5 Eylül 2005Radikal Gazetesi
Dünyanın en büyük gücü, yoksul siyah cesetler üzerinde yükseliyor. Amerikan mitolojisinin çöküşüne tanıklık ediyoruz. Katrina fırtınası, ABD'nin dünyayla ve kendisiyle yüzleşmesi açısından olağanüstü bir dönüm noktası olarak çağımıza damgasını vuracağa benzer. Dünya üzerinde en fazla sera gazı salınımı yapan (Dünya'daki sera gazlarının yüzde 25'i ABD kaynaklı) ülke olarak küresel ısınmaya karşı mücadeleyi öngören Kyoto Anlaşması'na imza atmayı reddeden Bush, gerekçe olarak bu anlaşmanın ABD ekonomisine ciddi zarar vereceğini göstermişti. Katrina her ne kadar küresel ısınmayla birebir bağlantılandırılmasa da dünyayı bekleyen felaketlerin bir ön uyarısı olarak algılanabilir elbette. Körfez şehirlerini yerle bir edip sular altında bırakan Katrina, ardında korkunç bir şaşkınlık ve benzersiz bir öfke bıraktı. Ölü sayısının 10 bini geçeceği sanılıyor. Neredeyse aylar önceden randevulu olarak gelen, hızı gücü bilinen, dolayısıyla sonuçları açıkça kestirilebilen bir felaketin dünyanın en güçlü uygarlık ihracatçısı ülkesinde böylesine çaresizlikle karşılanması başta Amerikan halkı olmak üzere bütün dünya halklarını şaşkınlığa sürükledi. Özellikle yüzde 80'i sular altında kalarak tarihe gömülen New Orleans'ta fırtınadan sonra beş gün boyunca kaderlerine teslim edilen insanların ezici çoğunluğunu siyahların oluşturması, tarih boyunca ne kadar üstüne gidilse de iliklere işlemiş ırkçı bakışın en müstehcen dışavurumu oldu. CNN'in bile görmezden gelemediği bu durumu rap'çi sanatçı Kanye West öfkeyle dile getiriyordu. "Bush, siyahları umursamıyor." Yalnız o mu, şimdi bütün Amerika'da ve dünyanın her yerinde Katrina neredeyse bir ırk temizliği olarak görülüyor. Siyah yazar Darryl Pinckney soruyor: "Louisiana büyük bir yoksul beyaz nüfusa sahiptir. Pekiyi onlar nerede? New Orleans farklı olmakla birlikte yoksul beyazlar orada da yaşıyor. Evlerinin hepsi yıkılmış. Orada oturanlar neden ortalıkta görünmüyor? Çünkü onlar kurtarıldı." Şehirlerin boşaltılması için günler öncesinden başlayan uyarıları kale alabilecek gücü olanlar canlarını kurtardı. Kalanların neredeyse tamamının siyah olması elbette görmezden gelinemeyecek kadar açık bir gerçeği işaret ediyor. Felaketzedelerin hikâyeleri de dolaşıma girmeye başladı. Kurtarılabilenler kurtarıldıktan, ölüler toplandıktan sonra bir Katrina edebiyatı patlaması yaşanacağını şimdiden kestirebilmek hiç de güç değil. Çünkü kimi hikâyelerin Hollywood'un en gösterişli dramalarına rahmet okutacak cinsten ayrıntılarla bezeli olduğunu görüyoruz. Bir bota yığılmış, felaketzede siyahlara gülerek yanlarından geçiveren polis ekipleri, tecavüz ve şiddet olaylarına seyirci kalan, sadece beyazları kurtaran kurtarma ekipleri, ölüleri birer beze sarıp dışarı atıverenler, açlıktan kırılan insanlar ve daha niceleri. Bir kahraman gerek Amerikan medyası da doğal olarak son derece zorlu bir sınavdan geçiyor. Jesse Jackson dışında henüz hiçbir siyasetçinin altını çizmediği ırkçı bir refleksin hortlamış olduğu görülüyor. Amerikan basını tarafından bütün dünyaya sunulan resim utanç verici bir ayrımcılığın damgasını taşıyor. Siyahlar bundan 10 yıl önceki Los Angeles ayaklanmasında da olduğu gibi, toplumsal düzenin en ufak bir sarsıntısında ayaklanan, fırsatçı suçlular olarak sunuluyor. Bunun en kaba örnekleri yan yana sunulmaya başlandı bile. Elindeki mallarla yarı beline kadar suyun içinde çırpınan siyah fotograflarının altında 'yağmaladığı mallarla' yazarken aynı durumdaki beyaz fotoğraflarının altında bulduğu mallarla yazıyor sözgelimi. Siyahlar çalıyor, beyazlar buluyor. Pinckney, felaket üstüne yaptığı yorumu şöyle bitiriyor: "Günden güne eleştirip zavallı bulduğumuz ülkelere benziyoruz. Devletle toplumun birbirinden iyice kopuk olduğu ülkelere. Yalnız bırakıldık, kaderimize terk edildik. Ama siyahlar buna zaten alışıktı." CNN bile Bangladeş'i gösterip, orada bile sellere karşı daha etkin önlemler alınıyor demeden geçemediğine göre büyük güçlü Amerika ve her biri kendisini dünyanın efendisi zanneden vatandaş imgesinin yediği darbeyi bir düşünün. Fırtınadan sonra ancak altıncı gün New Orleans'a ulaşan askeri birliklerin getirdiği yardımın insanları yatıştırdığı, yağma ve şiddet olaylarının kontrol altına alındığı haberini Bush'un demeciyle birlikte bu sarsılan özgüvenin onarılması harekâtı olarak görmek mümkün. Bush, yardımın yetersiz kaldığını, yaraların sarılması konusunda gecikildiğini kabul ettikten sonra Körfez insanının yaşadığı felakete karşın nasıl gerçek Amerikan ruhuna sahip olduğunu ve asla yenilmeyeceğini söylerken ikna edebildiklerinin sayısında bir azalma yok mudur sizce? Polis ve askere vur emri verip günlerce aç ve susuz kaderlerine terk edilmiş insanların üstüne salarak yağma ve şiddeti önlemeye çalışan devlet, şimdi kendini aklamaya çalışıyor. Burada Amerikan usulü propaganda ve imge terziliğinin bütün teyel yerlerini gösteren müstehcenlikte devreye girdiğine tanık oluyoruz. Her durum ve şartta kahraman yaratmaya ayarlı inadına enfantil Amerikan popüler dili John Wayne'e olan benzerliğini belirtmeden bir kez olsun adını anmadığı bir generalin devreye girerek halkı yatıştırma hikâyeleri üretiyor. Adı da bir star adayına uygun: General Honore. New Orleans'ın kuru kalmış bir meydanında tankından doğru halka silah yönelten bir askeri sertçe uyarması izletiliyor saat başı. İndir o silahı, diye bağırıyor. Üç-beş yoksul çocuğun alkışlarıyla karşılanıyor bu yüce gönüllülük. Öte yanda karşılarında kameraları görünce silahlarını indiren askerleri de görüyoruz. Halk, asker ve polislerin, ki nedense hepsi beyaz, kendileriyle asla göz göze gelmediklerinden yakınıyor. Öyle emir almışlar besbelli. Oysa General Honore, o yöreyi, âdetleri ve insanları iyi tanıyan güçlü ve yüce ruh olarak anlatılıyor. 0, John Wayne. Zamanımızın Kızılderililerini kurtarmaya çalışan kovboy.
Irak nerede? Katrina, kaçınılmaz olarak 11 Eylül saldırılarıyla tartılıyor, Irak Savaşı'yla ölçülüyor. 11 Eylül saldırıları sonrası inanılmaz bir hızla devreye giren kurtarma ekipleriyle, kısa zaman içinde yaraların sarılması, şehrin onarılması konusunda başarıya ulaşan devletin New Orleans'a olan uzaklığı tartışılıyor doğal olarak. Beklenmedik bir felaket karşısında böylesine hızlı gösterilen refleksin randevuyla gelen bir felaket karşısında eli kolu bağlı kalmasının ardında elbette bir bit yeniği aranarak. Afganistan ve Irak'ı işgal ederken elini böylesine çabuk tutan ABD'nin kendi vatandaşlarının hayatı konusunda acze düşmesi Bush'un temsil ettiği politikanın iflası olarak görülüyor. Demiryollarından telefon hatlarına, otobanlardan elektrik trafolarına kadar altyapının yenilenmesine harcanmayan paranın haksız bir savaşa harcanıyor olması sorgulanıyor. Katrina'yla birlikte Amerikan halkının gözleri Irak savaşına dönüyor. Savaşın her anlamda maliyeti bir kez daha tartılıyor. Korumak uğruna dünyayı kana buladıkları 'yaşam tarzı'nın ne mene bir şey olduğunu okyanusa batmış olan New Orleans kalıntısı üstünde açıkça görüyorlar belki de. New York Kiliseleri Konseyi'nin başkanı rahip Dr. Calvin Butts anlatıyor: "Şu an olanlardan hem şaşkına döndüm hem de hiç şaşırmadım. Olanlar birçok insan açısından eğitici olacaktır, bu ülkede yoksullara, hele hele siyahlara hiç önem verilmediğini gösterdiği için. Politikanın kimlerin elinde olduğuna, Cumhuriyetçilerin kimlerle ilişkide olduğuna baktığınızda ırkçılığın nasıl yeniden üretildiğini göreceksiniz. Louisiana bu ülkenin maskesini düşürmüştür."