4 Kasım 2003The GuardianBir İngiliz köyü düşünün. Bu köyde pencerelerinde siyahi insan karikatürleri olan ve plakasında "ZENC1" yazan otomobile benzer bir şey yapılıp, herkesin katıldığı bir törenle yakılsın. Sonra da Britanya'nın sosyal meseleler konusunda en duyarlı milletvekillerinden birinin ortaya çıkıp, bu işte biraz da siyahilerin suçlu olduğunu söylediğini düşünün.Bunu düşünmek bile imkansız. Veya öyle olduğunu umuyoruz. Ama geçen hafta buna çok benzer birşey oldu. Sussex'teki Firle kasabasının iyi vatandaşları kendi yaptıkları ve pencerelerine bir Roman ailesinin resmi yapılmış arabayı topluca ve törenle yaktılar. Arabanın plakasında Roman anlamına gelen ve onları aşağılayan pikey [paralı (turnpike) yollardan türetilmiş bir kelime] kelimesi yerine "P1KEY" ve bununla kafiyeli olarak Romanların hırsız olduklarını söyleyen sözler yazıyordu (Do As You Likey Driveways Ltd- guaranteed to rip you off). Arabayı yakmakla, metaforik olarak bu topluluktan kurtuldular. Daha sonra Liberal Demokrat Partinin bölge milletvekili Norman Baker Güneydoğu BBC'ye şöyle dedi: "Göçebelerin haklarına saygı duyulmalı; ancak, onlar da yaşadıkları yerlerde saygılı davranmakla yükümlüdürler…Bu yılın başlarında Firle'de işler bu şekilde yürümediği için Şenlik Ateşi Derneği (Bonfire Society) böyle bir davranışta bulundu."Britanya kamu hayatında Romanlara karşı ırkçılık kabul edilebilir birşey. Geçen ay Radyo 4'teki Now adlı programda "emniyet belgeleri" olmaksızın pazar yerlerinde cirit atan "pikeys" alaya alındı. Radyo"pakis" (Pakistanlılar) veya "yids" (Yahudiler) hakkında böyle espirileri asla yapamaz, veya bir başka etnik gruptaki insanların temel özelliğinin çalıp çırpma işleri olduğunu ima edemezdi. Jack Straw içişleri bakanıyken Romanları "suç işlemek ve kargaşa yaratmak doğal haklarıymış gibi davranan, ev ve otomobil soyan, kapkaç yapan, kavga çıkaran ve başka sorular yaratan, şirketlerin kapı önlerine dışkılamak gibi şeyler yapan" insanlar olarak tanımlamıştı.Kuşkusuz şimdi bütün bu kişiler bir ırkı değil, bir hayat tarzını eleştirdiklerini öne süreceklerdir. Meselâ Jack Straw "kendi işlerine bakan, sorun yaratmayan gerçek Roman erkeklerden" değil, "kendine göçebe veya Roman süsü verenlerden" söz ettiğini açıklamıştı. Tabii bütün göçebelerin etnik kökeni Roman değil ve Roman kökenlilerin hepsi göçebe değil. Ancak aynı şey Yahudilik için de söylenebilir. Yahudilik de hem etnik bir kökeni hem de dini bir kültürü kapsar. Yahudilere karşı çıkan, Yahudi hayat tarzına ve Yahudi ırkına saldırıda bulunan insanların ahlâki bir ayırım yapmadıklarını biliyoruz. Aynı zamanda ırkçılığın bir topluluğun bazı bireylerinde görünen davranışları, bütün bir topluluğa mal etmek olduğunu da biliyoruz.
Kabil ile Habil'in zamanına dayanan ayrımRomanlara yapılan eziyet genellikle Jack Straw'un yaptığı gibi onların gerçekten o ırka mensup kişiler olup olmadıklarının sorgulanmasıyla birlikte yürütülür. 1554'te Britanya'da bir kanun kendilerini Aegypt (kıpti) olarak adlandıran kişilerin aslında "sahte göçerler" olduklarını söyleyerek onları ölüme mahkûm ediyordu. [Nazilerin baş cellatlarından] Heinrich Himmler'e sunulan "Roman meselesi" adlı rapor "Romanların çoğunun aslında Roman olmadıklarını" sadece "kriminal ve asosyal Alman proleterleriyle yapılan birleşmelerin" sonucunda ortaya çıktıklarını iddia ederek, bunların toplama kamplarına gönderilmelerini öneriyordu.
duyulan nefret konusunun işlenmesi neden toplum tarafından halâ kabul görüyor? Bunun nedeni Romanların bir ölçüde fasit bir dairenin içinde kısılı kalmaları: Irkçılık yüzünden kamu hayatının dışında bırakıldılar. Kamu hayatının dışında oldukları için de zayıf konumdalar ve kendilerini ırkçılığa karşı savunamıyorlar. Bana göre başka birşey de sözkonusu olabilir; çok daha derinde ve çok daha eski bir nefret kalıntısı.Yerleşik ve göçebe halklar arasındaki çelişki çok daha eskilere, Kabil ile Habil'in zamanına dayanır. Kabil yerleşik düzende yaşayan bir çiftçiydi; Habil ise hayvancılıkla uğraşan bir göçerdi. Kabil Habil'i öldürdü, çünkü Habil Tanrının sevgili kuluydu. Eski Ahit'i yazan insanlar yerleşik hayata yeni geçmiş göçebelerdi. Bu insanlar atalarının hayatlarını özlemle anıyorlardı. Peygamberlerin sürekli işledikleri tema, şehir hayatının kötülüğü ve baştan çıkarıcılığı, sık sık döndükleri kır hayatının saflığı ve temizliği idi. Bütün tek tanrılı büyük dinler göçebeler tarafından kurulmuştur: Yerleşik insanların aksine, göçebelerin dargörüşlülük özelliğini yeşertecek sabit bir mekânları yoktu.
Irkçılığın altında haset vardır
Peygamberlerin lânetine rağmen yine de şehir galip geldi. Medeniyet (civilization), Latince şehirli demek olan civis'ten gelir. Meskenleri sabit olanların kültürü anlamına gelir. Antitezi Türkçede bir kamp ve kampta yaşayan insanlar anlamındaki ordudan gelen horde (göçebe kitle) sözcüğüdür. Hem medeniyeti tanımlar, hem de onu tehdit eder. Yerleşik hükûmet sistemlerimiz hareket halindeki insanları kontrolda zorlandığı için onlardan korkarız. Ama görünüşe bakılırsa onlardan, Kabil gibi onlarda olup da bizde olmadığını sandığımız bir şey için de nefret ediyoruz: belki de özgürlük için, peygamberlerin özlediği özgürlük için. Tabii günümüzde yerleşik insanlar çoğu zaman göçebelere göre daha fazla hareket olanağına sahip. Romanlar yasa gereği bütün Doğu Avrupa'da bir yerde oturmak zorunda bırakıldılar; Britanya'da konaklama yerleri kapatıldı. Avrupa'da seyahat eden Romanlar, esas yerlerinden edildikleri için durmadan yer değiştiriyorlar: Kraliçe Mary'nin "sözde Aegypt'leri" şimdi "sözde sığınma hakkı arayanlara" dönüştürüldüler.Yine de bir haset kalıntısı yüzünden ıstırap çekiyoruz gibi. Roman veya bohem yaşam tarzını romantize etmemiz buna işaret ediyor. Biz göçebe insanlarız. Doğu Afrika'nın savanalarındaki atalarımız yağmuru izleyerek bir yerden bir yere göç etmek zorunda kalıyorlardı. Beyinleri, bacakları ve duyuları hiç hareketsiz kalmayacak şekilde tasarlanmış yaratıklarız. Gerçek ne olursa olsun, devamlı hareket halinde olmakla özdeşleştirdiğimiz insanların hayatları, bize kendi hayatlarımızdan daha çekici geliyor. Cormac McCarthy'nin Geçiş (The Crossing) adlı romanındaki aç seyyah şehire geldiğinde oradaki insanlar onda "En gıpta ettikleri ve aynı zamanda en sövdükleri şeyi gördüler. Onun gibi olmak için içleri gitse de onu sudan bir nedenle öldürebilecek durumda oldukları da bir gerçekti."Irkçılığın altında haset vardır. Irkçılar Yahudileri parayla, siyahileri cinsel güçle özdeşleştirirler. Ama Romanlardan nefret etmemiz, daha derindeki bir kederden kaynaklanıyor olabilir. Tekdüze yerleşik hayatın kısıtlamalarından ötürü devamlı hareket etme güdüleri engellenmiş insanların, bunu yapabilenlere haset etmelerinden doğan kederden. Tıpkı Kabil gibi kalkıp uygar olmayan göçebe kardeşimizi öldürmek istiyoruz. Yarattığımız tanrının sevgili kulları biziz. Acaba Romanlardan nefretin kabul görmeye devam etmesi, onları romantize etmenin kabul görmeye devam etmesi yüzünden mi?Çeviren: İnci Ötügen