Simenon, Belçika asıllı bir Fransız yazar ve cinayet romanı yazınının en mahir yazarları arasında kabul ediliyor. Popülerlik anlamında Agatha Christie, Arthur Conan Doyle ve Edgar Allan Poe’dan hiç de geride değil. Hatta, onlardan daha ‘verimli’. Bir romanı 11 günde bitirebiliyor. Takvime başladığı gün işaret koyarmış; sekiz gün yazım, üç gün de düzelti için çalışırmış. 1930’larda bir yazar için ‘yıldan sonra ilk romanı’ diye ilan verilince Simenon da bir gün ‘sekiz günden sonra ilk romanı’ diye ilan vermiş. Simenon’un hem romanlarının, hem de hayatına giren kadınların sayısı çok. Otobiyografisinde binlerce kadınla birlikte olduğunu yazmış. Yorumlara göre, Parislilerin Gitanes sigarasıyla ilişkisine benzetiliyor Maigret’nin kadınlarla ilişkisi...G. Simenon (1903-1989)
Çok tanınmış Parisli dedektif Maigret’nin yaratıcısı. 84 Maigret romanı var Simenon’un; içinde Maigret’nin bulunmadığı romanlarının sayısı da 136. Yaklaşık 50 dile çevrilmiş Simenon’un kitapları ve yaklaşık 500 milyonluk bir satışa ulaşmış.
Simenon, Liyej’de, DésiréSimenon ile Henriette Brüll’ün ilk erkek çocukları olarak dünyaya geldi. Doğum günü olan Şubat’ın 13’ü Cuma gününe denk geldiği için, batıl itikadı pek kuvvetli olan annesi tarafından bu tarih 12 Şubat olarak, bir gün öne alınmış.
Simenon’un babası muhasebeci, bir sigorta şirketinde çalışıyor. 1921 yılında, Simenon 18 yaşındayken ölmüş.
Babasının sağlık durumunun kötü olması yüzünden Simenon henüz 16 yaşındayken okulu bırakmak zorunda kalıyor. O yaşlarda bir fırında, sonra bir kitapçıda çalışıyor. Yazarlıkla tanışması, o günlerde yerel bir gazetede (Gazette de Liège)muhabirlik yapmaya başlamasıyla oluyor. Bu muhabirliğin Simenon için çok önemli olduğunu düşünmemek mümkün değil, çünkü 17 yaşındayken ilk romanını yazıyor. Yine o sene, kendilerine ‘varil’ ya da ‘fıçı’ ismini veren (La Caque)bir grup sanatçıyla, bohem bir hayat sürmeye de başlıyor.
20’nin üzerinde takma isimle, yüzlerce kitap
1923 yılında, 20 yaşındayken Règine Renchonisimli genç bir sanatçıyla evleniyor. Çok geçmeden boşanıyorlar.
Simenon 1922 yılında Paris’e gidiyor ve yirminin üzerinde takma isimle kısa öyküler ve popüler romanlar yayınlamaya başlıyor. Bu dönemde sağ eğilimli bir yazarın katibi ve sonra soylu bir aristokratın sekreteri olarak çalışıyor. Kullandığı takma isimler arasında Gom Gut, Christian Brulls ve Jean Du Perry sayılabilir.
1923-1939 yılları arasında Fransa’da yaşayan Simenon, bu dönemde bir yazı fabrikası gibi çalışıyor. 1933 yılına gelindiğinde, muhtelif takma isimlerle 200’den fazla ‘pulp fiction’ yani ucuz roman üretmiş durumda. 1931-1934 yılları arasında 19 tane Maigret romanı yazıyor. Sonra 8 yıllık bir suskunluğu var, arkasından üç yeni hikâyeyle tekrar yazıya dönüyor.
Paris’in renkli sosyal hayatı Simenon’a büyük bir keyif veriyor elbette. Bir gösteride seyrettiği Josephine Baker ile sıkı dost oluyorlar sonraları. Bir dönem Fransa, Hollanda ve Kuzey Avrupa’da nehir ve kanallarını geziyor ve sürekli yazıyor. 1930’lu yıllarda değişik yerlerde oturuyor ve çok geziyor: Akdeniz, Laponya, Afrika ve Doğu Avrupa. Gezileri arasında bir dünya turu da var. Ancak şunu da söylüyor: “Turist olarak bulunduğum bir ülke hakkında hiç roman yazamadım. Ve hiçbir zaman da, elinde defter, notlar alan bir kişi olarak gezmedim hiçbir yeri.” Simenon’un kendi ismiyle yayımlanan ilk romanı, 1930 tarihli, ‘Peter Lett’in Tuhaf Davası’ isimli kitabı. Bu romanda, Müfettiş Maigret de ilk defa ortaya çıkıyor. Maigret’nin, yazar Simenon’un büyükbabasının bir modeli olduğu söyleniyor. | Piposuz fotoğrafına pek rastlayamazsınız |
Bundan sonraki romanlarında Simenon, ahlaksal nesnellik ile psikolojik içgörüyü biraraya getirerek inandırıcı karakterler yaratıyor romanlarında. 1930’lu yılların sonuna gelindiğinde Simenon, André Gide, Robert Graves gibi yazarların favorileri arasında.
1939 yılında, La Rosel’de, Belçikalı mültecilerden sorumlu denetçi olarak çalışmaya başlıyor. Nazi işgali yıllarında Fransa’da yazmaya devam ediyor, hatta sinema sektörüyle de alışverişi başlıyor. Bu arada, Nazi bürokrasisi iş başındayken yazdıklarından hareketle çekilen dokuz film var. Hatta, sahibinin masasında bir Hitler büstünün bulunduğu, Alman film şirketi Continental ile birlikte çalıştığı bu dönemde, telif ödemelerini alabilmek için Aryan ırktan olduğunu beyan eden bir bildiriye de imza atmış.
Fransa’da, savaş sonrasında, Nazilerin emri altında çalıştığı bilinse de Naziler için çalıştığı ispatlanamayınca mahkemeye çıkarılamıyor, ama Simenon kendisi için en iyi çözümün ülkeyi terk etmek olacağını düşünüyor.
1945 yılında, II. Dünya Savaşı sona erdiğinde ismini Vichy rejiminin işbirlikçileri listesinde gören Simenon önce Kanada’ya, daha sonra da ABD’ye, Arizona’ya gidiyor. 1940’ların sonuyla 1950’lerin başında ABD’de yaşıyor.
New York’ta tanıştığı Fransız asıllı Kanadalı Denyse Kime’yle büyük bir aşk yaşamaya başlıyorlar. 1949 yılında evlenip Connecticut’a taşınıyorlar ve 5 sene orada yaşıyorlar. Bu dönemde, fonu Amerika olan romanlar kaleme alıyor Simenon: 1954 yılında Belle’i yazıyor. Connecticut çevresinde geçen bir cinayet öyküsü bu. Sonra bir mafya öyküsü geliyor: Rico Biraderler (1954). Ve son olarak da, bir karı koca arasında vasiyet kavgalarının anlatıldığı Otostopçu geliyor (1955).
Karısı ve kızı psikiyatri kliniğine yatar
Simenon’un 1948 tarihli, yarı otobiyografik, natüralist romanı Pedigree’nin, hayatında önemli bir yeri var. Bu romanı, çektirdiği bir röntgen bir doktor tarafından yanlış değerlendirilip iki senelik ömrü kaldığı söylenince kaleme alıyor. Romanı özellikle oğlu için, büyüdüğü zaman kendisini iyi tanısın diye yazmış.
1955 yılında Avrupa’ya döner ve İsviçre’de Lozan’a yerleşir. Bu arada evliliği kötü gitmektedir. Simenon, evlerinde hizmetçi olarak çalışan Teresa Siburelin ile uzun sürecek bir ilişkiye girmiştir. 1964 yılında karısı Denyse bir psikiyatri kliniğine yatar ve bir daha evine dönemez. Kızı Marie-Jo ise 1966 yılında psikiyatrik tedavi görmeye başlar ve 1978 yılında da kendini vurmak suretiyle intihar eder. Simenon, kendi anıları Memoires Intime’de, bu intihardan karısını sorumlu tutar.
İngilizlerin tanınmış cinayet romancısı ve eleştirmeni HRF Keating’in 1987 tarihli değerlendirmesine bakılırsa, Simenon’un 1949 tarihli Dostum Maigret ile 1960 tarihli Maigret Mahkemede, yüzyılın en iyi cinayet romanları arasında yer alıyor. Keating ayrıca, Müfettiş Maigret’nin bir yazar-benzeri dedektif olduğunu da söylüyor. Yani, aynen bir yazar gibi, o da araştırmak, tanımak ve en baştan öğrenmek zorundadır bütün vakaların başlangıcında.Müfettiş Maigret’nin araştırmaları iyi bilindiği gibi, geniş çaplı | Marie-Jo... |
polis soruşturmalarına dayanmıyor. Karine prensibiyle çalışıyor Maigret. Yani, hareketlerin, sözlerin verdiği işaretlerden sonuca ulaşıyor. Soruşturmanın başında, çözüm aslında bulanık olarak durmaktadır kafasında, ama kitabın sonuna kadar dilinin ucuna gelip somutlaşamaz bir türlü. Bilinçaltında, birtakım ele geçmez mekanizmaların tabloyu tamamlaması için gereken zamanın geçmesi kaçınılmazdır.
Müfettiş Maigret, elbette, sinemaya da uyarlandı. Maigret’yi oynayanlar arasında Simenon’un favorisi, yönetmen Jean Renoir’ın erkek kardeşi Pierre Renoir. Fransızların efsanevi oyuncusu Jean Gabin de, yıpranmış, yorgun görüntüsüyle Maigret’yi canlandıranlar arasında.
Son Maigret romanı ‘Maigret ve Mösyö Şarl’ 1972 yılında yayımlandıktan sonra Simenon kendini emekliye ayırdığını açıklar ve sonraki yıllarda kurgu olmayan, otobiyografik kitaplara yönelir. ‘Yaşlandığımda’ isimli, 1971 tarihli otobiyografisinde, 20 binden fazla sayıda kadınla ilişkisi olduğunu açıklar. 1974 tarihli ‘Anneme Mektup’ isimli kitabında ise annesiyle ilişkisini masaya yatırır.
Georges Simenon, 4 Eylül 1989’da, Lozan’da, 86 yaşında öldü. Vasiyetinde, hiçbir tören yapılmaksızın naaşının yakılmasını ve küllerinin, sevgili kızının külleriyle beraber, Lozan’daki son evinin bahçesinde bulunan büyük ağacın dibine serpilmesini istiyordu.
Üç obsesyonu: Erken ölüm, saatler ve anne gaddarlığı
Simenon’un hayatı, bir taraftan da, gizemlerle dolu bir hayat.
Kendisi hakkında yapılan araştırmalar, kendi otobiyografisiyle tutarlı olmadığı gibi; kendi otobiyografisinde, Müfettiş Maigret’nin yaratılışına ilişkin sayısız farklı hikâye bulunduğu belirtiliyor.
Kendi adıyla ve takma isimlerle 400’ün üzerinde roman yazan Simenon, röportajlarında gazetecilere, bir türlü istediklerini hayata geçiremediğinden yakınırmış.
Yazdıklarında gerçek hayat hikâyelerinden o kadar yararlanıyor ki sık sık iftira davalarına muhatap olurmuş. Dahası, kızı Marie-Jo 25 yaşında intihar etmek üzere silah satın almak için adresini babasının romanlarından birinden aldığı tanınmış bir Parisli silah satıcısına gitmiş.
Bu arada, ilk karısı Règine, romanlarında Tigy olarak çıkıyor karşımıza. Büyük aşk yaşadığı hizmetçileri de Bule oluyor. İlginçtir, karısı Denise, boşanmalarından sonra ismini Denyse olarak söylemeye ve yazmaya başlıyor.
Simenon’un annesi ve babasıyla ilişkileri son derece belirleyici. Hata, bilhassa annesiyle...
Babası, kalp hastası olduğunu annesinden saklamış, çünkü anne bu yorgunluk halinin tamamen tembellikten kaynaklandığını ileri süren, sert mizaçlı bir kadınmış. Baba Simenon, ölmeden önce oğluna bir cep saati armağan etmiş, ancak Simenon’un daha sonraları bir randevuevinde ödemeyi bu saatle yaptığı da biliniyor.
Simenon’un üç obsesyonu olduğu düşünülüyor: Erken ölüm, saatler ve anne gaddarlığı.
Anne Henriette’in sertliği ileri boyutlarda: Simenon’un erkek kardeşi öldürüldüğünde, hayatta kalan oğluna “Neden sen değil de o gitti, bilmem ki” diye yakınmış mesela.
Simenon’un kadınlara düşkünlüğünü, anneden uzak kalmış olmakla, yani sürekli olarak bir rahime sığınma arzusu olarak açıklayan yorumlar da var doğaldır ki.
Simenon 15 yaşındayken Ama, bu konuda çok çarpıcı bir başka teori daha var: Simenon’un koku alma duyusunun fazlasıyla gelişkin olduğu... Bazı tıbbi açıklamalara göre, fazlasıyla hassas bir burna sahip olanlar karşı cinsin yaydığı kokudan çok daha çabuk uyarılabiliyorlarmış. İnandırıcı mı, bilinmez; ama Simenon binlerce kadınla birlikte olduğunu söylediğine göre bu da ciddi bir açıklama çabasını gerektiriyor hiç şüphesiz. Simenon elbette babasına daha yakın hissediyor kendini. Kızına babasının ismini veriyor: Marie-George, ki daha sonra kısalıp Marie-Jo oluyor bu isim. Marie-Jo babasına aşık. Çocukken babasından altın bir nikah yüzüğü istemiş ve yaşı ilerledikçe yüzük küçük gelmesin diye genişletmeyi de ihmal etmemiş.
Babasının “ezici bir dehası”nın olduğundan bahsedermiş.
Simenon üç tür roman yazıyor:
En ciddiye aldıkları, ‘sıkı’ romanlar. Bunlar kendi arasında ikiye ayrılıyor: Cinayet romanları ve daha genel olarak ev haliyle ilgili ve cinsel anlatılar. Bu ‘sıkı’ romanların kendisine Nobel getirmesini beklemiş Simenon.
Diğer yanda, Graham Greene’in ifadesiyle, ‘eğlencelikler’ var. Simenon pek istemese de asıl ününü bu eğlenceliklerden edinmiş. Romanları 1940’lı yıllarda büyük ölçüde tercüme edilmeye başlamış. Britanya’da, iki televizyon dizisi çekilmiş Maigret için. Birinde Rupert Davies (1960’lar) rol almış, öbürün de de Michael Gambon (1980’ler). Simenon, Rupert Davies’e, “Sonunda mükemmel Maigret’yi buldum,” notunu düştüğü bir imzalı kitap da hediye etmiş. Müfettiş Maigret’yi canlandıranlar arasında Richard Harris ile Charles Laughton’ın olduğunu da hatırlatalım.
Müfettiş Maigret’nin Simenon’un kendisinden esinlenip esinlenmediği de çok tartışılmıştır. Burada bir iki ayrıntı ilginçtir:Müfettiş Maigret, kimi zaman somurtsa da, Simenon’un aksine karısına çok düşkündür. Öte yandan, Müfettiş Maigret ile Simenon arasındaki zihinsel bağlantılar da ihmal edilemez. Müfettiş Maigret, etrafındakiler tarafından çoğu kez önemsenmese de işini sonuna kadar sürdüren ve sonunda herkesi şaşırtan bir tiptir. Yani, annesi ve babası tarafından yeterince sevilmeyen ve Fransa’da yaşamak zorunda kalan Belçikalı Simenon’un bir ters yansıması gibi.Bir de, Müfettiş Maigret ilk ortaya çıktığında 45 yaşındadır. Bu yaş, baba Simenon’un kalp hastalığı yüzünden öldüğünde basmak üzere olduğu yaştır.