Servantes, gezginci şövalye masallarına ne kadar öfkelenmiş ki, onları madara etmek için üşenmeden bin sayfadan fazla yazmış. Masal bu ya, o şövalyelerin bütün işleri kahramanlık etmek uğruna sürtüp gezmekmiş. Nerede yardıma muhtaç bir zavallı varsa orada biterlermiş. Önlerindeki engel, koca bir ordu da olsa çekerlermiş kılıçlarını ve düşman üzerine dört nala sürerlermiş beygirlerini.
Uzunluğuna rağmen, kolay özetlenebilir ve anafikri net bir eserdir Don Kişot: ‘O kahramanların gerçekliğine inanmak insanı delirtir.’ Biz adamcağızın ruhuna dil çıkartır gibi, eserini yel değirmenlerine saldırmayı marifet diye göstermek için kullanırız. Amacımız aslında Servantes’in kemiklerini sızlatmak değil. Eserin asıl söylediği, kahramanlık masallarına bakışımıza hiç uymadığından anlamaza yatıyoruz.
İsimsiz küçük bir oğlan sokakta rastladığı boğayı öldürdü. Dedemiz Korkut ona Boğaç adını koydu. Hasan diye bir adam Konstantinapolis’in surlarına bayrak dikmeyi taktı kafasına. Kahpe Bizanslılar’ın okları kalbura çevirdi onu ama bayrak İstanbul surlarına dikildi. Savaşa gidecek kadar yetişkin olduğunu göstermek için tarağını bıyığında durdurmayı beceremediğinden dudağına saplayan akıllı kimdi hatırlamıyorum. Belki Bağdat Kapısı önünde, elinde kılıç dans eden ibrişim kuşaklı Genç Osman’dır. Bunları ve benzerlerinin çoğunu, bitmeyen gecelerde sobanın üzerinde kestaneler kavrulurken, dedelerimizden dinlemedik; siyah önlük giyindiğimiz ilk yıllarımızdan başlayarak ders kitaplarımızdan okuduk.
Seviyoruz böyle öyküleri. İyilerin dostu, kötülerin korkulu rüyası, deli yürekli oğlancıkların maceralarına bayılıyoruz. Bütün amacı güçsüzlere yardım etmek olan mafya babalarının varlığına inanıyoruz. ‘İt iti ısırmaz’ diyen atasözlerimiz olduğu halde, ağaların tepesine çöken eşkıyaları anlatıyoruz destanlarımızda. Hayal dünyamızda bıkıp usanmadan, kadı kızından kusursuz kahramanlara can veriyoruz. Niye yapıyoruz bunu? Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez. Aslında kul sıkışınca da Hızır yetişmez. Biz o kahramanları Hızır niyetine işe koşmak için yaratıyoruz.
Yaşayamayacak kadar tembel olanları toplayıp baktıkları bir yer varmış. Miskinlerin sayısı baş edemeyecekleri kadar artınca, rol yapanları ayıklamak için yangın çıkartmışlar. İşin ucunda postu tütsülemek olduğundan, hepsi canlanıp kaçmış. İkisi hariç. Onlardan biri diğerinden sigarasını yakmasını istemiş. Öteki de beklemesini ve yangın onlara ulaşınca yakabileceğini söylemiş. İşte kahramanlara can veren böyle bir tembelliğin nefesidir. Abdi Ağa ensemizde boza pişiriyor. Bekleyelim bir İnce Memet çıksın hakkından gelsin. Eşkıya Memet bulmak kolaydır ama incesine ulaşmak için, gözlerinizi kapatıp pembe bulutlara doğru uzanmanız gerekir.
Koşullara bağlı kuklalar
Bu toprakların yüzyıllar boyu, üzerinde yaşayanlara çile ve acı sunmakta cömert davrandığı çok açık. Aklı eren herkes hâlâ da bereketini esirgemediğini hissedebilir. Alaattin’in lambasını okşamaktan avuçlarımız nasırlandı. Artık o cinin veya bir başkasının, gerçek hayatta ayağımıza batan kıymığı bile çekip çıkartmaya gücünün yetmeyeceğini anlamalıyız.Urfa kauçuk plantasyonu için ne kadar uygunsa hayatın gerçek iklimi de gezginci şövalyelerin yetişmesine o kadar uygundur. Bin dinleyiciden ancak biri, kahramanların peşinden gitmeyi göze alır. Onun macerası da büyük olasılıkla, yaratıcısı Servantes kadar merhametli olmadığından, pek kısa sürer.
İnsanlar, eklemlerinden koşullara bağlı kuklalara benzerler. Elleri kolları iplerin çektiği yönde oynar. Dağda ağanın desteğiyle yaşamak, ağaya karşı yaşamaktan daha kolaydır ve siz ağalık etmeyi becerebiliyorsanız, elinizin altında bir eşkıya bulundurmanın faydalarını fark edecek kadar da kurnazsınızdır. İki yönlü bu gerçek, ağayla eşkıyanın kırıştırmalarını boğazlaşmalarından çok daha olası kılar. Günümüz toplumsal terminolojisinde dağ, eşkıya ve ağa yerine ne koymalı? Akla ilk gelenler mafya, mafya babası ve zengindir. Kutsal devlet yalanı bir kenara bırakılırsa, onun kurumlarının da dağlara benzeyen bir yönü olduğu fark edilir. Devletin kontlarını evliyalar arasından seçmesi çok işimize gelirdi. Oysa küçücük bir resmi dairede bile bin tür dolap döndüğünü biliriz. Yükselmek, görevin başarıyla yapılmasından çok, sürekli çalım atmayı gerektirdiğine göre, tepedekilerin kahraman olmadıklarına inanmak, kahramanlıklarından medet ummaktan çok daha az hayal kırıklığı doğuracaktır.
Sorunlar ancak mağdurlarının elleriyle çözülebilir. Bunu kabul ettiklerinde bile insanlar ortak düşmanlarıyla dövüşmenin maliyetini kolay göze alamazlar. Bir de, işleri başkalarının dertlerini çözmek olan süperadamların varlığına inandılar mı, yangın sigaralarını yakıp burunlarını kızartmaya başladığında bile yerlerinden kıpırdamazlar.