2 Kasım 2008
Memleketimizde orta sınıfın inşasında, hızlandırılmış teşrifat eğitimi önemli bir rol oynadı. Teşrifat, yani etiket. Tanımı: Toplum içindeki davranışlarda izlenecek yol. Davranış töresi. Görgü kuralları.Hızlandırılmıştı. Çünkü bir an evvel köylü bir toplumdan şehirli, muasır bir topluma evrilmek icap ediyordu. Evet, köylü efendimizdi ama haddini bilmeli, bizim, yani şehirli orta sınıfın adetlerine tecavüze yeltenmemeliydi. 'Biz'in şehirli, Batılı, orta sınıf mensubu olarak tanımlanmasıyla birlikte eğitim seferberliği de hızlandı. "Biz", bir maskeli balo öncesi heyecanıyla, safları sıklaştırmayı öğrenmeli, hızla işin adabına vâkıf olmalıydı.Oturup kalkmaktan, doğru yemek yemeye, insan içinde nasıl davranılması gerektiğinden kişisel temizlik kurallarına kadar geniş bir eğitim alanı açıldı. Günlük gazetelerin, dergilerin ağırlıklı bölümleri "gürültülü bir şekilde burun silmek hatalı olduğu gibi, mendilin lüzumundan fazla açılması ve burun silindikten sonra da içinin muayene edilmesi doğru değildir" türünden bilgilerle donandı. Değil mi ki halkın Cumhuriyet'i kurulmuştu, halkın da Cumhuriyet'e layık olması gerekiyordu. Bunun için de elbette Batı toplumları örnek alınacaktı. Tabii kıyafet, önde gelen bir ıslah alanıydı. Aba, cebe, çakşır, dolak, şalvar, ferace, potur, salta, zıvga, car, çarşaf, peçe, yaşmak, dolama, dört peşli, maşlah, yeldirme, çinti, üç etekli, bindallıya karşı medeni kıyafet. Fes, sarık, kalpak, külâh, üsküf, vala, puşuya karşı şapka. Atatürk'ün 24 Ağustos 1925'te Kastamonu'ya giderken halkının karşısına panama şapkasıyla çıkması; Kastamonu ve İnebolu söylevlerinde kıyafet birliği ve şapkanın gereğinden söz etmesi yeterli olmuştu. Ankara'ya döndüğünde onu karşılamaya gelen halkın çoğunun başında o şapkadan vardı. Şehirde büyümüş, orta yaşı devirmiş hemen her vatandaşın babasını panama şapkasıyla tanıyıp sevmiş olduğunu unutmamalı. Bir yaşa geldiğimde, "Bu şapkadan bir sende bir de Demirel'de kaldı", diye babama takıldığımı hatırlıyorum. İşten dönen babanın şapkası törenle başından alınır, terlikleri verilirdi. Adorno'nun, "elin hiç yardımı olmadan giyilmek üzere tasarlanmış, eğilmeye karşı duyulan nefretin anıtıdır" diye tanımladığı terlik de orta sınıfın vazgeçilmez alâmeti farikalarından biridir. Herhalde artık, üstü çarşaflarla örtülmüş evin en pahalı 'mobilya takımları'nın ziyaretçi beklediği, kimileyin kapısı çocukların tasallutuna karşı kilitli tutulan 'misafir odaları' kalmamıştır. Ama kapıda bekleyen şık, henüz eprimemiş çift çift terlik, hâlâ misafir bekler.12 Eylül'le birlikte hızlı bir saflaşma okunuyor etiket tarihimizde.Evren'in, elinde zarif bir bastonla, tren pencerelerinden verdiği pozlarla tarihte kendini Atatürk'ün yanına oturtma çabalarının gülünçlüğü, Emel Sayın'la adı çıkmasından pek memnun olup gevrek gevrek gülmesi, cehaletinin sınır tanımazlığı, şimdi de berbat resimler yapıp onları kimi gecikmiş yatırımcılara yüksek fiyatlarla satması, anılarında Askeri Müze'ye hediye etmiş olduğunu belirttiği altın kılıcı açık artırmaya çıkarışı, yaptırdığı yayla evi, yeni aldığı villa ve daha niceleri onun etiket konusundaki hassaslığını ortaya koyuyor.Onu takip eden Özal'ın darbenin getirdiği ahlâki çöküşü bir devrime dönüştürebilen zekası ve kişiliği elbette yakın tarihimizin en çok didiklenmesi gereken dönemine imzasını attı. Onuncu Yıl Marşı'yla aynı yıl yazılmış olan, mondenliğe heves eden sonradan görmeleri hicveden, Rey Kardeşlerin Lüküs Hayat'ı Özal döneminde yine sahneye kondu ve hâlâ seyirci buluyor. O çarpık çurpuk 'lüküs', açıkça 'Ben, zenginleri severim' diyebilen bir liderin Türkiyesini epeyi meşgul etti. Şortla askeri teftiş edebilen, hızlı araba kullanan, köşke pop sanatçısı dostlarını davet edip tavernalarda sabahlara kadar onlarla birlikte şarkılar söyleyen Özal çifti, şarkı sözlerini Nâzım'ın yazdığı herkesçe bilinen, hâlâ pek dile getirilmeyen Lüküs Hayat operetinin kahramanlarını aratmıyordu. Onları cazip kılan da buydu. Cumhuriyet'in kasvetli tutumlu orta sınıf ahlakı projesi büyük bir gümbürtüyle havaya uçmuştu. Özal'ın dolduruşuyla Türkiyelilerin tüketimi keşfediş biçimi, sonuçları trajikomik olan toplu bir yağma hareketine dönüşüverdi. Evlerine duvarları elverdiğince metre metre kitap ısmarlayanların kütüphanelerinde yarım santimlik bir adabımuaşeret kitabı bulunsaydı, uykusuz bir gecede dikkatlerini çekip ona bir göz atabilmiş olsalardı ne değişirdi? Devir, o devirdi. Görüntüler dünyası, bütün haşmetiyle gerçeklik tanımını işgal etmişti çoktan.Demirel'in de şaibeli işadamlarıyla bir resme durup aile pozu verirken bildiği şey aynıydı. O da Özal gibi halkını en iyi tanıyan liderden biriydi. Milleti, her zaman zengin ve güçlü olana tapmış, gelecek duygusunu şaşaalı iktidarın varlığıyla beslemişti.Ahmet Necdet Sezer'in görevi devralırken frak giymemiş olması, yaptığı konuşmada dile getirdiği polis devleti kaygılarının önüne geçiyordu. Sezer, limuzine binmeyi reddederek, kırmızı ışıklarda beklemeyi göze alarak, frak giymeyerek toplumun gözünde kuşkuyla beslenmiş bir saygınlık kazanıvermişti. Onun 'hepimizin ailesi' gibi bir aileye sahip olan, 'hepimizin babası' gibi bir adamcağız olduğunu söylerken buna kimse gönülden inanamadı. Çünkü şehirli orta sınıfı işaret eden 'biz', nicedir bu toplumu çağırmıyordu. Sezer'in inatla temsil etmeye soyunduğu orta sınıf değerlerinin yerinde yeller esiyordu. Sezer, olsa olsa pek de başaramamış bir kuşağın boynu bükük temsilcisiydi.Özal'ın şişirdiği yelkenlerin sönmüş olduğunun kabulüydü adeta. Dünyanın playboy'u, fırsatlar ülkesi Türkiye'den mütevazı bir Doğu Avrupa ülkesi tanımlı Türkiye'ye dönüşün ikrarı gibiydi.Nitekim, Sezer, askeriyle el sıkışıp tutucu bir çizgiye kayıtsız şartsız oturduğunda Ecevitlerin insanın içini kıyan mütevazı Türk ailesi temsilinin efekt masasının hayatımızın fon müziğine yetmeyeceği çoktan anlaşılmıştı.AKP'nin yükselişiyle birlikte İslami haute couture modacı Rabia Yalçın, müjdeyi verdi: "İslamcı burjuvazi su yüzüne çıktı". Gazetecinin biraz aceleye gelmiş, "Alternatif bir İslamcı burjuvazi mi oluştu?" sorusunu, "Hep vardı da su yüzüne çıktı. Geçmişte 'lüks yaşamak, fazla harcamak haram' diye bir beyin yıkaması olmuş. Ama yeni kuşak daha güçlü olmak, dünyaya sesini duyurmak adına işlerine sarıldı. 'Madem mühim olan ye kürküm ye, öyleyse biz de kürk giyelim' diyorlar. Buna 'kürkümüz yok diye mi bizi önemsemiyorsunuz' tepkisi de denebilir" diye yanıtlıyordu. Söyleşinin sonunda anlattığı hikâye, altını çizmeye çalıştığı psikodinamiği en vurucu biçimiyle aşikâr ediyordu: "Bir bayram tatilinde, Antalya'daki bir tatil köyünde kadının biri bana baktı ve 'Bara gelmiyorsun, havuza gelmiyorsun. Sen odada oturmak için mi bu kadar para verdin?' dedi. Dedim ki, 'Teyzeciğim bende o kadar para var ki, sen hiç üzülme". Rabia Yalçın, AKP İstanbul İl Kadın Kolları'nın düzenlediği hadiseli 'Yaza Merhaba' yemeğinde sergilediği 'cüretkâr' tasarımlarla ilgi çekmişti.İslami kesim içinden, varyemezlikten geçmiş, kürkünü gezdiren bir burjuvazinin tepkisel bir varlık olarak yeni yeni zuhur etmekte olduğu sonucu çıkmasın. Yakın zamanda tanık olduğumuz nikah törenlerinin daha görkemlilerini Hoca'nın çocuklarından hatırlarız. Ondan öncesinden de. Ama tesettürün bütün bir hayat için gerekli duruşa yetecek bir siyasi fikir alanı olarak tanımlandığı yurt iklimimizde 'görünürlük' mücadelesi içindeki İslami kesimin dışarı açılması, adını özgürce koyması kendini yarı iktidarda hissettiği günlere rastladı doğal olarak. İslamın, ağardıkça ağaran laik-mubahçı kırması orta sınıf kesimlerce yoksul ve sözü olmayanlara has izbe bir saçakaltı olarak görülmesi elbette okumuş yazmış inananlarda bir tepki oluşturuyordu. Çoğunluk görücüye çıkmış, her an laisizm ve İslam'ın hayata kaydediliş yöntemleri hakkında imtihana çekilen insanlar olarak hazırlop prototiplere karşı çıkmanın yollarını arıyorlardı nicedir. Toplumun bağrında bir özgürlük hücresi oluşturacak malzemeleri yoktu. Dolayısıyla zalimleriyle aynı dili konuşma konusunda hiç zorlanmadılar. Güce, sermayeye taptılar. Dinamik olanların yaratıp geniş bir halk kesiminin de altında yuvalandığı AKP çatısı, her şeyden önce bir devletle barış projesiydi. Karaçarşafların ürkütücü gölgesinden uzakta, mubahçı ekonomiye inanan, en büyülü sıfatıyla ILIMLI İslamcılar. Yurtdışında eğitim görmüş, eşleri türbanlı olsa da hemen koltuk altında bulunan, öfkenin zehirli cazibesine hiç kanmayan mülayim siyasetçiler. Onlarla Batı beslenme çantalı orta sınıf arasında barıştırıcı tek unsur, paranın gücü olabilirdi. Temiz görünümlü, para harcamayı bilen muntazam bir burjuvazi fotografı olarak çerçevemize oturdular. Beş yıldızlı oteller, son model cipler ve ifrat korkusuna inat bir tüketim ile.Tarih, Türk toplumunun tevazuu takdir edip değerlendirdiğine dair hiçbir ipucu sunmuyor.