Belgesellerin neyi anlattığını merak etmişimdir hep. Örneğin Weather Underground belgeseli, adını Bob Dylan’ın bir dizesinden alan, hemen hepsi eğitimli gençlerden oluşan bir örgütü mü anlatmaktadır? İlk bakışta/okuyuşta, evet: Yetmişli yılların eşiğinde, Demokratik Toplum İsteyen Öğrenciler (SDS) adlı öğrenci birliğinden ayrılan şiddet yanlısı üniversitelilerin kurduğu bir örgüt var bize anlatılan. O örgüt adına, bunca yıl sonra, konuşan kişiler var.
Nedir, Weather Underground sadece tüzel kişiliktir böyle bakıldığında. Anlamlandırması kolay bir kişilik: Vietnam Savaşı’nın etkisinde büyüyen, Kara Panterler örgütüne öykünerek biçimlenen, kaçınılmaz hatta onulmaz halde romantik bir kişilik. Sağa sola bomba yerleştirmenin ne demek olduğunu, ancak imal ettikleri bomba ellerinde patlayan militanlarını yitirdiğinde keşfeden bir kişilik. ABD topluyaşamı için, sadece adı konulmuş ve içi doldurulmamış bir “eşitlik ve özgürlük toplumu” isterken sürekli olarak Afro-Amerikalı örgütlerine atıfta bulunan, hem kendilerini hem de atıfta oldukları örgütleri ötekileştiren, bu yüzden Kara Panterler’in haklı eleştirilerine maruz kalan bir kişilik.
Buraya dek rahatız: Belgesel boyunca izlediğimiz olaylar ve otuz yıldan fazla zaman öncesinin örgütü, yerleştiğimiz koltuktan yargılanabiliyor. Çünkü örgütün tüzel kişiliğini bir yana koyup Weather Undergrond’u oluşturan Weathermenlere bakıldığında, tüzel kişilikten gerçek kişiliklere geçildiğinde, olumsuz sıfatlar kullanmak öyle kolay ki: Topluyaşamın şiddetine şiddet ile karşılık vermekten bahseden, yıllarca yeraltında direnmiş, her şeyi değiştirmeye talip olmuş, bunu kitle iletişim araçları önünde gururla hatta küstahça ilan etmiş kişilikler bunlar.
Ve bugün, o gün suratına tükürdükleri topluyaşamın içinde yaşayan, saygın addedilen üniversitelerde kürsü sahibi profesör unvanlarını taşıyan, bar işleten, TV yarışmalarına girip dolarları cebe indiren kişilikler. Aralarında mahpushane deneyimi yaşamış/halen yaşayan, etkin eylemciliği sürdürmekte ısrarlı istisnaların, Weatherman olmakla yetinmeyip daha sola kayanlar olması rastlantı mı?
Böyle bakıldığında neyi anlattığı belli, ustalıkla inşa edilmiş bir belgesel karşımızdaki: Terör örgütünü handiyse söylence gibi sunarken, anlattığı başkaldırının temelini çözüyor çünkü. Kalkıştıkları eylem sürecini izah etmekte, bugün bile, zorlanan eylemciler sunuyor Weather Underground belgeseli. Ne yaptıklarını bilmeyen romantikler, Dostoyevski romanlarından fırlamış ecinni suretleri geliyor izleyicinin önüne. “Bugün de aynı eylemleri yapardım,” diyenlerin tarihsel süreç içinde örgütten dışlandığı, bir inancını yitirmişler kitlesi – belki de kütlesi.
Ne var, bu ustalıkla inşa edilmiş belgeselle birlikte olumsuz yargıya varmadan önce şu soruyu da sormak gerekmiyor mu: Biz, izleyiciler, bu yargılamayı yapmak hakkına sahip miyiz? Belgeselden önce sunulan onca reklamın tavlamaya çalıştığı bir kitle olarak, bu burnubüyüklüğü yapabilir miyiz?
Green ve Siegel’in Weathermenlerin bugünkü kimliklerine dönüşümlerine mizahi bir bakış için kullandığı “Jane Fonda – Aerobic” imgesine nasıl gülebiliyoruz örneğin? Bize sunulan reklamlardaki sağlıklı olmak, bedensel biçimimizi korumak, doğru tüketerek mutlu olmak imgelerini tüketen bir kitle olarak, bu çağrıların bir kısmına kayıtsız kalamayan bir kitle olarak, buna hakkımız olmadığı kanısındayım. Weathermenlerin, en azından bir yanıyla, kendilerini bir kimlik olarak inşa etmeye çalışan gençler olduklarını unutmadan yargılama işine girişmemek gerekiyor.
Bir belgeselin neyi anlattığını merak ettiğimi söylemiştim ya; Weather Underground belgeseli bunu anlatmıyor işte: Bir filmin karşısında muhkem kaziyeler üreten bir izleyici olarak oturmak, Weathermenlerden daha olumlu bir kimlik inşa yöntemi midir?