Kuzey yarımkürede ve dolayısıyla Türkiye’de kışın yaşandığı şu günlerde küresel ısınma gündemimizde değil (hatta Hürriyet gazetesi mini buzul çağını dahi getirdi). Halbuki konu, hayatın varoluşuyla doğrudan ilgisi hasebiyle, Türkiye’de ana akım medyanın magazinsel ilgisinden çok daha fazlasını hak ediyor. Yine kapsadığı geniş alan sebebiyle iklim değişikliğine toplumsal yaşamı ilgilendiren bir çok farklı açıdan bakmak mümkün. İklim adaleti, bunlardan belki de en temel olanı. Çünkü adalet beklentisi/ihtiyacı, küresel ısınmanın insanla eklemlenmesini sağlayan yegâne perspektif. “Dünya adil değil” diyerek işin içinden çıkmayı engelleyen de bu ihtiyaç. 2011 ortasında Somali başta olmak üzere Afrika Boynuzu’nda başlayan kuraklık ve kıtlık ile gündeme gelmişti iklim adaleti meselesi. Tabii ki gündem derken dünya gündeminden bahsediyoruz. Yoksa Türkiye’de medyada bir kişi dışında konuya bu perspektiften yaklaşan olmadı. Hakim olan emperyalist tonu ağır basan mağrur bir söylemdi. Türkiye’nin seyyal gündemi içinde siyasi gösteri malzemesi olarak önemini yitiren konu giderek alt sıralara düştü ve unutuldu. Halen bölge nüfusunun %30’undan fazlası tehlike altında ve bu tehlike sürecek. Küresel ısınmanın en acı yanlarından biri, tarihsel olarak en az sorumluluğu bulunan ülkelerin en fazla etkilenen ülkeler olması. Kaderin bir cilvesi, sanayileşmiş zengin ülkeler küresel ısınmadan nispeten daha az etkileniyorlar veya kısa vadeli sonuçlarına uyum sağlamak için gerekli olanaklara büyük ölçüde sahipler. Başta Güney yarımkürenin yoksul ülkeleri olmak üzere diğer ülkeler ise Afrika Boynuzu örneğinde olduğu gibi kavruluyorlar.
Patrick Bond’un 2012 tarihli yeni kitabı İklim Adaleti Siyaseti: Yukarıda Felç, Aşağıda Hareket * meseleye tam da buradan bakıyor. Çıkışı Güney Afrika’nın Durban kentinde gerçekleştirilen 17. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC) Taraflar Konferansı (COP) ile neredeyse birebir örtüşen kitap, UNFCCC nezdinde ulus-devletler tarafından yürütülen görüşmeler ile iklim adaletini sağlamak adına uluslararası olarak örgütlenmeye başlayan taban hareketlerini karşılaştırıyor.
Kitap, UNFCCC sürecine iki farklı açıdan yaklaşıyor. Bunlardan birincisi iklim değişikliğini pazar mekanizmaları ile çözme anlayışına getirilen yapısal eleştiri. Bu çerçevede, karbondioksiti bir meta haline getirmeye ve bu metanın pazarın arz-talep ilişkileri çerçevesinde dolaşımının denetlenmesine dayanan bir anlayışın her şeyden önce, son küresel mali krizin de gösterdiği gibi, pazarın özündeki sakatlıkla malul olduğuna dikkat çekiliyor. Zaten mevcut örnekler, karbondioksitin veya diğer bir tabirle kirletme izinlerinin serbestçe alınıp satıldığı bir sistemin işlemediğini net bir şekilde gösteriyor. Bu sistemin düzgün işleyebilmesi karbon fiyatlarının belli bir seviyede kalmasına, yani kirletmenin işletme tarafından hesaba katılması gereken bir bedeli olmasına dayanıyor. Ancak, UNFCCC sistemi altında oluşturulan “esneklik mekanizmaları” ile sisteme sürekli yeni “kirletme izni” pompalamanın önü açılıyor. Bunun doğal bir sonucu olarak karbon fiyatları yerlerde sürünüyor ve işletmeler için kayda değer bir caydırıcı mali yük oluşturmuyor.
Bond’un UNFCCC platformuna getirdiği ikinci eleştiri ise aktörlere yönelik. Bu eleştiriyi aslında kendi içinde ikiye ayırmak mümkün. İlk olarak, Birleşmiş Milletler şemsiyesi altında karar verici birincil aktörler olan devletlerin, mevcut paradigmaya hapsolduğuna dikkat çekiliyor. Devletler ve onların temsilcileri halihazırda zaten yetersiz olan sözleşme hükümleri dışında bir çözümü tahayyül dahi edemiyorlar. İkinci nokta ise karar vericilerin ve bunun bir uzantısı olarak sistemdeki başlıca aktörler olan ulus-devletlerin güçlü çıkar gruplarının etkisinde kalması. Bu ikinci noktayı aslında bir siyasi katılım sorunu olarak da değerlendirmek mümkün. Fosil yakıt lobisi gibi cebi derin, eli uzun grupların siyaset ve siyasetçiler ile kurdukları organik bağların karşısında bilimsel verilerin dahi duramadığını görüyoruz. Özetle, pazarı merkez alan birinci aks yani politik ekonomiye getirilen yapısal eleştiri, aktörlerin karar verme süreçlerine getirilen eleştiriler eksenindeki ikinci aks ile birlikte ele alındığında yazarın “Yukarıda Felç” ile neyi kast ettiği iyice belirginleşiyor.
Yukarıdaki felce kıyasla aşağıdaki iklim adaleti hareketinin talepleri ise (a) küresel ısınmayla mücadele politikaları oluşturulması; (b) hassas toplulukların korunması için uygun uyum stratejileri geliştirilmesi; (c) güvenli bir çevrede yaşama, çalışma, öğrenme ve oynama haklarının garanti altına alınabilmesi için daha geniş çevre adaleti talepleri ve son olarak (d) bu talepler ve politikaların uygulanabilmesi için zengin ülkelerden mali ve teknik destek olarak özetleniyor. İklim adaleti talebinin arkasında “iklim borcu” kavramı bulunuyor. İklim borcu, dekolonizasyon literatürüne yoğun referans veren bir kavram. Buna göre, “eski efendi” konumundaki Kuzeyin (veya sanayileşme sürecini tamamlamış zengin ülkelerin) fosil yakıt bağımlılığına son vermesi elzem. Dahası, mevcut zenginlik seviyesine ulaşırken iklime verdikleri hasardan dolayı, zengin ülkelerin, yoksul ülkelerin küresel ısınmaya uyumu için gerekli mali yükün büyük bölümünü üstlenmeleri bekleniyor.
Bugüne kadar, iklim politikaları oluşturulmasına hakim elitler bir yandan karbonun metalaşmasını yeni bir gelir kapısı olarak gördüklerini açıklamakta herhangi bir beis görmezken bir yandan da dezavantajlı konumdaki topluluklar başta olmak üzere tabandan gelen bu talepleri marjinal kılmaya çalıştılar, bunun işe yaramadığı yerde ise sahte bir bağlılık söylemi benimsediler. Bond, yukarıda özetlenen iki temel eleştiri (yapısal ve aktör temelli) çerçevesinde, uluslararası iklim değişikliği müzakerelerinden adil bir sonuç beklenemeyeceği sonucuna varıyor.
Kitabın belki de en zayıf halkasını da bu haklı sonuç oluşturuyor. Bond, uluslararası iklim adaleti hareketinin mevcut haliyle devletlerin UNFCCC çerçevesini aşmalarını sağlayacak siyasi iradeyi oluşturmaktan uzak olduğu gerçeğine karşı, eko-sosyalizm ve eko-feminizm akımlarından çıkarılabilecek dersler olduğunu söylemekten ve hareketin güçlenmesi için bazı tavsiyelerde bulunmaktan öteye gidemiyor. Küresel ısınmayla mücadele ve uyum konusunda ulus-devlet çerçevesi dışında ve kapsam olarak onu katbekat aşan bir alternatif elbette ki uğrunda mücadeleye değer bir hedef olarak önümüzde duruyor. Ancak, böyle bir alternatifin oluşması için “şartların olgunlaşmasını” bekleyecek zaman da maalesef yok. Tüm yamru yumru yönlerine rağmen UNFCCC platformu bir kalemde silinebilecek bir oluşum değil. Bond’un UNFCCC platformunun daha etkin kullanımı konusuna (örneğin, karbon ticareti başta olmak üzere esneklik mekanizmalarının kaldırılması) yer vermemesi, son üç taraflar konferansı tecrübesiyle, baktığı perspektiften (Güney/Yoksul) belki anlaşılabilir; ancak, pratik sonuçları itibariyle sinizme yakınsadığı gerçeğini de kabul etmek gerekiyor.
Yine de Türkçede iklim adaleti, iklim borcu ve genel olarak küresel adalet hareketi literatürünün darlığı göz önüne alındığında bu kavramlara Güneyden bir bakış atan “İklim Adaleti Siyaseti: Yukarıda Felç, Aşağıda Hareket”, Türkçeye çevrilmesi faydalı bir kitap olacaktır. Böyle bir kitabın Afrika Boynuzu’nda yaşanan olaya karşı takınılan mağrur emperyalist söylem konusunda tek başına yapabileceği çok şey olmasa da 1997-2009 seneleri arasında sera gazı salımını %98 artırarak Kyoto Protokolü Ek-I ülkeleri arasında rekor kıran Türkiye’nin iklim borcu kavramıyla tanışması için en azından bir katkı olacaktır. Sonra da adalete geçeriz.
*İklim Adaleti Siyaseti: Yukarıda Felç, Aşağıda Hareket (Politics of Climate Justice: Paralysis Above, Movement Below). Bond, Patrick 2012. Pietermaritzburg: University of KwaZulu-Natal Press, ISBN 1869142217, 267 sayfa
Bu makale ilk olarak 11 Şubat 2012 tarihinde Yeşil Gazete'de yayınlanmıştır.