1 Şubat 2012Taraf Gazetesi
Bir yakınınızın, sevdiğiniz birinin, canınız ciğeriniz olan bir insanın yaşayıp yaşamadığını bilmemek; ölüm acısından öte bir yaradır. Hayatından umudu kestiğinizde, ölüsünü görememek ve gömememek de öyledir.
Kayıplar, yakınları için sürekli kanayan bir yaradır. Bu yarayı açmak, bir toplum için utançtır. Bu yarayı hep açık tutmak ise daha büyük bir utançtır.
Musa Anter’in ilk eserinin adı Birîna Reş, yani Kara Yara’dır. Anter, 1959’da cezaevindeyken Kürtçe kaleme aldığı bu tiyatro metninde, yaraların en kötülerini anlatır.
Kayıplar, bu ülkenin “kara yarası”dır. Bu yara sarılmadıkça, bu toplum huzur bulamaz, barış yüzü göremez.
Topraktan kafatasları çıkıyor, kemikler fışkırıyor. Toplu mezarların yerini gösteren haritalar çiziliyor. Toprak bile isyan ediyor, lakin onun üstünde yaşayanlar bir türlü sarsılmıyor.
1990’larda insanları kaçırıp hunharca katledenlerin kimler olduğu biliniyor aslında. Bir sürü itiraf, yığınla delil var ortada. Zaten o kadar pervasızdılar ki, geride iz ve delil bırakıp bırakmamayı umursamadılar bile. O korkunç cinayetleri işleyenlerin ve işletenlerin büyük bir kısmı aramızda yaşıyor.
Evet, bu kara yarayı açmak bir insanlık suçudur. Bu yarayı kapatmak için gerekenleri yapmamak, bu suça ortak olmaktır.
Bu yarayı onarma sorumluluğu öncelikle hükümete aittir. Hükümet, bugüne kadar bu konuda jestler dışında ciddi bir icraatta bulunmadı.
Yapılması gereken şey bellidir: Hakikati ortaya çıkarmak ve sorumluların hesap vermesini sağlamak!
Bunun hangi yollarla yapılabileceği de aşağı yukarı bellidir: Tek tük açılmış ve çoğu birbiriyle bağlantısız yürütülen soruşturma ve yargılamalar, hakikati ortaya çıkarmaya yeterli değildir. Kayıplar ve “faili meçhuller” için Meclis’in ve hükümetin destekleyeceği geniş yetkili bağımsız bir komisyon kurmak, en uygun yöntemdir. CHP ve BDP, böyle bir komisyon için önergeler verdiler. Hükümet, buna karşı çıktı. Hükümete tekrar soruyoruz: Neden?
Hükümet, kayıpların ve “faili meçhuller”in aydınlatılması konusunda istekli ve kararlı olduğunu göstermek istiyorsa, BM Kayıplar Sözleşmesi’ne taraf olmak için derhal harekete geçmelidir. Tam adı “Bütün Kişilerin Zorla Kaybedilmeden Korunmasına Dair Uluslararası Sözleşme”, 2006’da BM Genel Kurulu’nca kabul edildi, 2010’da yürürlüğe girdi. Bugün itibariyle Sözleşme’yi 91 devlet imzaladı, 30 devlet de onayladı.
Sözleşme’yi kabul etmek, uluslararası topluma karşı taahhütte bulunma anlamına gelecektir. Türkiye açısından ise, idare ve yargı mensuplarına yönelik bir siyasi kararlılık işareti olacaktır. Hükümete tekrar sormak lazım: Neden harekete geçmiyorsunuz?
Tam bu noktada toplumdan güçlü sese ihtiyaç var. Bu kara yaranın açık kalması, susanları da suça ortak ediyor. Onca hikâyeden, Cumartesi Anneleri’nin haykırışlarından sonra; “kayıplar” konusunda kimse “haberim yok, bilmiyordum” gibi bir bahanenin ardına saklanamaz.
Bu ülkenin insanlarını dinlemek istemeyenler olabilir. Mesela yıllardır kayıp oğlunu arayan Fatma Morsümbül’ün “Oğlumun kemiklerini bulsam, sırtımda taşıyacağım. Çünkü kokusunu çok özledim” sözlerine kayıtsız kalanlar olabilir. O zaman “kayıp” denen şeyin ne demek olduğunu başka toplumlardan seslerle aktaralım. Mesela Arjantinli şair Juan Gelman’a söz verelim. Oğlu ve gelini cunta döneminde kaçırılan, biri katledilen diğeri kaybedilen Gelman, oğlunun cesedi bulunduktan sonra ona bir mektup yazar, adı “Yitik Oğula Mektup” olan bir mektup:
“Sevgili Oğul,
Arjantin askerî diktatoryası eşin Claudia ve kızkardeşin Nora ile birlikte seni, 24 Ağustos 1976’da kaçırdı. 14 yıl kadar sonra, bir antropolog grubunun inatçı çalışması sonucunda kalıntıların bulundu.
Senden kalanları 7 Ocak 1990’da gömdük. Claudia kaçırıldığında yedi aylık hamileydi. Ne kendisinin ne de kız ya da oğlan olup olmadığını bilmediğimiz çocuğunun kalıntıları bulundu.
Nora kaçırıldıktan dört gün sonra bir toplama kampından serbest bırakıldı. Yaşıyor ve sana çok yaramaz ve akıllı bir yeğen verdi. Bizim cesur askerlerimiz silah bile taşımayan seni, 1976 ekim ayı başında ensene kursun sıkarak öldürdüler.
Bir ozandın. Daha sonra seni çimentoyla doldurdukları 200 litrelik bir varilin içine koydular ve Lujan Nehri’ne attılar. Ve sonra “kimliği bilinmeyen” adı altında seni gömdüler.
14 yıl boyunca KB olarak kaldın. Kimbilir nerede geçti bu boş zaman. Belki dilsiz kemiklerin anlatır. Babamın tabutunu mezarına ben taşımıştım. Simdi sıra senin tabutunu kendi mezarına taşımakta. Yalnızca senin yerine düş görmeye devam ediyorum. Sen dünyada adaleti düşlemiştin, yoksul ve baskı altında olmayan özgür bir ülkeyi düşlemiştin. Çoğu insan güzel olunacağını unuturken, güzeli daha güzel kıldın.
Bir süre önce Buenos Aires’te bir işkenceciyle karşılaştım. Toplama kampında sana öldürmeden önce işkence yapanlardan biri. Özgürce elini kolunu sallaya sallaya geziyordu.
Önce öfke, sonra güçsüzlük, sonra utanç duydum. Kendimden, utanç dolu ülkemden dolayı. Ölmediklerini ileri sürerek ölülerini gömmeyen bir ülkenin ulusal utancı. Menem ve Alfonsin’e ihtiyaç duymadan, katilleri yüreklerinde gizlice affedenler için...
Tek bir tesellim var: Ölümünü asla hatırlamayacaksın. Bana inan.” (http://bianet.org/bianet/kultur/63619-neruda-odulu-juan-gelmanin 2)