Ömer Madra: Bugün siyasi olaylarla ekonomik olaylar arasındaki ilişkiyi konuşacağız.
Hasan Ersel: Şöyle bir noktadan başlayayım, “iktisadi değişkenleri (iktisadi yaşamda olup bitenleri gösterdiğini düşündüğümüz göstergeleri), sadece başka iktisadi değişkenler kullanarak açıklamakta bir eksiklik olabilir” biçimindeki bir görüş pek itirazla karşılaşmaz. Çünkü iktisadi ilişkiler bir toplum içinde yer alıyor, o toplumdaki ilişkiler, doğal olarak da oradaki siyasal ilişkiler iktisadi ilişkileri etkiliyor; onları da hesaba katmak lazım. Burada sanıyorum pek tartışacak bir şey yok. Fakat ondan sonra iş zorlaşıyor, çünkü hangi toplumsal ya da siyasal ilişkiler hesaba katılacak ve nasıl katılacak?
Bir örnek vereyim, para piyasalarını alalım; çok kısa dönemli kararların alındığı piyasalar bunlar. Oralarda bir an içerisinde para alınıyor, satılıyor; hızlı hareket etmek gereken piyasalar. Burada herhangi bir olayla ilgili bilgi çok önemli. Örneğin Başbakan ne dedi, bu önemli bir şey, ya da haber geliyor, “Kardak’ta Yunan gemileri ile bizimkiler karşı karşıya gelmişler.” Bu piyasadaki karar alıcılar bu bilgiyi hesaba katmak zorundalar. Bunun nedeni, olayları herkesten çok daha iyi, bütün siyasi uzmanlardan çok daha başarılı bir şekilde anlamaları değil.... “Bu haber geldiğinde benim rakibim acaba bunu nasıl hesaba katar” diye düşünüp ona göre kendi tavırlarını ayarlayabilmek için. Yoksa olayı nasıl analiz etsin? Analiz edecek en geç 2-3 dakika içinde hareket edecek... Mümkün değil. Dolayısıyla söz konusu olan bu siyasal olayın analizi değil “rakiplerim bu olayı nasıl hesaba katar” şeklinde bir hesap yapmaktan ibaret. Bunun sonunda da piyasanın tepkisi oluşur, bu tepkinin olayın tarihsel konumu ya da önemi ile hiç ilgisi olmayabilir. Kardak örneğini ondan verdim, çünkü Kardak olayı olduğunda İstanbul Borsası yükselmişti. Oysa bir ülkede bu bilginin geldiği il anı düşünelim; savaş olasılığı var demektir. Neyse ki öyle olmadı, ama ilk anda akla gelecek olan bu. Böyle bir durumda borsa nasıl yükselir ki? Normal olarak düşmesi lazım, ama yükseldi. Daha sonra yine öyle bir tatsızlık olmuştu, ilki kadar vahim değildi ama bu defa borsa düştü. Aynı tür iki olay oluyor, birinde düşüyor, birinde yükseliyor. Borsadakiler saçmalamıyor, oradakilerin karar alma biçimleri farklı.
Şimdi büyük bir yatırım projesi yapacak bir firmayı düşünelim. Fiziksel yatırımdan söz ediyoruz. O firma böyle mi düşünür? Bunun düşünme aşaması aylar, hatta yıllar sürebilir, orada günlük olaylar bu kadar önemli olmaz. Orada siyasal eğilim göstergelerine bakarsınız, örneğin “Türkiye ne yönde gidiyor, nasıl gidiyor?” gibi. Demek ki iktisadi olayların etkileme biçimi, hangi iktisadi olayı ele aldığımıza göre değişiyor. Para piyasalarını ele aldığımızda bu olaya başka türlü bakmak gerekiyor, uzun dönemli bir yatırım projesini ele aldığımızda başka türlü yapmak gerekiyor, ülkenin bir başka ülkeye yatırım yapmasından bahsediyorsak o da başka türlü oluyor.
Tabii burada bir sorun daha var, siyasal olaylar mı iktisadi gelişmeleri etkiliyor, iktisadi gelişmeler mi siyasi olayları etkiliyor? Yoksa bir üçüncü kuvvet var, biz onu görmediğimiz için ikisinin arasında ilişki var mı zannediyoruz? Üçüncü kuvvet dediğim, toplumsal değişim; toplumda bir şeyler değişir, bu siyasi yaşamı da etkiler, iktisadi yaşamı da etkiler. Biz o toplumsal değişimi gözden kaçırırsak, o zaman bu ikisi beraber değiştiği için aralarında bir ilişki vardır zannedebiliriz. Yani “görünürde bağıntı” dedikleri şey.
ÖM: Yanılmasa olur ama.
HE: Evet. Tabii olayın iyi analiz edilmesini gerektiriyor, analiz ettiğinizde bir sonuca varırsınız. O yüzden de hem siyasetbilim bileceksiniz, hem toplumbilim bileceksiniz, hem iktisat bileceksiniz. “Böyle bir insan olamaz” demiyorum, ama böyle bir insan bulabilmek de sıra dışı bir durumdur. Onun için de hem Avrupa’da hem ABD’de pek çok kuruluş, araştırma kuruluşu olsun, banka olsun, büyük şirketler olsun siyaset ve toplum bilimcilere başvurur. İktisatçılarından da onların dikkati çektiği değişkenleri sistematik bir biçimde çözümlemelerine katmalarını isterler. Nitekim bu tür kuruluşların yayınlarına bakılırsa, bir analiz vardır, siyasal ya da toplumsal gelişmelerle ilgili, o analizin iktisadi düşünce açısından, iktisadi sonuçları açısından önemli noktaları türetilir, nasıl türetildiği de belirtilir, yani “şunlara önem veriyoruz, çünkü...” diyerek onlar da işin içine alınır. Ben bunun Türkiye’de pek yaygın olduğunu sanmıyorum. Siyasetbilimcilerine çok az danışıldığını duydum, toplumbilimcilere başvurulduğunu ise hiç anımsamıyorum. DPT gibi kuruluşları kastetmiyorum, benim kastettiğim özel şirketlerin yatırım stratejilerini belirlerken nasıl davrandıkları. Belki de ben bilmiyorum.
ÖM: Böyle bir danışma ve bilimsel görüş alma ihtiyacı duyulmuyor herhalde?
HE: Öte yandan, hem siyasi konular söyleniyor hem de bunların sistematik bir şekilde ele alındığı bir ortam yok, dolayısıyla ortada bir sorun var.
Bir noktayı daha vurgulamak istiyorum: O da bekleyişler. Herhalde her gün “bekleyişler iyileşti, bekleyişler kötüleşti” vs. diye sözler duyuyoruz. Bekleyişler bozulunca, işler kötüye gidiyor, bekleyişler iyileşiyor, o zaman ortalık aydınlanıyor veya öyle sanıyoruz. Bizdeki bekleyişler biraz garip. Ne beklersek o oluyor! Dünyada da bekleyişler hesaba katılıyor, ama yanılma diye de bir şey var. Bizdeki bekleyişler ise hep doğrulanıyor. Daha doğrusu analiz edilmediği için öyle bir hava çıkıyor.
Bekleyişlerin nasıl oluştuğu, nelerin bekleyişleri etkilediği ise pek fazla ilgilenilen bir konu gibi değil. Halbuki bu çok önemli, bir kaç nedenle çok önemli. Bir kere, bekleyiş nedir ona bakalım; insan geleceği bilmez, gelecekle ilgili bazı öznel değerlendirmeler yapar, “bana göre şöyle olacak, böyle olacak” diye. Bu çok önemlidir. Çünkü iktisadi kararların hemen hepsi belirsiz koşullar altında alınır, yani bugün bir karar alırsınız sonucu yarın çıkacaktır, ama yarın ne olacağını bilmediğiniz için, yarınla ilgili bir şeyler beklersiniz, durum iyiye gidecek, kur şöyle olacak, ekonomi böyle olacak gibi. Olur ya da olmaz, dolayısıyla bekleyişlerin yaşamsal önemi var. Bekleyişlerin öznelliğini de vurguladım ama öznel olması keyfi olması demek değildir. Nitekim, iktisatçılar çok uzun zamandır, “bekleyişler nasıl ele alınır, bunları neler etkiler, nasıl etkiler?” diye bunların analizini yapmışlardır. Bu bekleyişleri etkileyebilmek çok önem taşıyor. Nitekim, bu enflasyon hedeflemesi denilen yaklaşımın en önemli tarafı şudur. Siz öyle bazı şeyler yapacaksınız ve onları saydam bir şekilde yapacaksınız ki karşınızdaki insanlar, yani diğer karar alıcılar, ne yaptığınızı anlayacaklar, etkilenecekler, bekleyişleri değişecek. Tabii o zaman da bunun nasıl yapılacağı, bunun teknikleri, bunun arkasında yatanların incelenmesi lazım. İktisadın bu işe verdiği öneme ilişkin bir örnek vereyim: 2002 yılında Nobel İktisat Ödülü’nü Amerikalı, İsrailli (iki ülkenin de vatandaşı) olan psikolog Daniel Kahneman aldı.
İktisatta bu mesele çok ciddi bir konu, ama Türkiye’deki çalışmalara bunun pek yansımadığını, ama bu konuda çok laf edildiğini düşünüyorum. Herkes, “bekleyişler, bekleyişler” diyor, hepimizin kafasında da bekleyişler var ama bu nereden geldi, neyin nesidir, neyi nasıl etkiliyor, pek bilmediğimiz için de sonuçta bir işe yaramıyor. O zaman da aklıma şöyle bir soru geliyor: Acaba biz hakikaten bu iktisat dışı değişkenlere gereksinim duyduğumuz için mi işin içine sokuyoruz, yoksa iktisadi değişkenler arasındaki ilişkileri kurmakta beceriksiz kaldığımız için ortalığı karıştırmaya mı? Tabii bu işi yapan herkese yöneltilmiş bir eleştiri değil. Bazı genellemeler yaptım, ama Türkiye’de bu konuda yazanlar arasında bu işi çok iyi yapanlar da var. Onlara haksızlık etmek istemem. Genelde bir kaygım var; burada çok daha profesyonel bilginin aktarılması gerekir diye düşünüyorum. Türkiye’de bu konuda uğraşan insanların bilgilerine daha çok ihtiyaç var, daha ciddi anket veya benzer türde bilgilerin toplanmasına ihtiyaç var. Bu tür bekleyişlere ilişkin bilgileri yıllardır kamu kuruluşları topluyor. Yani belli yöntemlerle toplanmış veri var. Ne yapıldığı da belli, yani tamamen boş bir alanda değiliz. Bunların üzerinde daha detaylı çalışılması lazım. Bütün bunları şunun için söylüyorum; önümüzdeki dönemin hem siyasal olarak, hem toplumsal olaylar bakımından daha da yoğun geçeceğini düşünüyorum. Seçim var 1,5 sene sonra, arada başka olaylar var, Türkiye’nin bulunduğu bölgede siyasi gelişmeler belli bir şekilde, Türkiye’yi de etkileyebilecek şekilde değişiyor, oradan gelen etkiler var. Bunların iktisadi kararlar, davranışlar üzerinde etkisinin önemli olup olmadığı da kritik bir konu. Bunun doğru ölçülmesi lazım, yani sadece “canım, bekleyişler bozuldu herhalde” diyerek geçiştiremeyeceğimiz bir şey.
ÖM: O zaman izah da etmiyoruz. Peki bu döngüden nasıl çıkılabileceği konusunda bir fikrin var mı?
HE: Toplanan bilginin kalitesi daha da arttırılabilir. Bunun için ilgili kamu kuruluşlarıyla işbirliği yapılır. Bu açıdan zaten pek bir sorun olduğunu düşünmüyorum. Bilgi toplamak zordur, dünyanın her yerinde böyledir. Türkiye’de de kalite arttırılabilir. Ama daha önemlisi, bu konuda daha derinlemesine çalışmalar yapmak, mesela bekleyişleri açıklayan değişkenlerin neler olabileceğini ortaya koymak . Bunda da Türkiye’nin deneyimsiz olduğunu sanmıyorum. Yıllar önce Ankara Üniversitesi’nden Ercan Uygur bekleyişlere ilişkin nitel bilgilerden nicel göstergeler türetip onunla diğer iktisadi değişkenleri açıklama yöntemini de geliştirmişti ve bu hem kendi çalışmalarında, hem de Merkez Bankası’nın ekonometrik modelinde kullanılmıştı. Bu konuda tek başına da değil, başka araştırmacılar da var. Dolayısıyla yapılabilecek şeyler var, yalnız bunların mümkün olduğu kadar hızlı bir şekilde günlük tartışmalarımıza yansımasını sağlamak lazım. Bu da bir miktar basına düşen bir rol, ama umarım olur.
ÖM: Basının da durumunu ayrıca tartışmamız gerekir. Bu konuda çok parlak sınavlar verdiği söylenemez medyanın da.
HE: Biraz şöyle bir durum var açıkçası; para piyasalarında anlattığım olaya benziyor. Basında anında bir şey isteniyor. Önceden bir şeyler hazır olsun aşamasına gelinmediği için, o anda, bugünden yarına bir şey hazırlanıveriyor. O bir sorun doğuruyor, çünkü bugünden yarına bu olay olmuyor. Halbuki bazı çalışmalar, bilgiler birikmiş olsa, o zaman olay çıktığında kaynaklara dönülüp “Bu neydi, buradan ne çıkarabiliriz?” diye bakılabilir. O olmayınca da çok yüzeysel kalıyor.
(17 Ağustos 2006 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)