5 Şubat 2009
"Bir hakikat sözü, bütün dünyayı alt edebilir." Birkaç ay önce ölen Rus yazar Aleksandr Soljenitsin'e ait bu söz, sözün gücünü yalın ve çarpıcı bir biçimde anlatır.
İnandırıcılığı kalmamış tezleri tedavülde tutmanın muhtelif yolları vardır. Zamana ve şartlara göre değişir bu yollar. Meselâ o tezleri akademik veya diplomatik bir dille sunmak, bu yollar arasındadır. Böyle bir tercihin uzantılarından biri de, o tezleri yaygınlaştıracak her şeyi yapmak, ama mümkünse hiç tartışmaya sokmamaktır. İlle de tartışma olacaksa; ruhsuz ve hakikatsiz bir dilin kullanıldığı dar çevreler en iyisidir. Bu çevrenin dışından sesler yükselmeye başlayınca, o zaman vicdanın sesini bastıran yoğun bir gürültü çıkarma taktiği uygulanır, böylece hakiki bir tartışmanın önü kesilir. Zira "büyük kamu"nun önünde tartışmak, büyük bir risktir. "Zulüm politikaları"nı, soğuk aklın terimleriyle savunmak, acının harlı ateşine dalmak gibi bir şeydir. Çaresi yok, yanarsınız.
İsrail, Filistinlilere uyguladığı zulüm politikalarını meşru göstermek için her aracı kullanıyor. Dünyanın merkez medyasından gördükleri güçlü destek, bu politikaların savunucularını rahatlatıyor, giderek şımartıyor.
İsrail'i eleştirmek, bir tabu haline getiriliyor. Gücün her türlü pervasızlığına karşı suskunluğun neredeyse emredildiği bir dünya tasarlanıyor böylelikle. Biliyoruz ki, tabular, ancak dilsizlik ve suskunlukla var olabilir. Çünkü bir söylemin, bir meşruluk stratejisinin istikrarını bir tek sözcük bozabilir.
Davos'ta Başbakan Erdoğan'la tartışan Peres'in dilinde o tabuya güvenin, o destekten gelen rahatlığın ve şımarıklığın tüm izleri vardı. Lakin zulmün pervasız bir şımarıklıkla savunulması, en az zulmün kendisi kadar, belki ondan da fazla acıtıyor mağdurları ve vicdanları; isyana teşvik ediyor adeta. Erdoğan'ın sesine rengini veren ise, tam da o vicdan acısıydı bana göre.
Komplo teorilerine, siyasal hayatı açıklamaya dönük kocaman senaryolara aklım ermez. Ben gözümün önündekine bakar, "anlam"ı gördüklerimden çıkarmaya çalışırım. Demek istediğim, Erdoğan'ın o panelde yaptıklarının hepsini önceden kurduğuna dair yorumlar, benim akıl sınırlarımın dışında kalıyor. O tarihî anı izlerken, gözümde Andersen'in masalındaki meşhur sahne canlandı. Hani üzerinde muhteşem bir elbise olduğunu sanan ve aslında çırılçıplak olan kibirli kral, "halkı selamlamak" için bir geçit töreni yapar, halk durumu fark ettiği halde sessiz kalır, bir çocuk şaşkın şaşkın durumu izler, sonra dayanamaz bağırır: "Kralın elbisesi yoook! Kral çıplaaak!" Kralın amacı gövde gösterisi yapmaktır; çocuğun sözleri, gövdenin sefilliğini gözler önüne serer.
Benim nazarımda Erdoğan, o an bir politikacı değildi, iyi ki de değildi; zaten bir diplomat değil, iyi ki ona soyunmadı. Erdoğan, vicdana ses verdi, iyi ki de öyle yaptı.
Sahi neler söyledi Erdoğan? Bence bir tek şey söyledi: "Kral çıplak!" Önce Peres sarsıldı; sonra o salonda Peres'e destek verenler sarsıldılar; sonra da dünyanın muhtelif yerlerindeki destekçiler. Sarsılmalarının nedeni, yeni bir hakikatle karşılaşmak değil, hakikatin sözünü duymaktı. Kral artık çıplaktı!
"Kral çıplak" diye bağıranlardan biri de Daniel Barenboim'dir. Davos'u düşünürken, o da geldi aklıma.
Daniel Barenboim adında bir müzisyen vardır. Arjantin kökenli bir İsraillidir. Dünyaca ünlü bir piyanist ve orkestra şefidir. Edward Said'le birlikte bir projeye girişirler. Çok kültürlü, çok dinli bir orkestra kurarlar 1999'da. O yıl, Goethe'nin 250. doğum yıldönümüdür; onun muhteşem eserinden esinle adını da "Doğu-Batı Divânı Orkestrası" koyarlar. Aralarında Mısır, Suriye, Lübnan, Ürdün, Tunus, İspanya, Hollanda ve İsrail'in de olduğu 17 ülkeden ve yaşları 14-25 arasında değişen 110 yetenekli genç müzisyenden oluşan bu orkestranın amacı, "birlikte yaşamanın yeni dili"ne can vermektir.
İsrail'in "zulüm politikaları"na tavizsiz bir muhaliftir Barenboim. 2006 yılında İsrail parlamentosunda bir konuşma yapar; bu politikaları dolaysız, dolambaçsız bir dille ve sert bir şekilde eleştirir. Kıyamet kopar birden. Bağırıp çağıran protestolara şu mealde sözlerle cevap verir Barenbiom: "Ben müzisyenim; görevim gürültüye ve suskunluğa karşı mücadele etmektir."
Şimdi Davos'ta olan biteni, türlü ucuz yöntemlerle gürültüye boğma çabası var. Erdoğan'ı sevmeyenlerin binbir dere dolaşarak getirdikleri suya bakınca, gülesi geliyor, "yazık, hepsi bunun için miydi" diyesi geliyor insanın. Lobilerin ve stratejistlerin tehdit ve şantaj dolu açıklamaları, dağılan tabuyu tamire yetmez; aksine, tabunun arkasındaki yalanları ve insanı hiçe sayan çıkar hesaplarını daha bir açık eder. Bu ise, vicdanın sesinin daha gür bir biçimde yayılmasından başka bir sonuç doğurmaz.
"Söz uçar" derler ya, ben inanmam buna. Söz, hele de tabuları yıkan söz, bir de herkesin önünde söylenmişse, en çok onu söyleyeni bağlar; hep takip eder sahibini, her yerde, her zaman. Erdoğan, artık bu sözlerle birlikte yaşamak zorundadır, yaşayacaktır. Davos'ta hakikat ve hakkaniyet adına konuştuğunu söylediği için, artık Türkiye'de ve dünyada aksine davranamayacaktır. Meselâ bir tabuyu yıkmak için vicdan temelli "özür kampanyası" başlatanlarla, öyle kolayca dalga geçemeyecektir artık. "Zulüm benden önceydi" diyerek, yerin altında tutulmak istenen cinayetlere gözlerini kapayamayacaktır artık. O cesetler ki, yerin üstüne fışkırmaya hazırlanıyorlar şimdi. Buna benzer daha pek çok durumla karşı karşıyadır Erdoğan ve hepsinde de kendi sözleri dikilecektir en başta karşısına.
Ben sözün dönüştürücü gücüne de inanırım. Bir sözü böyle büyük bir kamunun önünde söyleyince insan ve o söz böyle büyük bir etki yaratınca; o sözün ruhu, onu söyleyenin ruhuna işler, ruhunu işler. Peki ya öyle olmazsa? O zaman, şundan gayrı ne denebilir ki: "Sözdür vezir eder adamı, sözdür rezil eder adamı."