(Hrant Dink anısına)
Paganini dinliyorum. İnce ince titreşiyor kemanın telleri. Kim bilir arşe kim, yay kim? Tanımıyorum her ikisini de. Ama seviyorum. İnce sadâ, en geride kalmış notayı, ama musikîye ahengi veren notayı bana ulaştırmak için olanca gücünü sarf ediyor. Duyulması güç bir sadâ bu. Ama bir de duydun mu; bu en dipte tınlayıvereni, ahengi anlamaman, tüm besteyi dinleyememen imkânsızlaşıveriyor. Kaba kulakla cılız dediğin bu ses, koca bir melodiyi anlatıveriyor sana. Ve sen duyduğunu sandığın diğer sesleri, bu dipte tınlayan sadâ ile ilk kez gerçekten duymuş oluyorsun. Benim gibi aymazlar da, utanmadan böbürleniveriyorlar bu sesi duyabildikleri için. Halbuki ses hep vardı.
Bir Stradivarius veriyorlar sana. Hünerli parmakların elinde, hayatın boyunca okeye dördüncü aramayasın diye. Alıp o Stardivarius’u kıraathanenin yeşil çuhasının üstüne koyuveriyor okeyin dördüncüsü. Koyarken de farkında olmadan, ya da Stradivarius ona bile- isteye kutusuz verildiği için tek teli koparıveriyor okeyin dördüncüsü on yedilik oğlan.
Yapılacak bir şey yok. Teli kopardın. O Stradivarius, Hamlet’e öttürülmeye çalışılan bir düdükten öte bir şey değil artık. Hamlet öttürmez o düdüğü. Ya gel sen öttür kıraathanende, ya da sana o Stradivarius’u kutusuz verenlere öttürt. Sonuç değişmez. Öttürürsünüz ama çalamazsınız.
Yayı koparttınız. Arşe kırık.
Ama bu topraklardaki züğürt tesellisi umut, yanı başımdaki aşurenin içinde filizleniveriyor. Kaşıklıyorum. Bir çöp takılıyor dişlerimin arasına:
Bir ‘çutak’…
Çalışma masamın üstünde beni bekleyen Sabahattin Ali’nin Mahkemelerde’sinin üstüne koyuyorum. Ve ince bir sızı gibi başlıyor anlatmaya çutak:
Schiller, Beethoven, Neşeye Övgü…
Paganini tedirgin, ürkek bir nefes veriyor arşeyi son notaya iten Stradivarius’la!
Yürekten alkışlarımızla ayağa fırlıyoruz ellerimiz yarılırcasına. Peşi sıra anlıyoruz hatamızı. Büyük senfoni bitmemiş. Minicik bir nota kalmış geriye, koca senfoniyi tamamlayan:
“Tııııııııııııınnnnnnnnnnn……….”