Ömer Madra: Bir konuğumuz var; geçen hafta sonunda cumartesi günü Bilgi Üniversitesi Dolapdere kampüsünde iki oturum halinde yapılmış bir seminer vardı (“Savaşsız Bir Dünya İçin Uluslararası Buluşma”), oraya katılan konuk “Asker Aileleri Sesini Yükseltiyor” (Military Family Speak Out - MFSO) adlı savaşa karşı bir örgütten. Kendisi bizim radyo konuğumuz oldu, bazı sorularımızı yanıtlayacak. Örgütün bir üyesi olarak siz ortalama, hatta çoğunluk Amerikan vatandaşını temsil ediyor musunuz?
ÖM: Bu nasıl oluyor? Çünkü kendiniz aktif bir şekilde şu anda Amerikan ordusundaki işgal ve diğer hareketlerle mücadele etmekle meşgulsünüz.
MM: Bizim bulunduğumuz bölge, geldiğimiz yer itibarı ile ordu ile iç içe bir bölgeden geliyoruz ve askeri kültürle de yakın ilişkilerimiz olmuştur her zaman, dolayısıyla oğlum da şimdiki yönetimin bu durumu, bu işgal politikalarının yanlışlığı konusunda kendi fikirlerimi, zaten benim yaptığım mücadeleyi de biliyor, bu yanlışları anlatmaya çalıştım ama orduya karşı da bir saygısı olduğu için gitti. Fakat şimdi oğlumun Irak’a gidip işgal kuvvetlerine katılıp katılmayacağını bilmiyorum, şu anda böyle bir olasılık yok ve inşallah böyle bir şey gerçekleşmez. Sonuç olarak da kendi kararı olacaktır, çünkü bunu kendisine ben yeterince söyledim.
ÖM: Esas itibariyle Irak istilası, işgali gerçekleştirildikten sonra, daha başından beri konuşan ve bu konularda yazılar yazan saygın düşünürler, gazeteciler ve akademisyenler bu savaşa gidiş nedeninin altında söylenenlerden başka şeylerin yatmış olabileceğini, en azından savaşa girmek için gerekçe olarak gösterilen kitle imha silahları ve başka pek çok şeyin doğru olmadığının ortaya çıktığını ve hatta düpedüz yalan olduğunu ortaya koyan kitaplar, yazılar yazdılar. En az 5 kitap ve çok satılan kitaplar listesinde çıkan Başkan’ın yalanları konusunda kitaplar yayınlandı ve şu anda da çok satılan kitaplar listelerinde yer alıyor. Bütün bunlar ortaya konmuş olduğu halde, Amerikan vatandaşlarının büyük çoğunluğu bunları bilmesine rağmen nasıl oluyor da destekliyor, büyük ölçüde de karşı çıkmıyor?
MM: Bu soruyu ben de çok düşündüm ve belki de en önemli sebep olarak şöyle bir şey gösteriyor: Bir kere Afganistan’a saldırı yapıldığı zaman 11 Eylül’ün bir çeşit intikamının alınacağını, yani 11 Eylül’e giden olayların bir çeşit durdurulmasına yönelik olduğu söyleniyordu ve Amerikan halkının büyük çoğunluğu Afganistan’daki insanların Arap olduğunu düşünüyorlardı, hâlâ daha gerçeği tam bilmiyorlar. Bir de esas itibariyle bu gibi durumlarda 11 Eylül’den sonra insanlarda bir iş yapan, durumu kontrol altına alan, kuvvetli kontrolde görünen, dümende görünen insanların etrafında toplanma eğilimi, özellikle Amerika’da belirgin bir şekilde görülür. 11 Eylül’ün müthiş bir etkisi oldu, korku ekildi ortaya ve kontrolü ancak bir kişinin ya da bir yönetimin sertçe ele alıp ondan sonra götürebileceği söylenince, yönetimin etrafında bir kenetlenme durumu oldu. Hiçbir şekilde daha gerçek nedenlerini tam kavramış oldukları söylenemez Amerikan halkının ama bu korku büyük ölçüde işlenerek devam ettirildi. Temel neden, bu korkunun hâlâ Amerikan halkı içinde yaygınlaştırılması.
Dördüncü güç eğlence sektöründe
ÖM: Medyanın, genel kitle iletişim araçlarının buradaki durumu, propagandadaki rolü hakkında ne düşünüyorsunuz?
MM: Medyanın bu korkuları pompalaması ya da propaganda mekanizması yayması konusunda iki ayrı şey söylemek mümkün, bir kere şirketlerin medyasından (corporate media) bahsettiğimiz zaman şunu söylemek lazım: bütün şirketler gibi medya şirketleri de, gazete, televizyon, vs. sahipleri de para kazanmak için oradalar, onların gerçeğin peşinde olduklarını düşünmek hiçbir zaman mümkün değil. Eğlenceye yönelik bir endüstri sektörü olduğuna göre oradan para kazanmanın normal, doğal bir şirket işlevi olarak bunu yapıyorlar ve özellikle de mesela medyada çok daha önemli hayat memat, ölüm kalım meseleleri varken, onun yerine basketbolcu Kobi Briant tecavüz etti mi etmedi mi, onun meselesi boy boy, sayfa sayfa gazetelerde ve televizyonlarda günler boyunca yer alıyor ya da Michael Jackson’ın çocuklara cinsel tacizde bulunup bulunmadığı meselesi... Esas olarak onlar para kazanmak için eğlence sektörünü beslemek ve bundan para kazanmak için yapıyor, halkı da bu şekilde gayet basit bir yöntemle pasifiye etmenin de en kolay yolunu buluyorlar.
İkinci bir mesele de tabii, medyanın bir avuç kişinin elinde olması, buna bir tekel, monopol diyebiliriz. Artık giderek de ağırlığını duyurmaya başlayan bir avuç medya tekel şirketinin elinde, tekelleşmiş durumda, bu tekeli yöneten medya sahipleri da doğal olarak statükonun, mevcut durumun olduğu gibi korunmasından yana. Çünkü mevcut durumda iyi bir şekilde para kazanıyorlar, dolayısıyla da medyanın çok önemli bir fonksiyonu olan eğitim verme yorumlarıyla, halkı eğitmek gibi çok temel bir fonksiyonunu da tamamen arka plana itip doğrudan para kazanmaya yönelik bu pasifize edici, zayıflatıcı, yumuşatıcı durumunu koruyorlar.
Yalnız bütün rolü de medyanın üzerine yıkıp kurtulmak kolay bir yöntem olurdu, biz burada Amerikan vatandaşları olarak sorumluluğumuzu yerine getirmiyoruz, o bakımdan sorumluyuz aslında. Yani bizim de talep etmemiz, medyanın böyle unutturulan fonksiyonlarının bize verilebilmesi için, bilgi edinme hakkını, doğru dürüst eğitim vermesini biz talep etmezsek onlar niçin versinler ki? Böyle bir talep gelmediği sürece bu böyle de devam edecektir. Çünkü zaten bütün işlerin, işletmelerin, şirketlerin amacı da para kazanmaktır, müşterilerine hizmet etmektir o anlamda.
ÖM: Nasıl bunu değiştirmek mümkün olabilecek; Başkan Bush’un ve onun yardımcılarının söylediği şekilde 11 Eylül’den sonra savaşa karşı savaş ilan edildikten sonra, Başkan’ın da geçenlerde ulusa sesleniş konuşmasında söylediği şuydu: “Dünya çok daha iyi bir yer haline geldi, Iraklılar özgür oldu ve terör de azaldı.” Ama pek çok insanın bu şekilde düşünmediği muhakkak, bu yüzden giderek tam tersine artan bir tehlike var, kitle imha silahlarının her an çıkması ve El Kaide gibi pek çok terör örgütünün globalleşmesi tehlikesi var. Bu nasıl geriye döndürülebilir?
MM: 11 Eylül’e gidersek, ondan çok daha önce Project for the New American Century diye adlandırılan, eski başkan döneminden kalan ve şimdiki başkan etrafında olan adamlar tarafından da tezgahlanmış çok önemli bir proje var; bu da “yeni Amerikan yüzyılı” kılmak. Yani ABD’nin öncülüğünde bütün dünyaya egemen olma projesi açıkça 11 Eylül’den çok önce ortaya konmuştu. Şimdi 11 Eylül’den de yararlanarak onun kullanımına girdiler, burada pek çok çıkar bir araya geldi, örtüştü, buluştu; mesela petrol başta olmak üzere pek çok büyük şirketlerin çıkarları. Ama yalnız petrol ve diğer konularda iş gören şirketler değil, mesela sağcı dinci kuruluşlar, özellikle “yeniden doğmuş Hıristiyanlar”ın da bulunduğu müthiş sağcı ve ırkçı bir grup da bu “yeni Amerikan yüzyılı projesi”nin etrafında kenetlendi.
Böylece ABD’yi bütün dünyada üsler ve diğer başka araçlar da kullanarak dünyada egemen kılmak için bir projeksiyon yapıldı ve bunu soktular; ABD’nin projesi bu. Ve bu şekilde yürümesine imkan yok.
Ancak kitlesel tepkiler engelleyebilir
Benim kanaatime göre bunun değiştirmenin yolları iki tane; böyle olmaması gerekiyor, yani ABD’nin özellikle Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra dünyanın en güçlü devleti olduğu konusunda hiç kimsenin şüphesi yok ama bunun bu şekilde kuvvet kullanımı ile bütün istediğini yeryüzünün bütün köşelerine yayacak şekilde yapması için hiçbir sebep yok. Tam tersine bütün uluslararası kuruluşlar aracılığı ile dayanışma, işbirliği yoluyla yapılabilecek bir şey.
Buradan sorunuza dönersek, bunu hükümetler yapacak durumda değiller kesinlikle, bunu ancak halklar, halk kitleleri yapabilir.
Mesela basının oynadığı rol konusundaki soruya da tekrar dönüp bir husus eklemek için söylüyorum, şunu yaptılar: Mesela müthiş bir ırkçılık da, yani sağcı dinden bahsederken bir de ırk ayrımcılığından, ABD’de bütün dünyada olduğu gibi ırkçılık hâlâ gayet kuvvetlidir, medyada bu basmakalıp lafları, yani stereotip denilen kavramları kullanırlar; herkes için Arap’tır.
Mesela Avrupalılar daima Avrupa dışından olanları istila ederler, birbirleri ile dalaşmazlar ve yalnız El Kaide gibi Arap, Suudi kökenli teröristlerin peşinde değil, Sihler de öldürüldü, vs. ama onlar da tamamen yine Arap gibi algılanıyor ve Amerikan şirket medyası da bunu bu şekilde gösteriyor.
Whoopie Goldberg’in bir televizyon dizisi var, orada bir otel işletmecisi olarak rol alıyor, bir de İran kökenli müdürü var. Fakat burada her seferinde kendisine “a, sen Araplar” vs dediği zaman adam kriz geçiriyor, ter ter tepiniyor “Ben İranlıyım, bambaşka bir yerdenim” diyor. Bu şekilde tepki göstermek iyidir, çünkü bu şekilde basmakalıp laflarla, klişelerle canımıza okuyorlar, herkesi tek tip kalıba sokma eğilimi var, basın da bu propagandayı körüklüyor. Bu da çok tehlikeli sonuçlar verebiliyor, onun için de herkesin gerçekte ne düşündüğünü öğrenmek için sormak lazım. Bu medyanın perdesinin aralanıp insanların gerçek durum hakkında ne düşündüklerini sormak lazım. Onun için de ben Irak’ta idim geçen ay.
ÖM: Orada bulunmanız sebebi neydi?
MM: Global Exchange diye dünya çapında bir değişim projesinin bir parçası olarak ‘occupation watch’ diye işgali gözlem altında tutan ve basına yansımayan taraflarını, gerçek hayattaki durumları, aşırı kuvvet kullanılmasını, işkenceyi, vs. daha doğrusu işgal kuvvetlerinin adil davranmasını sağlamaya yönelik de çalışmalar yürüten bir kuruluş vardı; bir de benim de içinde bulunduğum asker aileleri kuruluşunun da bir parçası olarak oraya gittim. Asıl gitme amacım, bu medyada yansıdığından farklı mı değil mi sorusuna bir cevap bulabilmek, kimi yönleriyle benzerlikleri olmakla beraber hiçbir televizyon ekranında göremeyeceğiniz, hiçbir gazete fotoğrafına yansımayacak muazzam bir acıyla da karşılaştım.
Pek çok şey hem ekranlarda hem de gazete sayfalarında filtre edilmiş. Ben de zaten böyle olduğunu bildiğim için bizim amacımız oraya gidip görmemiz ve bu filtrelerden kurtulmaktı.
Buradaki çok vahim durumlardan bir tanesi güvenlik meseli. Yani mesela Saddam Hüseyin’in yakalanmasından sonra azalacağına saldırıların artmakta olduğu ve daha fazla kayıplar verildiği de biliniyor, Iraklılar için durumun gittikçe daha kötüye gittiği biliniyor.
İkinci nokta, -bunları böyle önem sırasına göre sıralamak da istemiyorum, çünkü hepsi birbirinden önemli ve birbiri ile bağlantılı ama kolaylık olsun diye- şimdi Amerikan askerlerinin orada Iraklılara, sivillere muamelesi aslında ‘no win’ dedikleri, yani hiç bir çıkışı olmayan, kazanılması imkansız bir durumda. Bu da yapısından geliyor, işin doğasından geliyor; asker dediğiniz insan aslında polis görevlisi değildir, polislik apayrı bir görevdir, meslektir, askerden beklenen şey aşırı bir güç kullanarak hasım kimse onu ortadan kaldırmaya yönelmek, tatbikatta da bu öğretilir, talimi de bunun için yapılmıştır. Karşı tarafın da elinde ne varsa ateş edeceği, karşılık vereceğini bilir, dolayısıyla kendisini en ufak bir tehdit altında hissettiği zaman dört bir tarafa ateş açan Amerikan askerleri görüyoruz, ki bu da askerlik yapısının bir parçası olarak bakıldığında normal sayılabilir.
Oysa polisler ölçülü, belli bir kuvvet kullanarak durumu aslında kontrol altında tutmakla görevli kişilerdir, orada da bir polis görevi yapacak kimse yok, zaten Irak polisi de biliyorsunuz dağıtıldı. Bu Irak halkını da, sivilleri de kazanılması imkansız bir duruma sokuyor, çünkü bir yandan Amerikan askerlerinin tabii ki bütün işgal altındaki halklar gibi sadece Amerikan askerlerinin gitmesini istiyorlar ama bir yandan da “henüz değil, gitme” diyorlar, çünkü şu anda çekilmesi haline iç savaş, kaos ya da güvenliği sağlayacak bir durumun olmadığını da biliyorlar. Dolayısıyla hem işgalcileri hem işgal edilenler arasında kazanılması imkansız olan böyle bir duruma soktu Amerikan işgali.
Üçüncüsü de; çok önemli bir talep var, eski haline de getirmesini Amerikan yönetiminden haliyle talep ediyorlar, o da alt yapı, perişan halde. Biz Aralık ayında gittiğimizde elektrik kesintili olarak verilebiliyordu, hâlâ yoktu, su filtrelerinde eskiden beri, BM yaptırımlarından da gelen fevkalade kötü bir durum vardı. Üçüncü önemli nokta olarak Iraklılar “bizi eski halimize getirin, böyle bir şey kabul edilemez” şeklinde bir duygu içindeler.
Irak’a gidip, sivillerin ne düşündüğünü öğrenmek gerek
ÖM: Durumu genel olarak nasıl değerlendiriyorsunuz, son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
MM: Evet, benim kişisel görüşüm olarak şunu önemle söylemek istiyorum, açıkçası son derece, devasa bir krizle karşı karşıya olduğumuz apaçık bir gerçek ve bunun nasıl değiştirilebileceği konusunda burada bana sorulan soruların en önemlilerinden biri de “Nasıl değiştiririz, çeviririz?” En önemli sorun savaşın ta kendisi, fakat burada sorunu nasıl çözeriz diye bakınca bir tane savaştan bahsedilmiyor, dünyanın dört bir yanında çeşitli sebeplerle, yerel, bölgesel çatışmalar birbirini kovalıyor ve bu kriz durumu, Irak meselesi bittikten sonra ya da bitmese bile bunu başka türden, başka yerlerdeki krizler, çatışmalar, savaşlar sürecek ve daha büyük çözülmesi imkansız sorunlar yumağına doğru gidecek. Buradaki mesele insanların birbiri ile, komşu olarak çıkar peşinde değil de birer birey olarak nasıl düşünüp nasıl yaşadıklarını ve onlarla nasıl temas kurulacağından geçiyor. Bence bu son derece önemli.
ÖM: Arkada yatan büyük şirket kârları var, onların somut olarak üstüne gidilip dağıtılması yolunda çalışılırsa çözülmez mi?
MM: Sadece sistem meselesi değil, Sovyetler Birliği’nde de komünizmin iyi bir sistem olduğunu düşünen pek çok kimse var, fakat onlar da çöktü, çünkü kendi vatandaşlarına birey olarak saygı duymadıkları gibi büyük toplu kıyımlar, katliamlar orada da gerçekleştirildi. Dolayısıyla aslında sürekli olarak, mesela biraz önce de söylediğim gibi Irak’a gitmemiz, oradaki insanların, sivillerin, bireylerin neler düşündüğünü öğrenmek bana çok önemli geliyor, çünkü ben bunları oradan alıp sonra da ABD’de kendi çalıştığım gruplarda, medya ne kadarını verirse versin bunları tartışmak, “işte böyle problemleri var” demek, bireylerin içinde bulunduğu gerçek durumu, bireylere birey olarak saygı gösterilmesini sağlayacak bir ortama kavuşması gerekir. Buna ulaşamadan savaş krizini de çözemeyiz. Tıpkı biraz önce önemle vurguladığım, Iraklıların da işgal askerleri gibi içinde çıkılmaz bir durumun içinde kaldıkları gibi.
(28 Ocak 2004’te Açık Radyo’da Açık Gazete programında yayınlanmıştır.)