Hrant'ı kaybettik

-
Aa
+
a
a
a

22 Ocak 2007Taha Kıvanç

Hrant Dink üç kurşunla indirildiği kaldırımda henüz yatarken bir yayın kuruluşundan aranıp "Siyasî cinayetler döneminin başlayacağını aylarca önce işlemiştiniz, değil mi?" sorusuna muhatap olduğumda, dilimin ucuna kadar gelen "Hem de kaç kez" cevabını kendime sakladım. "Evet" dedim, "Ama bu bir mârifet değil ki; suikast nicedir 'geliyorum' diyordu..."

2000 yılı haziran ayında tanışmışım Hrant Dink'le. Öyle her ilde konferans veren, panellere katılan biri değilim; nasıl olmuşsa Trabzon'da yapılan bir toplantıya gitmiş, şimdilerde varlığını sürdürmeyen 'Empati Grubu' tarafından düzenlenen toplantı sırasında tanımıştım Agos yazarını; o günden sonra hem dostu, hem de her hafta muntazaman gönderdiği gazetesi yoluyla okuru oldum...

İki gündür 'en son nerede' görüşüp konuştuğumuzu düşünüyor, bir türlü çıkaramıyorum. Bana sanki geçen hafta bir yerlerde berabermişiz gibi geliyor, sonra bunun imkânsız olduğunu anlıyorum. Geçen ay, ondan önceki ay? Bunun sebebi, Hrant Dink'in, araya uzun bir zaman girmiş olsa bile, sohbeti bir önce bıraktığı yerden devam ettiren o nâdir söz ustalarından biri oluşu... Dost olduğuna dâimî dost olan, her dostuna söyleyeceğini zihninin bir yerinde saklayıp ilk karşılaşmasında derhal sadede gelenlerden... Bu sebeple sanki sürekli irtibat halinde olduğunuz hissini herkese verirdi Hrant...

Bir de şu herkes tarafından ön ismiyle hi- tap edilme, 'Hrant' olma hali var onun...

Hemen 'senli-benli' olamam ben, birkaç yakın dostum dışında herkesle 'sizli-bizli' konuşur, 'beyefendi' gibi başkalarının lüzumsuz bulacağı sıfatlar kullanırım... Ne yapayım, tabiatım böyle... Şimdi düşünüyorum da, Hrant Dink'le yüzyüze konuşurken de, başkalarıyla ondan muhabbet açıldığında da, bir kez bile 'Hrant Bey' veya ne bileyim 'Hrant Dink' dememişim... Herkes için olduğu gibi, benim için de hep 'Hrant' oldu o, ilk tanıdığımdan beri...

Kafalarımızı birbirine yakın kılan bir özelliğini de anmalıyım: Kuşkucuydu, görünenin gerisine meraklıydı. Her karşılaşmamızda, yaşanan olaylar yanında muhtemel gelişmelerle ilgili düşündüklerini de paylaşırdı. "Vilayet'te sorgulanma" olayını çok ciddiye aldığını biliyorum.

Özellikle hakkında açılan TCK 301 dâvâlarından beri ne çok kez 'Ermeni' olduğunu işittik, değil mi? Hrant Ermeni'ydi elbette; birkaç sayfası Ermenice bir gazete yönetiyordu. 301-öncesine kadar esas kavgasını, daha demokratik bir yapılanma sağlamak üzere, kendi cemaatine karşı veriyordu. Kendisinin, eşinin, çocuklarının isimleri de Ermenice'ydi...

Peki, öyleydi de, neden Türkiye'den ve sorunlarından bir Türk gibi söz ediyordu? Aynı masa etrafında buluşulup muhabbet açıldığı zaman, ya da bir toplantıda biraraya gelindiğinde, konulara yaklaşımı açısından, diğer söz alanlardan hemen hiçbir farkı olmadığını hemen anlıyordunuz. Pusulası Türkiye olan bir Ermeni'ydi Hrant; buraya kök salmıştı ve hepimizin derdi onun da derdiydi.

"Özel bir durum mu Hrant'ın Türkiye-eksenli bakışı?" soruma cevabı, ABD/Kaliforniya doğumlu, o sıralar 65 yaşını sürdüren Richard Hagopian vesilesiyle gittiğim sazlı-sözlü bir yemekte aldım.

Yaşayan en ünlü 'ud' sanatçılarından biri sayılıyor Hagopian. Dedelerinin de güç kattığı musikimizin parçalarını çalıyor Amerika'da. Ustalarından biri, pek çok şarkısı dillerde dolaşan Udi Hrant. Udi Hagopian kendisi gibi müzisyen olan oğlu Harold'la birlikte o gece bizlere müthiş bir musiki ziyafeti çekerken, etraftaki Ermenilere bakarak, birbirimize ne kadar benzediğimizi bir kez daha keşfettim...

Udi Hrant'ın ünlü 'Hastayım' şarkısını sizler de biliyor olmalısınız: "Hastayım, yaşıyorum görünmez hayaliyle, // Belki bir gün bir gün diye, beklerim ümmid ile. // Çürüyor zavallı ruhum aşkının hasretiyle, // Belki bir gün bir gün diye, beklerim ümmid ile."

Kızılcahamam'da toplanan Ak Parti milletvekilleri bir ara 'sarı gelin' türküsü dinlemişler; o gece bizler de aynı türküyü Türkçe ve Ermenice dinlemiş, bir versiyonun diğerinden söyleyen ve dinleyene akıttığı his bakımından hiç farklı olmadığını kendimiz de türküye katılarak anlamıştık. Kimimiz Türkçe kimimiz Ermenice söyledik o türküyü ve aynı hazzı aldık...

O ilk tanışmamızda (2000 yılı), bir sohbet aralığında, devletin kendisine pasaport vermediğini ve bu yüzden hayatında hiç Türkiye dışına çıkmadığını fısıldamıştı kulağıma. Ankara'ya döndüğümde, ilk işim, "Türkiye'yi bu denli seven birine yurtdışı yasağı konulur mu?" sorusunu ilgisine yöneltmek olmuştu. Şimdi ise, "Pasaport alması, yurtdışına çıkma imkânına kavuşması iyi mi oldu?" diye kendimi sorgulamadan edemiyorum.

Hrant'ı kaybettik; ne kadar üzülsek az!..

http://www.yenisafak.com.tr/yazarlar/?t=22.01.2007&y=TahaKivanc