Irak'ın hazinelerinin planlı olarak yağmalanmasında

-
Aa
+
a
a
a

Ann Talbot, wsws.org.

19 Nisan 2003

 

Bağdat’taki Irak Ulusal Müzesi’ndeki yağmanın boyutları ortaya çıkınca, bunun bir tesadüf olmadığı açıkça görüldü. Aslında bu durum, Irak’taki müzelerde bulunan tarih ve sanat hazinelerinin talan edilmesi için uzun zamandır planlanan bir projenin sonucu.

 

Irak Ulusal Müzesi, gecekondulardan gelen fakirler tarafından yağmalansaydı, bu ciddi bir suç sayılır; sorumluluğu da, sürekli uyarıldığı halde Bağdat’taki kültürel yapıların güvenliğini sağlamayı reddeden Amerikan yönetimine ait olurdu.

 

Fakat, müze görevlileri dış dünya ile irtibat kurmayı başarınca, yağmanın bu şekilde olmadığı anlaşıldı. Bu, ne aradığını gayet iyi bilen, özel hazırlıklarla gelen insanların işiydi.

 

Bağdat Müzesi’nin müdürü Dr. Dony George diyor ki; “(Yağmacıların) ne istediklerini bilen insanlar olduğunu düşünüyorum.  Siyah Dikilitaş’ın alçıtaşından kopyasının yanından geçip gittiler. Demek ki bu konuda uzman olan kişilerdi. Kopyaların hiç birine dokunmadılar.”

 

İngiliz kanalı Channel 4’ün haber kuşağında konuşan Dr. George, Britanya Müzesi (British Museum) yetkilisi Dr. John Curtis’e, çalınan eserler arasında kutsal Warka vazosunun, Ur şehrinde bulunan 5000 yıllık altın bir kabın, Akadlara ait bir heykel kaidesi ile Asurlulardan kalma bir heykelin de bulunduğunu söyledi. Bu, Dr. Curtis’e göre, “Mona Lisa’yı çalmak gibi.”

 

Dr. George, ancak müzenin ilk kez yağmalanmasından bir hafta sonra; tüm dünyadaki arkeologları nelerin çalındığı konusunda uyarabildi. Amerikan askeri yetkilileri, çalınan eserlerin Bağdat dışına çıkarılmasını engellemek ya da uluslararası bir araştırma başlatmak için hiç bir şey yapmadı.

 

A.B.D.’nin harekete geçmekteki isteksizliği, ikaz edilmemesi ile açıklanamaz. Profesyonel arkeologlar ve sanat tarihçileri Pentagon’u yağma tehlikesi hakkında çok önceden uyarmışlardı. Britanya Müzesi’nden Dr. Irving Finkel, Channel 4 televizyonuna yağmanın “tamamen ön görülebilecek ve kolaylıkla durdurulabilecek” nitelikte olduğunu söyledi.

 

Müze, dikkatle planlanmış bir tecavüzün kurbanıydı. En önemli eserleri çalan hırsızlar, görevlilerin sergiden bile kaldıramadığı en ağır objeleri kaldırabilecek donanımla, ve en değerli eserlerin bulunduğu kasaların anahtarları ile geldiler. Nazilerin Avrupa’daki müzeleri sistematik olarak soymasından beri, böyle bir suç işlenmemişti.

 

İnternette yayınlanan Amerikan Business Week dergisi, 17 Nisan’da yayınladığı “Bağdat’ın Tarihi Eser Hırsızları Hazırlıklı Mıydı ?” başlıklı yazıda, Irak’taki müzelerin yağmalanması ile ilgili önceden planlanma ve komplo iddialarını yeniden gündeme getirdi. Makalenin alt başlığı : “Neyi aradıklarını gayet iyi bilmelerinin sebebi, aracıların en önemli parçaları çok önceden sipariş etmesi olabilir.”

 

Business Week şöyle yazıyor : “Suçu işleyenler, adeta harekete geçmek için Bağdat’ın düşmesini bekliyorlardı. Irak’taki 80 yıllık kazıları yöneten Şikago Üniversitesi’nden arkeolog Profesör Gil J. Stein, tarihi eser satıcılarının en önemli eserlerin siparişini çok önceden sipariş ettiğini düşünüyor. ‘Çok özel sanat eserlerinin peşindelerdi’ diyor, ‘nereye bakmaları gerektiğini biliyorlardı.’ ”

 

1991’deki Körfez Savaşı’ndan sonra, Irak’ın tarihi eserleri, yağmalanan müzelerden ve buldozerin saldırısına uğrayan antik kentlerden uluslararası pazara aktı. Tarihi yerlerde, antik heykeller ülke dışına çıkartılabilmeleri için parçalara ayrıldı.

 

Irak’ın kültür mirasının talanı, Uzak Doğu’nun, Latin Amerika’nın ve İtalya’nın arkeolojik zenginliklerinin yağmasından da sorumlu bulunan koleksiyoncuların iştahını kabarttı. Dünya çapında borsalardaki çöküş, sanat eserleri ve tarihi eserlerin güvenli bir yatırım aracı olarak daha da çok değer kazanmasına yol açtı; zaten devasa boyutlarda olan yeraltı piyasası, iyice büyüdü.

 

Yasadışı olan tarihi eser kaçakçılığının, uyuşturucu kaçakçılığı kadar kârlı olduğu düşünülüyor; zaten bu iki kaçakçılık türü arasında bağlantılara sık sık rastlanıyor. McDonald Arkeolojik Araştırma Enstitüsü’nün 2001’de yayınladığı “Kaçak Tarihi Eser Ticareti : Dünya’nın Arkeolojik Mirasının Yok Edilişi” başlıklı rapora göre, bu ticaretin ana pazarları Londra ve New York. İsviçre de, 5 yıl boyunca bu ülkede bulunan bir sanat eserini “yasal” saydığı için, önemli bir geçiş noktası.

 

Cambridge’deki McDonald Enstitüsü’nün başkanı, Kaimsthorn Lordu Profesör Renfrew, raporun yayınlanması dolayısıyla yapılan basın toplantısında, bu ticaretin devam edişini “Hükümet de sanat pazarının cebinde, ve pazar antik eserlerin gelmeye devam etmesini istiyor.” diyerek açıkladı ve ekledi : “Bu bir skandal.”

 

Son yağmalarla ilgili haberler verilirken, İngiltere Başbakanı Tony Blair’in İşçi Partisi hükümeti, Britanya Müzesi’nde alelacele bir basın toplantısı ayarladı. Kültür Bakanı Tessa Jowell Irak’ın tarihi eserlerinin korunması için devlet desteği verilmesi vaadinde bulundu.

 

Bu konuşma sırasında bile, Irak Ulusal Kütüphanesi yağmalanmaktaydı. Yüzlerce yıllık el yazması Kur’an ve İslâm hat sanatı örneklerinin, Osmanlı İmparatorluğu’na ait yeri doldurulamayacak tarihî belgelerin bulunduğu binanın kundaklanmasıyla, sayısız yazılı belge yok oldu.

 

Alevleri gören muhabir Robert Fisk, hiç olmazsa koleksiyonun bir kısmını kurtarmak için harekete geçsinler diye, Amerikan askerlerine koştu, ama onlar yardım etmeyi reddettiler. Fisk, Independent gazetesinde şöyle yazdı : “Haritada yer gösterdim, İngilizce ve Arapça olarak kütüphanenin tam adını verdim. Dumanın 3 mil (yaklaşık 5 kilometre) uzaktan görülebildiğini ve oraya taşıtlarla 5 dakikada gidebileceklerini söyledim. Yarım saat sonra, ortada bir tek Amerikalı bile yoktu ve gökyüzüne yükselen alevlerin boyu 200 fiti (yaklaşık 70 metreyi) bulmuştu.

 

Bağdat Müzesi’nin akıbetine bakınca, yağmanın yayılmasının ve kütüphanenin kundaklanmasının tek amacının daha sistematik bir suç zincirinin örtbas edilmesi olduğu sonucu çıkıyor. Seçme el yazmaları, zengin koleksiyoncular için çalındı. Bu suç, yakılan kitapların altında gizlenmeye çalışıldı, ki bu da bir başka Nazi yöntemi.

 

Amerikan Kültür Politikası Kurumu’nun Rolü

 

Kültürün uğradığı bu iki feci saldırının ardından, dikkatler Amerikan Kültür Politikası Kurumu üzerinde yoğunlaştı. Karalayıcı haberlerle ilgili çok sıkı kanunlara sahip Britanya’da bile basın, AKPK’nın A.B.D’nin Irak’ın kültürel varlıkları ile ilgili hükümet politikasında etkili olduğu iddiasını destekliyor.

 

AKPK, 2001 yılında bir grup zengin sanat koleksiyoncusu tarafından, Kültürel Varlıklar Yaptırım Yasası’na karşı lobi faaliyeti yapmak amacıyla kuruldu.  Bu yasa ile, sanat eserleri pazarına bir düzen getirilmesine ve çalıntı eserlerin A.B.D.’ye satışının durdurulmasına çalışılıyor. AKPK, Çalıntı Eşyalar Yasası’na göre suçlu bulunan New York’lu sanat simsarı Frederick Schultz’u savunuyor, ve 1977’de McClain’e açılan kamu davasında alınan kararın, çalıntı sanat eserleri bulundurmakla ilgili davalarda örnek olarak kabul edilmesine karşı çıkıyor.

 

McClain davasında, Amerikan jürisi, Meksika hükümetinin resmi izni olmaksızın A.B.D’ye getirilen, Kolomb öncesi döneme ait bütün sanat eseri ve mücevherleri çalıntı olarak kabul etmişti. Meksika hükümeti, bütün arkeolojik eserleri devlet malı sayıyor ve yurt dışına satılmalarını yasaklıyor. Meksika, böyle bir kanuna sahip az sayıda ülkeden biri.

 

Önemli bir avukat ve AKPK’nın kurucusu olan Ashton Hawkins, bu tür kanunları “hatıracı” olarak görüyor. Hawkins, arkeolojik açıdan zengin “kaynak” ülkeleri, bu kanunlarla antik kentlerini ve müzelerini korumaya çalıştıkları için kınıyor; ve Clinton yönetimi döneminde bu “hatıracı” politikaların A.B.D. devlet politikasına egemen olmaya başladığını iddia ediyor.

 

Hawkins, gözlerini Orta Doğu’daki müzelere dikmiş. Kâhire Müzesi’ndeki Eski Mısır eserlerinin dağıtılmasını istedi. “Kâhire Müzesi’nin, dünyadaki müzelere kendi koleksiyonundaki eserlere sahip olma fırsatı vermesini talep ediyorum.” dedi. “Her müzeye en fazla elli eser vermek karşılığında, bu müzelerden, mesela 1’er Milyon Dolar gibi önemli bir kaynak sağlayıp, bunu piramitler bölgesinde yapılacak yeni bir müze için kullanabilirler.”

 

AKPK’nın açılış toplantısı, Özbek dokumaları koleksiyoncusu Guido Goldman’ın New York 5. Cadde’deki dairesinde yapıldı. Katılanlar arasında, Kaliforniya Malibu’daki Getty Müzesi’nin küratörü Arthur Houghton da vardı. Kendisinin, nereden edinildiği şüpheli eserleri sergilemek konusunda korkunç bir şöhreti var. Hawkins ise, 2000 yılında New York Metropolitan Sanat Müzesi mütevelli heyeti başkan yardımcılığından emekli oldu. Bu kurum, eski başkanı Thomas Hoving’e göre, Etrüsk mezarlarının yağmalanması ile edinilen pek çok esere sahip.

 

Savaş başlamadan önce, AKPK Pentagon yetkilileri ile görüşerek Irak’taki tarihi eserler ile ilgili ciddi endişelerini bildirdi. Bunun nasıl bir endişe olduğu, grubun saymanı William Pearlstein’ın ifadelerinden açıkça anlaşılıyor. Pearlstein da, Irak’ın tarihi eserler ile ilgili yasalarını “hatıracı” buluyor. AKPK Irak’taki yasaların değişmesini istediğini reddediyor; ama Irak yasalarının yarattığı sorunun, müze ve kütüphanelerin yağmalanması yoluyla çözülmesi için A.B.D.’nin çalıntı sanat eserleri ve tarihi eserlerle ilgili yasalarının değişmesi yetiyor.

 

Stanford Hukuk Fakültesi profesörü ve AKPK üyesi John Merryman, A.B.D. mahkemelerinde “ithalatın denetlenmesi ile ilgili uluslararası uygulamalar konusunda seçici olunmasını” talep etti. Yani, bir Amerikan mahkemesi Irak kanununu tanımamayı seçerse, Bağdat’ta yağmalanan eserlerin A.B.D’ye ithal edilmesi tamamen yasal olacak.

 

Merryman 1998’de yazdığı bir makalede kurumun ilkelerini belirledi. Bu makalede, bir sanat eserinin çalıntı olmasının, eserin A.B.D’ye getirilmesinin yasal sayılmasını engellemediğini savunuyordu.

 

İddialarını şöyle sürdürdü : “Bir pazarın (tarihi eser – sanat eseri pazarının) varlığı ile, başka türlü yok olacak ya da ihmal edilecek kültürel nesneler, piyasa değerine sahip olarak korunacaktır. Açık ve yasal bir ticaret, kültürel nesnelerin onlara en çok değer veren, dolayısıyla en iyi koruyacak olan kişi ve kurumların eline geçmesini sağlar.” (Internatıonal Law and Politics, sayı 31: 1.)

 

Bu, kendini aklamaya yönelik, fena halde ikiyüzlülük kokan bir iddia. Zengin koleksiyoncular, artık Bağdat sokaklarındaki kargaşadan dem vurup, müzenin yağmalanmasını ve kütüphanenin kundaklanmasını, Iraklıların zenginliklerini koruyamayacak kadar aciz ya da isteksiz (bunu yapamayacak kadar fakir ya da vurdumduymaz) olduğu gösteren bir kanıt olarak kullanabilirler. Madem öyle, bu eserler Amerikan müzelerinde ya da özel koleksiyoncuların elinde daha iyi korunacaktır.

 

AKPK, A.B.D.’nin yönetici sınıfının en açgözlü ve zorba kesiminin çıkarlarını temsil ediyor. Bu grup, herşeyin, paha biçilmez sanatsal ya da bilimsel değere sahip bir eserin bile, “piyasa değeri” ile ifade edilmesi ilkesinden hareket ediyor. 

 

Değerden kastettikleri şey, fiyat; çünkü Bağdat Müzesi’nden ve Irak Ulusal Kütüphanesi’nden çalınan eserlerin değerini hesaplamak mümkün değil. Bunlar, herşeyin fiyatını bilip, hiçbirşeyin değerini anlamayan insanlar.

 

Arkeolojik ve sanatsal değeri olan eşyaların kime/nereye ait olacağının, ve bunlara nasıl ulaşılacağının piyasaya göre belirlenmesi; bu eserlerin zengin bir azınlığın eline geçmesi ve halkın onları görebilmesinin, sahiplerinin insafına kalması demek. AKPK’nın pek çok üyesinin, önemli kamu kurumlarıyla ilişkisi olduğu halde, yaptıkları işlere bakılırsa, sanat eserlerinin, tarihi eserlerin halka mal olmasına kesinlikle karşılar. Sadece başka ülkelerin yasalarını değiştirmeye çalışmakla kalmıyorlar; kamu müzelerine her zaman büyük değer veren Amerikan toplumunun en gelişmiş geleneklerini de yıkmak için uğraşıyorlar.

 

Bilimsel bir gelenek

 

Kamu müzeleri, arkeolojik buluntulara ve onları oluşturan toplumlara bilimsel bir bakış açısı ile  yaklaşılmasına paralel olarak gelişti. Kamu kaynakları ile beslenen müzeler, kişisel hazine avı geleneğinden uzaklaşılmasını sağladı. Bu müzelerde, geçmişten gelen eserler rasyonel ve bilimsel bir düzen içinde sergilendi.

 

Tarihi eserlerin özel mülkiyete geçmesi, bu bilimsel çalışmaları engelliyor. Eserler kişiler arasında dağıldıkça, onlar hakkındaki bilgilerin düzenlenmesi zorlaşıyor, ve bu konuda çalışan bilimadamları bilgilere ulaşamıyorlar.

 

Kamu müzelerine kamu müzesi denmesinin sebebi sadece kaynakların kamuda kaynaklanması ve sergilerin ziyarete açık olması değil; herkesin bilgiye ulaşmasını sağlama özellikleri de çok önemli. Bilgiye herkesin ulaşması, 17. yüzyıldaki bilimsel devrimden beri, bilimsel yöntemin temel gereği olarak kabul ediliyor.

 

Bağdat Müzesi’nin yağmalanmasının bir sonucu da, müzeye ait kataloğun ve bilgisayar kayıtlarının yok edilmesi oldu. Bunun tek etkisi müzedeki hazinelerin izinin bulunmasının zorlaşması değil. Nesillerce devam eden sabırlı çalışmalar sonucu oluşan arkeolojik bilgi birikimi de, böylece sıfıra indi. Bir kataloğun yok edilmesi, hem sembolik hem de pratik anlamda, bir koleksiyonun özelleşmesi demek. Çünkü artık dünyanın o koleksiyonla ilgili bilgilere ulaşması mümkün değil.

 

Bir müzenin önemli eserleri uluslararası üne sahiptir, ama müze kayıtları bu olağanüstü sanat eserlerinden çok daha fazlasını içerir. Arkeolojik kazılarda çıkarılan daha küçük, daha önemsiz parçalar, kendi başlarına dikkat çekici değillerdir ama biraraya getirildikleri zaman bir toplumun resmi ortaya çıkar, ki bunu sadece sanat eserlerine bakarak görmek mümkün değildir.

 

Pek çok arkeolog, sözün tam anlamıyla, hayatlarını geçmiş uygarlıkların üstündeki tozu kaldırarak geçirir. Böceklerin kın kanatlarını aramak ya da bir kaç tohum bulmak için tonlarca toprağı kaldırabilirler. Çöp çukurları ve artık yığınları zengin bilgi kaynakları olabilir. Atılan ve vazgeçilen şeyler, muhteşem tapınakların ve sarayların ya da kral mezarlarının kalıntılarının bulunduğu çevreyi oluşturur, onları tamamlar.

 

Petr Charvat’ın kısa süre önce yayınlanan Mesopotamia Before History(Tarih Öncesi Mezopotamya) [i] kitabında, üstünde hasır izleri olan çamur parçalarının, özenle çekilmiş fotoğrafları var. O parçalar bir koleksiyoncunun en değerli eşyaları arasına girmez, ama eski Mezopotamyalıların el sanatları ve yaşam biçimleri hakkında pahabiçilmez bilgiler verir. 

Bilime büyük darbe

 

Bağdat Müzesi, eserlerin sergilendiği bir yerden ibaret değildi. Dünyanın her yerinden gelen arkeologların kurduğu ekiplerin, Irak’ın çeşitli yerlerinde yürüttüğü kazılar sonucu elde edilen bilgiler burada toplanıyordu. Dolayısıyla, müze tüm dünyadan araştırmacılara açık bir bilgi bankasına sahipti, birlikte yürütülen geniş çalışmaların varış merkeziydi. Müzenin yağmalanması ve kayıtların yok edilmesi, bilim için dünya çapında bir darbe oldu. Bu talan, zamanın 150 yıl geriye, Mezopotamya’da arkeoloji çalışmalarının başlamasının öncesine dönmesi tehlikesi demek.

 

İlk kazılar, zamanımızın standartlarına göre bilimsel değildi. Kazı ekipleri henüz, deneme yanılma yoluyla kendi yöntemlerini öğreniyorlardı. Öğrendikler ilk derslerden biri, bütünlüğün, tamamlayıcı bilginin arkeolojinin herşeyi olduğuydu. Bir obje, ancak çevresi ile birlikte biliniyorsa öyküsünün tamamını anlatabilir.

 

Bir arkeolog için çevre, bir kalıntının yerdeki fiziksel durumu, etrafındaki diğer kalıntılara ve toprak katmanlarına göre konumudur. Bu bilgiler, objenin yaklaşık olarak hangi zamandan kaldığını, ne için kullanıldığını, o toplumdaki yerini anlamayı mümkün kılar. Çevresinden koparılan bir buluntu, anlatacağı pek çok şeyi kaybeder. En iyi sanat yapıtları bile, geldikleri yer ve onları yaratanların toplumsal konumları anlaşıldığında daha doğru değerlendirilirler.

 

En geniş anlamıyla, bir kalıntının çevresini anlamak; bulunduğu tarihi alanda ve bölgedeki diğer antik yerlere göre konumunu, ait olduğu tarihsel çerçevedeki yerini anlamak demektir. Arkeolojik kalıntıların bulundukları ülkede kalması, genellikle millî duyguların etkisiyle istenir, ama bunun istenmesinin bilimsel sebebi çok daha önemlidir. Bir eserin çevresini koruyabilmek için, onu bulunduğu yerden uzaklaştırmamak gerekir.

 

Irak’ta, evlerin eski inşaat usulleri ile yapıldığını, teknelerin çok eski örneklere benzer modellerde üretildiğini görmek hâlâ mümkün. Mezopotamyalılara ait eserlerin gerçek değeri, ancak onları şimdiki Irak’ın olağandışı dokusu içinde görmekle anlaşılabilir. Bu ülkede, ovada yükselen her tepe, çağlar boyunca süren yerleşme sonucu biriken tuğlalardan oluşuyor.

 

Amerikan kolonyel kuvvetleri komutanı, emekli general Jay Garner, bu manzaranın yarattığı etkiyi, kendi politik amaçları için kullanmaya çalıştı. Ay tanrıçası Nanna için yapılmış 4000 yıllık Ur zigguratını (tapınağını) gören bir yerde, bir çadır toplantısı düzenledi. Ama Amerikalı yetkililer, Bağdat Müzesi’nin yağmalanmasına izin vererek, aslında Irak’ın insanlık tarihindeki yerine hiç saygı duymadıklarını göstermiş oldular.

 

Orta Çağ’da yaşayan Avrupalı haritacılar, 13. yüzyılda yaşadıkları gezegeni gösteren Dünya haritasını çizerken, Asya’yı en tepeye koydular çünkü onlar için en önemli kıta buydu. Kutsal topraklar oradaydı. Onların dünya görüşünde Kudüs merkezdeydi, onun yanında, Yahudilerin tutsak olarak gönderildikleri Babil şehri, Babil Kulesi ve Hz. İbrahim’in Ur şehrindeki evi vardı.

 

İncil’de anlatılan dünya, Avrupalıları o kadar derinden etkilemişti ki, bu bölgedeki antik kentlerde yapılan ilk kazılarda İncil’de yazılanları doğrulayacak bir şeyler bulmaya çalıştılar. 20. yüzyıla gelindiğinde bile, Leonard Woolley Warka’da yaptığı kazıları anlatırken şehri İncil’deki adıyla, “Kaldelilerin Ur kenti” diye anıyordu.

 

Fakat, Woley’in ve Layard, Botta ve Hormuzd Rassam gibi diğerlerinin yürüttüğü kazılar, İncil’de anlatılanlara taban tabana zıt sonuçlar verdi. Mesela, İncil’in en bilindik hikayelerinden Nuh tufanının, İncil yazılmadan çok önce Mezopotamya’da yaşandığı anlaşıldı. Binlerce kil tabletteki çivi yazıları deşifre edilince, Mezopotamya’da tahminlerden çok daha eski çağlarda çok sayıda karmaşık ve son derece gelişmiş uygarlığın bulunduğu görüldü.

 

Bu öykünün tüm boyutlarının su yüzüne çıkması, ancak Karbon 14 tarihlendirme tekniğinin ve başka bilimsel yöntemlerinin geliştirilmesiyle mümkün oldu. Orta Doğu’da yerleşik tarımın Milat’tan önce 11. binyılın ortalarında başladığı anlaşıldığında, 20. yüzyılın 2. yarısına gelinmişti.

 

Medeniyetin Beşiği

 

İlk tarım toplumları, şimdiki Irak topraklarında değil, daha sulak olan Zagros Dağları’nda, Anadolu’da, Doğu Akdeniz kıyılarında ve Deh Luran düzlüğünde yaşıyorlardı. Ama, hayvanların evcilleştirilmesi ve tahıl yetiştirilmesi ile başlayan, uzun Neolitik Devrim sürecinin ikinci dönem merkezi Irak oldu. Irak’ta devrimin çok önemli bir aşaması gerçekleşti : tarımsal üretimde çok büyük bir artış sağlayan bir teknik, yani sulama gelişti. Sulama sayesinde oluşan üretim fazlası, bu günlerde İngiltere ve A.B.D.’nin birleşmiş silahlı kuvvetleri tarafından mahvedilen topraklarda dünyanın ilk kent uygarlığının doğuşuna olanak verdi.

 

M.Ö. 5800’lerde, Fırat kıyılarında küçük tarım toplulukları yerleşmeye başlıyordu. Bunlar birkaç yüzyıl içinde yoğun nüfuslu şehirlere dönüştüler. Bir tapınağın çevresinde gelişen birkaç bin kişilik şehirlerde, sulamanın düzenlenmesi, gıdanın dağıtımı, civardaki yaylalardan taş, maden ve odun getirilmesi tapınağın işiydi.

 

2000 yılı aşan bir süreç içinde, Mezopotamya kentlerinde yaşayanlar bakırı işlemeyi, bronz alaşımı yapmayı, ve en önemlisi yazı yazmayı öğrendiler. Kentler sulama yoluyla yaratılan suni bir çevreye bağlı olduğu ve en temel hammaddeleri bile dışarıdan getirmeleri gerektiğinden, yazı kent yönetimi için büyük bir ihtiyaçtı. [ii]

 

Yazı sayesinde, entellektüel alanda müthiş gelişmeler oldu. Depolanan ve dağıtılan malzemelerin kaydını tutma intiyacından doğan yazı; şiir, öykü ve tarih yazmak için bir araç oldu. Matematik ve bilim hızla ilerledi.

 

Çağımızda yapılan araştırmalarla; çarpım tablolarının, kesir tablolarının, sayıların kare, karekök ve küplerinin, 2 ve 16 tabanında logaritmanın bilindiğine dair kanıtlar bulundu. Hacim ve alan hesaplarının, birinci ve ikinci dereceden denklemlerin yer aldığı kayıtlar da var. Babilli matematikçiler pi sayısını 3,125 olarak, yani gerçek değerine çok yakın hesapladılar. Astronomi çok gelişmişti. Belki de astronomi fal ve bilicilik için kullanılıyordu, ve eğer öyleyse güneş tutulması ve gezegenlerin hareketi ile ilgili söyledikleri kesinlikle çıkıyordu. [iii]

 

Mezopotamya toplumlarının sosyal ve siyasal yapısını sadece maddesel kalıntıları değerlendirerek anlamak mümkün değil. Arkeologlar toplumsal yapı ve bu yapının gelişimi hakkında farklı görüşlere sahipler. Ama Petr Charvat’a göre, M.Ö. 3000’lerde Mezopotamya’da “toplumun her kesiminde evrensellik ve eşitlik çok önemliydi… malların yeniden dağıtılması ile yaşamın maddi şartları eşitleniyordu… insanlar, herkesi ilgilendiren konuları tartışmak ve birlikte karar vermek için toplantılar yapıyorlardı… herkes, yaşamda ve ölümde aynı muameleyi görüyordu” (Mesopotamia Before History, 158-159)

 

Ur’daki “kral mezarları”nda, M.Ö. 3000’den sonra toplumsal tabakalaşmanın başladığını ve bir siyasal seçkin sınıfın ya da yönetici kesimin varlığını gösteren izler bulundu, ama bazı arkeologlar mezarların bu şekilde değerlendirilmesinin geçerliliğinden şüphe ediyorlar.

 

Bu dönemde iki büyük uygarlık doğdu : şimdiki Irak’ın güneyinde Sümerler, ve kuzeyinde Akadlar. Her iki uygarlık da, önceki dönemin kültürel özelliklerinin pek çoğunu koruyan şehir devletlerinden oluşuyordu. İlk imparatorluk, M.S. 2334’te, Sargon’un idaresi altında Sümer ve Akad konfederasyonlarının birleşmesi ile kuruldu.

 

M.Ö. 2212 yılında, Sargon’un kısa ömürlü imparatorluğunun yerini Ur Nammu İmparatorluğu aldı. O dönemden günümüze gelen binlerce kil tablet, kaynakların dikkatli kullanımının bu imparatorluğun M.Ö. 1990’a kadar ayakta kalmasını sağladığını gösteriyor. Bu tarihte kurulan Babil İmparatorluğu, M.Ö. 1792’de Hammurabi ile altın çağını yaşadı. M.Ö. 14. yüzyılın ortalarında ilk Asur imparatorluğu kuruldu. Asurlular, M.Ö. 9. yüzyılda Mezopotamya’yı bir kez daha ele geçirdiler, ve Basra Körfezi’nden Akdeniz’e uzanan tüm bölgede hüküm sürdüler. M.Ö. 612’de Babil İmparatorluğu kuruldu. Imparatorluğun en dikkat çekici hükümdarı Nebukadnezar, Babil’in Asma Bahçelerini, şehri çevreleyen çifte surları, büyük Zigguratı ve bağlantı yolunu yaptırdı. Kudüs’ü yağmalayıp Yahudilerin çoğunu esir alan da oydu.

 

Ardarda kurulan bu imparatorluklar ve onları izleyen Pers İmparatorluğu, sulama ağının getirdiği bol miktarda üretim fazlasından ve bu ağı işleten karmaşık yönetim sisteminden güç alıyordu. Bu düzeni sağlamak için geliştirilen sofistike kavramlar daha sonraki toplumların idari sistemlerinde de kullanıldı. “Irmaklar arasındaki toprak” anlamına gelen Mezopotamya sözcüğünü bize kazandıran Eski Yunanlılar dahi, Mezopotamya’da elde edilen başarıya hayrandılar.

 

Geçtiğimiz günlerde yaşanan yağmada, sistematik olarak yok edilen bakanlıklardan biri de Sulama Bakanlığı’ydı. Bu davranışa bakarak, A.B.D.’nin Irak’ı karanlık çağlara geri döndürmek istediği sonucunu çıkarabiliriz; yalnız, Irak hiç bir zaman Avrupa’nın geçtiği gibi bir karanlık dönemden geçmedi. Imaparatorluklar kurulup yıkılsa da, sulama sistemi işlemeye devam ettikçe ırmakların arasındaki topraklar orada yaşayanların ihtiyacından daha fazla ürün verecektir. Sulama sistemine saldıran A.B.D yönetimi, bir kaç hafta içinde, bu bölgeyi daha önce işgal edenlerin hepsinden daha fazla zarar verdi.

 

Irak’ın kültürel önemi, Pers İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra da azalmadı. Avrupa’da yaşanan karanlık çağ boyunca, bilginin sığındığı güvenli liman Irak oldu. Batı’da kaybolan klasik metinlerin suretleri, Bağdat’taki halifelerin koruması altındaydı. Aristoteles felsefesinin 13. yüzyıl Avrupa’sında yeniden ortaya çıkmasında ve Rönesans’ın başlamasında, İslâm’ın bilime verdiği önemin hayâtî etkisi oldu.

 

Kaybın gerçek boyutları ancak Ulusal Kütüphane’deki yağmanın dökümü yapılınca ortaya çıkacak. Bu hesap henüz tamamlanmadı.

 

Şimdiden, açıkça belli olan bir şey var; çok büyük bir suç işlendi, ve kurban sadece Irak halkı değil, tüm dünya. Çünkü saldırının hedefi insanlığın tarihi. Dünyayı, tarihin geçmişten getireceği her şeyden mahrum edecek yeni bir tür barbarlıkla karşı karşıya getiren Bush yönetiminin gittiği yolda, Bağdat’ın yağmalanması çok önemli bir dönemeç.

 

Notlar :[i] Petr Charvat, Mesopotamia Before History, Routledge, 2002.

[ii] Brian M. Fagan, People of The Earth, Prentice Hall, 2001.

[iii] Michael Roaf, Cultural Atlas of Mesopotamia, Equinox books, 1990.

 

Çeviren: Zeynep Alpar

 

http://www.gooff.com/NM/templates/Breaking_News.asp?articleid=842&zoneid=2