Daha önce size Newton nasıl bilim dünyasının süper dahisi ise, o çağda felsefe dünyasındaki dahi de Spinoza’dır demiştim. Şimdi Spinoza’yı kurcalama zamanı geldi.
Spinoza Benedictus 1632'de doğup 1677'de ölmüş Marrano (Hıristiyanlığı mecburen kabul eder gibi görünen Yahudiler için kullanılan ve İspanyolca marranon - domuz kelimesinden türetilmiş deyim) bir aileden gelen bir düşünürdü. Aile sonradan Hollanda'ya kaçmış ve dinini gene Yahudi olarak değiştirmişti. Spinoza ilk olarak Tevrat ve Kabala öğretisini şiddetle eleştirdi. Yahudi topluluğu önce rüşvet ve tehditle susturmayı denediler sonra ömür boyu aylık maaş bağlamayı önerdiler, en sonunda ise törenle dışlanmasına karar verdiler. Gelir kaynakları kuruyan Spinoza bir yandan skolastik felsefe çalışırken bir yandan da mercek yontuculuğu yaparak geçindi.
Artık felsefe ciddi sorunları ciddi bilimsellikte tartışır olgunluğa erişmişti. Bakın Spinoza’nın ortaya koyduğu sorunun içeriğine;
Doğru tanım ve aksiyomlar doğru sonuçlar verir mi vermez mi?
Hayali sorunlar geride kalmış ve bilimin gerine gerine hedefine koşacağı bilim – felsefe birlikteliği onunla doğru yola oturmuştur dersek, ne fazla haksızlık etmiş ne de yanılmış sayılırız.
Spinoza bu yaklaşımını vurguladığı çalışmasının devrin Kartezyenleri tarafından kitap haline getirilip yayınlanmasına izin verdi ancak Kartezyenler önyazıda bu görüşlere katılmadıklarını belirttikleri gibi Spinoza’yı şiddetle eleştirdiler de. Genelde huzurlu ve sakin bir bilge yaşamı sürdüren Spinoza bu eleştirilerden çok incindi ve yaşadığı sürece başka hiçbir çalışmasını yayınlatmadı. Bundan sonra yaptığı ‘’Tractatus Theologico – Politicus – İlahiyat ve Politika İncelemesi’’ yapıtında felsefe yapma özgürlüğünün yürekten bir dindarlıkla ve devletin istikrarına gereksinim duymakla kalmayacağını ve hatta aksine bu özgürlükten uzaklaşmanın kamu düzenini ve imanı yıkacağını söyleyerek tümden isyankar felsefenin en sert darbesini vuruverdi. Bu kitap da yayınlandı ama Spinoza'nın isminden hiç bahsetmeden.
Bilinmeyen bu yazar da çok doğal olarak dinsiz ilan ediliverdi.
Öldüğünde geride tam 160 kitap ve birkaç mercek oyumunda kullanılan alet kaldı geride. Ama kalanların içinde bir tane kitap vardı ki, dünyayı değiştirdi dersek abartmış sayamayız kendimizi;
Ethica ordine geometrico demostrata – Ethik Geometrik Tanımlar Dizisi
Tanımlar, aksiyomlar ve postulatlardan oluşan bir geometri kitabının ne önemi olabilir ki diye düşünenler çıkacaktır. Bakın bakalım geometri hangi boyutlarda incelenmiş;
Deus sive Natura - Tanrı ya da Doğa yani doğa ile özdeşleştirilmiş sonsuz Tanrısal töz bu geometri kitabının ana konusu. Önce töz’ün tanımı yapılır:
Töz, kendinde olan ve kendisi yoluyla kavranan, kavramın kendisinden oluşturulması gereken başka bir şeyin kavramına bağlı olmayandır. Yani Tanrı’dır. Yani doğadır. Tanrı içkin (immanent) bir neden olarak kendi kendisini gerçekleştirendir, kendi özünden zorunlu olarak evreni yaratandır, nesnelerde onların özü olarak varolandır. Tanrı biricik töz olarak "naturas naturans"dır (yaratan doğa). Tanrısal özün değişik görünüşler kazandığı evrenin tümü olarak da "natura naturata"dır (yaratılmış doğa).
Kısacası Tanrı’nın eseri olan yaratılmış doğa aslından Tanrı’nın kendisinden başka birşey değildir. Tanrı kendi kendisinin nedeni olarak aslında doğanın da nedenidir.
Yani Descartes’in üç tözü (Tanrı, ruh ve madde) tek töze indirgenmiştir. Bize töz gibi görünen ruh ve madde aslında Tanrı’nın nitelikleri ve yüklemleridir (attribitum). Bu birçok şeyi öyle basite indirgemiş bir yaklaşım biçimidir ki, mesela her maddenin atribitumu Tanrı’nın sonsuz atributumlarından biri olarak düşünülmelidir.
Şimdi artık müthiş evrensel düzenin birbirleri ile çatışmadan ve çakışmadan uyum içerisinde oluşunu açıklamak son derece kolaydır. Tanrı kendi görevlerini mükemmel şekilde yerine getirmektedir. Hem Tanrı realitesi tahayyül edilemez büyüklük | |
kavramını da içerdiğine göre doğanın bu kavramın dışında kalması da düşünülemez bile.
İşte bu müthiş bir yaklaşımdır. Madem Tanrının büyüklüğü tartışılamıyor o zaman Tanrıdan arta kalan yere doğa yerleşmiştir demek, bir anlamda Tanrıyı sınırlamak değil midir? Hayır, doğa Tanrıya içkindir ve Tanrı sonsuzdur.
Spinoza’nın ontolojisi yalnızca yöntem açısından geometrik değildir, bu ontolojide gerçek olan herşey geometrikleştirilmiştir. Herşey aksiyomlar, tanımlar ve postülatlardan ibarettir ve varlık geometrik mantıkla açıklanmaya çalışılmıştır.
Gelelim Spinoza’nın bilgiye nasıl eriştiğine. Herhalde etrafına bakıp çok bilgisizden çok bilgiliye kadar hiyerarşik skalada bir insan topluluğu görmüş olmalı ki, bilgiyi de hiyerarşik bir skalaya oturtmuş.
Şöyle sıralayalım;
A - İlk türden bilgi: Daha anlayışımızın aktif hale geçmediği yani pasif halde olduğu durumlarda elde edilen bilgidir bu. Yani bu bilgiyi elde etmek için bizim bir çabamız mevcut değildir. Başka nesnelerin gövdelerimizi etkilemesi ile bizde oluşan değişimlerden kaynaklanan bilgilerimizdir bunlar. Gayet tabiidir ki bu bilgiler bulanık bilgilerdir. Peki niye ilk bilgiler denmiştir bunlara? O da gayet açık. Yaşamımızı sürdürebilmek için gereksindiklerimizi bu bilgiler karşılar ondan.
B - İkinci tür bilgi: Bunlar ise bilimsel bilgilerdir. Yeterli idelerden mantıksal çıkarsamalar ile elde ettiğimiz tümel önermeler bunlar. Yeterli ide ne olsa gerek? Onu da bir güzel açıklamış üstad. Eğer bir özellik parçada ve bütünde eşit olacak şekilde tüm cisimlerde ortaksa, onun idesi yeterli bir idedir. Bu kavramlara dayanan ilkelerden edinilecek mantıksal bilgiler bize doğanın doğru bilgisini verir.
C - Üçüncü tür bilgi: Bunlar da sezgisel bilgilerdir. Bu söz sizi yanıltmasın, kastedilen bilinci aşan gizemsel bilgiler değil. Maksadımız ilm-i simyacılık değil. Aksine idrak için en değerli, en erdemli şeyleri üçüncü bilgi sınıfı yolu ile elde ederiz biz. Spinoza’nın bununla kastı bilimsel bilgileri kullanarak henüz bilinmeyeni elde etmek. Bu aslında tüm dinlerin hoşgörüsü olmayan ama mecburen kabullendikleri bilim gerçeği. "Bildikçe Tanrıyı daha çok anlarız" diyor Spinoza. Tanrının daha çok bilinmesi daha çok anlaşılması ise hiçbir din erbabının işine gelmez. Satacak malları kalmaz sonra ellerinde.
Spinoza rastlantıdan hoşlanmaz. Rastlantı en fazla birinci türden bilgilerin edinilmesinde söz konusu olabilir. Buna bazı felsefeciler özgürlük kısıtlaması olarak yaklaşırlar ancak doğru olan Spinoza’nın bilinmeyeni aramanın önünü açmak ile yarattığı Tanrı olma özgürlüğü bu düşünce ile taban tabana zıttır. Spinoza insanoğluna Tanrı ile arasındaki mesafeyi kısaltabileceğinin müjdesini vermektedir.
Spinoza sonunda iyi ile kötüyü de irdelemeye başlar. Ona göre iyi ile kötüyü belirleyen insanın kendini koruma ve varlığını sürdürme isteğidir. Siz bir insana isterseniz çok yüce bir ülkü verin. Bu ülküye ulaşmak için yolunda ilerlerken kendine anlık bir zevk verecek bir objeye duyulan istek o an için bu yüce ülküye varmak için varolan istekten daha kuvvetlidir. Yani iyi ve kötü için olumlu ya da olumsuz tanımlamasını yapmak doğru değildir. Bunlar hem zamana hem insana hem de birbirlerine göre göreceli kavramlardır. Bunlar ise seçimleri yanlış yapmaya yöneltir ve insanı köle ederler. Kurtulmanın tek yolu ise bilge olmaktır. Çünkü bilgi insanı hem özgür hem de erdemli kılar.
Spinoza bilgi kavramından yola çıkarak bireyin korunmasını sağlayacak devlet kavramına gelir ve devletin de bilgiye dayanması gerektiğini söyler. Gene buradan hareket ile aynen Hobbes gibi devlet biçimlerine gelir. Bunların üç tanesini derinlemesine inceler; Monarşi, Aristokrasi ve Demokrasi. O çağlar için en büyük suçlardan birini daha işleyerek bu idare biçimlerinden demokrasiyi insan yaşamının ve insan haklarının güvencesi olarak görür.
‘’İnsan, ortadan kaldırılamaz doğallıkla, kendi düşüncelerinin efendisidir.’’
Üstad burada bir de laik düşüncenin temelini atar. Siyasal erki ellerinde bulunduranlar yönetilenlerin değişik Tanrı inançlarına karşı hoşgörülü olması gerektiğini savunur. Hoşgörü özgürlüğün olmazsa olmaz ekidir.
Gördüğünüz gibi insanın Tanrının dünyevi muhafızlarına emanet ettiği aklını geri almaya başlamasının ayak sesleri sertleşmiştir artık. İnsanın buradaki en büyük yardımcısı düşünenin özgür, inananın ise esir olmasından kaynaklanır. Kendi düşüncesini gene kendisi geçilmez sınırlamalarla daraltmış bulunan Ortaçağın karanlık güçleri bilgi bakımından geride kaldıkları için aydınlanmanın önüne geçememektedirler. Hıristiyanlığın ait olduğu kilise duvarları içerisine geri gönderilmesi olgusu çıkar mekanizmasının İslamda Hıristiyanlığa göre yaygınlaştırılmış olmasından ötürü henüz Müslümanlıkta tekrarlanamamıştır. Ancak bu kez de Hıristiyanlığın bu devrimi yapmasından ötürü başardığı beşeri ve toplumsal başarı ürünü oluşan zenginlik ve bireysel özgürlük İslamı tehdit eder boyutlara ulaşmış ve taviz vermek istemeyen kesim bu uygarlığı yok edecek terör ve benzeri davranışları son çare olarak görmeye başlamıştır. Ne yazık ki İslamın da doğru çizgiye ulaştırılması bunu ne kadar isteyecekleri son derece belirsiz olan Hıristiyan dünyasının elinde gibi gözükmektedir.
Spinoza’yı müthiş bir öngörü ile söyleyip yüzde yüz doğru çıkan ama tüm geri kalmış ülkelerin hala anlamamak için özel gayret gösterdikleri deyişi ile terkedelim;
‘’Özgürlük doğal ve toplumsal bilimlerde ilerleme için mutlak olarak zorunludur.’’
Haftaya: John Locke