7 May 2004The Mirror
1960’larda Vietnam Savaşı sırasında, Vietnam’a ilk gittiğimde büyük Amerikan gazetelerinin ve televizyonlarının Saygon’daki ofislerini ziyaret etmiştim. Ofislerinin duvarlarına astıkları panolarda gördüğüm fotoğraflar beni derinden etkilemişti. Ajanstaki fotoğrafçılardan biri ‘Biz oraya vicdanımızı asıyoruz’ demişti bana.
Fotoğraflarda paramparça edilmiş cesetler, koparılmış testis ve kulakları ellerinde tutan askerler vardı. Bir de işkence anını yansıtan fotoğraflar vardı panoda; insanın içini kaldıracak kadar, ölesiye dövülmüş, zulmedilmiş insanların fotoğrafları... Fotoğraflardan birinde işkence edilen kişinin kafasına bir balon bağlanmıştı, balonun üstünde de şöyle bir ifade yer alıyordu: “Şimdi öğrenirsin burada olup bitenleri basına sızdırmayı.”
Fotoğrafları gören herkesin aklına aynı soru geliyordu: “Bu fotoğraflar niçin gazetelerde yayınlanmıyor?” Bu soruya verilen alışıldık cevap, okurlarının bu fotoğrafları kabul etmeyeceği gerekçesiyle gazetelerin bunları yayınlamayacağı idi. Ve bu fotoğrafları, savaşın yarattığı koşulları detaylı bir şekilde açıklamadan basmak “sansasyon yaratmak” olurdu.Önceleri, olayın mantığını kabul ettim, ne de olsa “bizim” gaddar olmamız ve işkence yapmamız söz konusu bile değildi. Ama çok geçmeden her şeyi anladım; çünkü bu mantık, öldürülen, sakat bırakılan, evsiz kalan sivillere, köylere, okullara ve hastanelere atılan “anti- personel” bombalara hiç bir açıklama getiremiyordu.
Bu mantık napalm bombalarıyla yanan çocukları, “hindi avlarında” yakalanan çiftçileri veya gülüşen Amerikan askerlerinin doluştuğu bir cipin arkasından, boynuna geçirilmiş bir tasmayla sürüklenen, ölesiye işkence görmüş bir “şüpheliyi” de açıklayamıyordu.Bu mantık, pek çok askerin, işkence görmüş insanların kesilmiş organlarını niçin cüzdanlarında taşıdıklarını, subayların üzerlerine “biri gitti,geriye kaldı bir milyon kişi” ifadesini kazıdıkları kafataslarını niçin barakalarında sakladığını da açıklayamıyordu.Vietnam’da birlikte çalıştığım, Galli fotoğrafçı, meşhur Philip Jones Griffiths, bir gün bir grup kadını ve çocuğu dayaktan geçiren bir Amerikalı askeri durdurmaya çalışmıştı.
“Onlar sivil” diye bağırdı.
“Ne sivili?” diye cevaplamıştı asker.
Jones Griffiths ve diğerleri, yıllarca savaşın vahşetini yansıtan fotoğrafları ajanslara ulaştırmak için didinip durdular. Ajansların bu fotoğraflara verdiği tepki ise genellikle şu olurdu: “Peki, yeni havadisler nerede? “
Bugünkü fark şu: Irak’taki Anglo-Amerikan işgalinin vahşeti artık haber olarak kabul ediliyor. Dahası Pentagon’dan sızan evraklar Irak’taki işgalin yaygın olduğunu kanıtlıyor. Uluslararası Af Örgütü işkencenin “sistematik” olduğunu söylüyor.
Irak işgaliyle Vietnam işgalini birleştiren, daha önceleri dile getirilmeyen unsurları bizler yeni yeni teşhis etmeye başladık. Nerede, ne zaman olursa olsun,bu unsurlar bütün sömürgeci işgallerin ortak noktasıdır. Bu, emperyalizmin özüdür ve bizim sözlüklerimizde yerini almaya henüz başlamıştır. Bu, ırkçılıktır.
1950’lerde Kenya’da, Britanyalılar yaklaşık 10.000 Kenyalıyı katlettiler.Toplama kamplarında yaşam koşulları o kadar berbattı ki, bu kamplarda sadece bir ayda 402 kişi öldü. İşkence, dayak, kadınlara ve çocuklara yönelik taciz alışılmış olaylardı. Emperyal tarihçi V G Kiernan şöyle diyor: “Bu özel hapishaneler en az Nazi kampları veya Japon yerleşimleri kadar kötüydü.”
O zamanlar, bunların hiçbiri haber olarak algılanmıyordu. ‘Mau Mau terörü’ tek yönlü olarak yansıtıldı ve okurlar da bunu tek yönlü olarak algıladı : “Şeytani’ siyahlar beyazlara karşı.” Irkçı mesaj sarihti, ama “bizim” “onlara” yönelttiğimiz ırkçılığın lafı bile edilmiyordu.Amerika’nın, Vietnam ve Irak’ı sömürgeleştirme yönündeki başarısız çabalarında olduğu gibi Kenya’da da, ırkçılık, sivillere yönelik saldırıları ve işkenceyi ateşledi. Vietnam’a geldiklerinde, Amerikalılar Vietnamlılara, ciğeri beş para etmez insanlarmış gibi muamele ediyordu. Onlara çeşitli isimler takıyor, aşağılıyor ve küfrediyorlardı.Tıpkı yerli Amerikalıları yok ettikleri gibi Vietnam’da da toplu katliamlar yaptılar. Zaten Vietnam “Kızılderililerin Ülkesi” olarak biliniyordu.
Irak’ta da hiç bir şey değişmedi.
Felluce’de binlerce kadını, çocuğu ve yaşlıyı öldüren Amerikan Deniz Piyadeleri , “Fareleri yuvalarında öldürdük” diyerek açık açık övünüyor, Varşova gettolarındaki Yahudileri öldüren Alman nişancılar gibi önderlerinin ırkçılığını yansıtıyorlardı.
Irak işgalinin mimarı olarak görülen Amerikan Savunma Bakan Yardımcısı Paul W Wolfowitz, “yılanlar” dan ve “dünyanın uygar olmayan yörelerindeki bataklıkları kurutmak” tan söz ediyor.
Modern ırkçılığın temelleri Britanya’da atılmıştır. Britanyalı sözcülerin, Irak’ta öldürülen veya intihar bombacılarının yarattığı etkiden farklı etkiler yaratmayan bombalarla sakat bırakılan sivillerin sayısını itiraf etmekten kaçınarak buldukları sözcüklere, esrarengiz açıklamalara kulak verin. Bu bombalar, terörizmin silahları işte. Adam Ingram’ı, İngiltere’nin Savunma Bakan Yardımcısı’nı dinleyin, kaç tane masum sivilin kendi hükümetinin kurbanı olduğunu parlamentoda açıklayamıyor.
Vietnam’da, My Lai Katliamı , Newsweek dergisi tarafından “Amerikan Trajedisi” olarak lanse edilmişti. Şimdi işgalcilere yakınlık duymamız için atılacak başlıklara, “trajedilerimize” hazırlıklı olun.
Amerikalılar, Vietnam’dan çıktığında geriye üç milyon ölü kaldı.Bir zamanlar cömert olan toprakları mahvederek, kimyasal silahlarla zehirleyerek çekip gittiler. Vietnamlıları umursayan mı var?
Irak’ta da hiç bir şey değişmedi.
En ihtiyatlı tahminlere göre, Amerikalılar ve Britanyalılar 11.000 sivili öldürdüler. Buna Iraklı muvazzafları da eklersek bu sayı dörde katlanıyor.
“Biz, her tornavidayı sayarız ancak Iraklı ölülerin sayısını tutmayız” demişti bir Amerikan subayı 1991 katliamı sırasında. Adam Ingram, bu kadar kültürlü olmayabilir, ancak insan hayatı hâlâ aynı şekilde ayaklar altına alınıyor.
Evet, vahşet ve işkence şimdi haber oldu. Ancak “Nasıl haber oldular ?” diye soruyor yazar Ahdaf Soueif’. Bir BBC muhabiri, işkence fotoğraflarını “sadece yadigâr” olarak tasvir ediyor. Evet, elbette, tıpkı Vietnam’da cüzdanlarda saklanan organlar gibi.
BBC’nin yorumcuları – ayakları yere basan İngiliz yerleşimin her zaman için en iyi ölçüsü- işkenceci askerlerin yaptıklarının “Saddam Hüseyin’in sistematik olarak yaptığı işkence ve infazlarla” kıyaslanamayacağını bize hatırlatıyorlar; “Saddam, şimdi Batı’nın ahlaki pusulası oldu” diye yazıyor Ahdaf Soueif.
Bizim adımıza hareket edenler tarafından hayatları paramparça edilmiş Iraklılara, artık yaşamlarını geri veremeyiz. En azından, bu epik suçun sorumlularının Irak’tan derhal çıkmasını, sorumluların yargılanmasını ve Iraklılardan özür dilenerek gerekli tazminatların ödenmesini talep etmeliyiz.
Bunun haricinde yapılacak olan her şey, “biz medeniler” i, diskalifiye eder.
Çeviren: Işıl Şimşek