamamış ve kendimi şöyle ikna etmiştim: “Tamam, bugünün çocuklarının bizimkilere benzer -bizce- hoş deneyimleri ve dolayısıyla mutluluk anlayışları olmayacak ama, onların da kendilerine göre; çağın kendilerine sunduğu -ya da dayattığı- büyük oranda teknolojiye dayalı, bizim asla algılayamayacağımız boyutta bir yaşam ve mutluluk anlayışları olacaktır”. Daha fazla deşmeden buna ikna olduktan sonra, İbni Haldun’un, insanın insan olmasının gereği olup, her şeyden evvel (ilim, medeniyet vs.) karşılanması gereken ihtiyaçlarından biri olarak ortaya koyduğu çoğalmaya, kendimi hemen hemen inandırmış bulunuyordum. Neticede biyolojime boyun eğdim ve ben de anne oldum.Geçen üç-dört yıl içinde mümkün mertebe fazla derine dalmadan, olayın sadece kendisini, olabildiğince basit bir şekilde yaşayıp müthiş güzel günler geçirdim. Aklımın bir köşesinde kalan soru ise öyle duruyordu yerinde: “Şu medeniyet, teknoloji, ‘ilerleme’ denilen şey ne kadar uygundur ki insana, insanın insan olma haline?”Kafama takıldığından mı, yoksa takdir-i ilahi midir bilmiyorum ancak; yaşadığım onca olay, okuduğum yığınla şey, beni ciddi biçimde sükut-u hayale uğrattı. Bugün geldiğim nokta, edindiğim kanaat, akıl almaz bir manzarayı sergilemekte: Dünyamızın üzerinde yaşayan insanların beşte biri kadar olan ‘imtiyazlı’ bir kesim, doğal kaynakların beşte dördü gibi kocaman bir kısmını kullanıyor. Bu kullanım öyle zalim ve akılsızca bir kullanım ki; dünya, bu adamlara, hem yerden hem de gökten “illallah!” diye haykırıyor. Bütün bunları ‘ilerleme’, ’medenileşme’, ‘refahı artırma’ adına yaptıklarını iddia ederlerken, bindiğimiz dal kesiliyor!Dünyamızın bu ‘ekolojik zulmü’ daha fazla taşıma ihtimali, bilimsel olarak yok. Fosil bazlı enerji kaynakları, bunlardan üretilenlere, biyosferin, ozonun tahammülü kalmamış durumda. Biyosfer kaç elli yıl daha buna dayanır bilinemiyor; ozon, bırakın delinmeyi, son araştırmalara göre ortadan ikiye ayrılmış, ayrılacak... yeraltı ve yerüstü kaynakların, canlıların nasıl etkilendikleri ise ortada...İşin en adaletsiz tarafı bu faciaya aktif olarak en minicik bir katkısı dahi olmayan ‘az gelişmiş’ ya da ‘gelişmekte olan ülkeler’, buna sebebiyet veren teknolojilerin, üretimlerin hem, hammadde kaynaklarını sağlamak durumunda bırakılmışlar; hem de denizleri, akarsuları bu ‘ileri’ ya da ‘zengin’ devletlerce üretim artıklarının bırakıldığı ‘çöp dökme mekanı’ olarak kullanılmakta; buna karşın, her geçen yıl aralarındaki gelir uçurumu daha da büyümekte. Hepsinin ötesinde onların dünyaya -sorgusuz sualsiz- yaptıkları bu tecavüzün sonuçlarına tüm dünya insanları katlanmak zorunda. Bu nasıl bir ‘faşizm’dir? Ne uğruna yapılıyor bunca fenalık?’İlerleme’, küreselleşme, kapitalizm... adına ne denirse densin, bu kadar ‘toptan acımasız’ bir düzen, tarih boyunca görülmemiş... Devletlerin birbirleriyle olan anlaşmazlıkları insan-insana yaptıkları kanlı savaşlar, bu küresel zulüme göre çok daha insansı geliyor. “Hani, uygarlık neremizi yumuşatmış bizim? Uygarlık duygularımızın çeşidini artırmaktan başka bir işe yaramamıştır. Zaten bu duyguların çeşitliliği yüzünden insanoğlu sonunda korkarım kan dökmede de bir zevk aramaya kadar varacak. İşin kötüsü, böyle bir şey başına çoktan gelmiştir. Cana kıyıcılıkta en ince ustalıklar gösterenlerin, uygar kişiler olduklarına hiç dikkat ettiniz mi bilmem! Attila’ların Stenka Razin’lerin bile ustalıkla eline su dökemiyecekleri bu baylar, gene de onlar kadar göze çarpmıyorlarsa eğer, bunun tek nedeni: sık sık rastlanmaları ve görüle görüle bir alışkanlık yaratmalarıdır.” Yukarıda gördüğümüz gibi, Fiodor Mihayloviç Dostoyevski (1821-1881), Yeraltından Notlar’ında, bugünün insanının burnunun dibine kadar gelmiş olduğu halde görmemekte ısrar ettiği uygarlık-insanlık çelişkisini, aşağı yukarı yüz elli sene, çarpıcı bir biçimde tespit etmiş.

İnsanın ‘insan olma hali’nin, kendisinin de -bitkiler, hayvanlar gibi- bir parçası olduğu doğa ile kurduğu sevgi ve de saygı dolu ilişkilerle doğrudan bir bağlantısı olduğu kanaatindeyim. Köy yaşamını bilenler, bu ilişkinin nasıl kendiliğinden kurulduğu ve yaşatıldığını, köylülerin, toprakları-hayvanları-kendileri arasında kurulan bu döngüsel ilişkide, her aktöre nasıl bir değer verdiklerini, nasıl koruduklarını ve nasıl kıyamadıklarını çok iyi bilirler.Yaşanan bu ilişki biçiminde doğa, insanlarına; sınırlarını, sabırı, vefayı, cesareti, hassasiyeti ve mutlu olmayı öğretir. Onun içindir ki bu insanlar kendi aralarında sevimli ve yürekli ilişkiler kurarlar. Sahici kaygıları, sahici mutlulukları vardır.Medeniyet, ilerleme adına çomak sokulan bu doğa-insan ilişkisi, insanı insan olmaktan uzaklaştırıp, hırs, tüketim ve kudret hezeyanına sokuverdi. İçinde hep taşıya geldiği kötü tarafını biledi, biledi... Köyünde kalabilenler, bu hezeyan içinde daha çok kazanmak ve daha çok tüketmek adına, geleneksel olarak getirdiği -çoklu- üretim biçimlerini terk edip, fabrikasyon usulü tek ürüne ya da sera üretimine yöneldi. Bu yönelim, toprağa olan saygıyı ve vefayı kırarak onları sabırsızlığa sürükledi; ondan veremeyeceği kadarını bekler oldu ve bu yüzden kimyasal katalizörlere başvurdu. Sonra...Şehirlere, fabrikalara, beton binalara tıkılan insanların ise, “doğadan zarif ve mantıklı çözümler edinme imkanları hemen hemen hiç yok. Onlar, on yıllardır -ne pahasına olursa olsun- ‘ilerleme’nin kutsallığına inandırılmaya çalışıldılar. Bu imanın toplumsal sarhoşluğundan, aksini savunmayı dahi akıllarından geçiremediler. “Ne kadar bireysel ‘takılabilirsek’, ne kadar çok tüketirsek o kadar ‘ilerici’ olabiliriz” dediler, dediler... Sonuçta, sözkonusu ‘ilerleme”nin sadece küçük bir insan topluluğuna “yaradığını”; dünyaya, insanlığa hem madden, hem de manen hiçbir getirisinin olmadığı; buna karşın çok ciddi, onarılmaz yaralar açtığı seslendirilmeye başladı. Bu mütecaviz dünyadaşlarımız, olmayan hassasiyetlerinden kaynaklanan küstahlıkla, kendilerine ikinci adres olarak dünya dışında, Samanyolu’nda mekanlar aramakta... Çünkü, onlar için ‘onlardan sonrası tufan!’. Ancak, korkarım tufan, onların bu dünyadan oraya göçme teknolojisini bekleyemeyecek kadar yakınımızda...Aralık 2002