Ekonomi Notları – 72
Ömer Madra: Bugün biraz teknik diyebileceğimiz bir konuda, bankacılıkta, özellikle kriz gibi olağandışı durumlarda bankacılıktaki düzenlemelerden kimin sorumlu olması gerektiği gibi bir konumuz var.
Hasan Ersel: Bu konu biraz günlük olayların dışında gibi görünüyor. Ama ben tam içinde görüyorum. Onun için genel bir sorun olarak, biraz da soyut bir biçimde anlatmaya çalışacağım. Türkiye’deki olaylara doğrudan gönderme yapmayacağım. Ama olayı açıklamak için değineceğim.
Olay da şu: Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu (BDDK) kuruldu. Bu özerk kuruma niye gerek var? Ne sakıncası vardı devletin herhangi bir kurumunun bu işi üstlenmesinde? Bunu söylerken devletin herhangi bir kurumunda da olsaydı, oradaki insanlar da aynı ciddiyette çalışacağını varsayıyorum.
Bu konuyu basit bir çerçeve içinde ele alan bir yazı yazmıştım, yayınlandı, onun çerçevesinde konuşacağım.[1] Kredi piyasasını düşünelim. Bu piyasada bankalar kredi verecek. Banka nasıl kredi verir? Kendi önüne gelen projelere bakar, bunların riskli olma derecesine ve kazancına bakar. Riski hesaba katarak kendi kazancını ençoklayacak biçimde kredilerini dağıtır. Bir noktadan sonra da riski çok fazla bulduğu projelere kredi vermez. Buradaki karar bankanın kendi bilgisi içinde aldığı bir karardır.
Burada nasıl bir sorun çıkabilir? Banka kârını ençoklayacak noktayı seçerken mevduat sahipleri için en uygun durumdan sapabilir. Yani kârını biraz daha arttırabilmek için mevduat sahiplerinin razı olduğundan daha fazla risk alabilir. Mevduat sahipleri de o riskin ne kadar olduğunu bilmeyebilirler.
İşte bu temel sorun. Yani mevduat sahipleri yeterince bilgi sahibi olmadıkları için bankaya koydukları paranın razı olacaklarından daha riskli projelerin finansmanında kullanılmasını engelleyemeyeceklerdir.
Bu durumda deniyor ki; bir tarafsız kişi mevduat sahipleri adına olaya baksın. “Ben mevduat sahibi olsaydım ne kadar risk alırdım?” diye düşünüp ona göre karar versin. Bu kararı verirken sadece bankanın bildiği bilgileri değil, ekonominin tümündeki gelişmeleri de göz önüne katabilsin. Sanki bütün Türkiye’deki mevduat sahipleri bir araya gelmişler, büyük bir fon kurmuşlar, Türkiye ekonomisindeki gelişmelere göre mevduatlarını değerlendiriyorlar...
Bunu kim yapabilir? Herhalde bir özel kurum olamaz. Özerk, sadece mevduat sahiplerinin çıkarlarını korumaktan sorumlu bir kurum olabilir. Niye kamu yönetimi içinde bir yetke (yani iktisat politikası uygulaması süreci içinde yer alan bir kamu yetkesi) olmaz?
Bayes’ci öğrenme yöntemi
Şöyle düşünelim: Alınan kredi sonuçta bir işe yarıyor, değil mi? Birileri bunu kullanıyor, yatırım yapıyor, üretim artıyor, istihdam artıyor, vs. Bütün bunlar iktisat politikası açısından önemli değişkenler. Üretimin ya da istihdamın artıp artmaması hükümeti çok ilgilendirir. Bu durumda kabaca bankaların almak istedikleri aşırı riske, günlük iktisat politikasını yürütmekten sorumlu olan bir kuruluş daha sempatik bakabilir. Oysa bununla hiç ilgisi olmayan, tamamen bunun dışında olan bir özerk kuruluş sadece mevduat sahiplerine bakıyor ve bunların aşırı risk almaması, paralarını kaybetmemesi ile ilgilenecektir. Böyle olunca da, o daha rahatlıkla “Hayır, bundan öteye geçmeyin” diyebilir.
Bu çerçeveyi oluşturunca da görüyoruz ki, BDDK gibi bir özerk düzenleyici yetke olursa onun bankaların almasını kabul edebileceği risk, daima bankaların kendi istekleri ile kabul edecekleri riskten daha az oluyor. Yani daha az kredi teklifine “evet” dedirtiyor; bu yüzden de hem bankalarla böyle bir yetke arasında böyle görüş farklılıkları oluyor, hem de benim az önceki açıklamam doğru kabul edilirse, iktisat politikasını yürüten yetke ile bir farklılık doğuyor.
Bu olayın genel yönü ve bu nedenle de böyle bir düzenleme yapılması dünyada kabul ediliyor. Bir de özel durum var. Son zamanlarda bir tartışma var. BBDK bazı kararlar aldı, acaba bu aldığı kararlar öznel yargılarla mı alındı yoksa nesnel dayanakları var mıydı? Bunu bir kontrol edelim, BDDK üzerinde bir kontrol düzenini devamlı tutturalım, deniyor gibi.
Bu tür kararlar nasıl alınır? Bunun kuramsal bir temeline kısaca bakalım. Bir olay olması, bir gözlem, bir yeni bilgi demektir. O bilgi sizin bir sonraki olayda karar almanızı etkileyen yeni bir oluşumdur. Yani “öğrenirsiniz..." Bir noktadan başlarsınız ve öğrenerek devam edersiniz. Buna istatistikte Bayes’ci öğrenme yöntemi deniyor. Tekrarlayan olaylar için bu doğal... Kendi yaşamımızdan da örnek verebiliriz: Sabah yola çıktınız, bir yere gideceksiniz. Kaç dakikada gideceğinize dair bir öngörünüz vardır. Gittiğiniz gün sizin için yeni bir bilgi ortaya çıkıyor. Baktınız o sürede gidilmiyor, onu değiştirirsiniz... İkinci gün, farklı bir sürede gidersiniz. İlk gün istisnai imiş deyip bir daha değiştirirsiniz... Sonunda oraya kaç dakikada varacağınızı öğrenirsiniz.
Ama kriz dediğiniz olay hergün olmuyor ki! Burada önemli olan nokta, krizlerin yani en kritik kararların alınması gereken olayların arada bir olması... Karar alıcının Bayes’çi öğrenme sürecinden yararlanmasına fırsat vermemesi. Arada bir olan bir olayda “Bir daha bekleyelim bakalım bu defa iyi karar alamamış olabiliriz. Ya da karar almayalım, bekleyelim. Bir daha olsun, o zaman öğreniriz” diyemezsiniz. Derseniz, herşeyden önce içinde bulunduğunuz kriz sırasında bir sonraki olası krizi görmenizi olanaksız kılacak biçimde zarar vermiş olabilirsiniz.
Yazımda yer alan bir örneği okumak istiyorum. Aslında iktisatla ilgili değil ama olayı açıklığa kavuşturuyor.
“Jet yolcu uçaklarının gövdelerinde zaman içinde ancak mikroskop ve röntgen ışınlarıyla saptanabilen kılcal çatlaklar oluşabilmektedir, bu çatlaklar ise Japonya’da iç hat seferi yapan bir Boeing 747 uçağının 12 Ağustos 1985’te başına geldiği üzere çok düşük bir olasılıkla gövdede yırtılmalara yol açabilmektedir. Bu durumda ise uçaktaki yolcu ve mürettebatın sağ kalma olasılıkları hemen hemen hiç yoktur.”
Bu bir gerçek olay; oldu ve 500 küsur kişi öldü.
Mustafa Arslantunalı: Metal yorgunluğu dedikleri şey mi acaba?
HE: Evet. Bir örnek:
“Bir havayolunun üç jumbo jet uçağı olsun, bunların her birisi 500 yolcu taşısın, havayolunun ancak bu üç uçağı da uçurabildiğinde kâr edebildiğini düşünelim. Uçuş güvenliğinden sorumlu kuruluşun yetkilisinin de bu uçakların birisinde kılcal çatlak saptadığını varsayalım. Bu yetkili uçağın sefere çıkmasını yasaklarsa, şirketin mali durumu ciddi bir biçimde sarsılacaktır, buna karşılık çok düşük bir olasılıkla bile olsa bu kılcal çatlak gövde yırtılmasına dönüşürse 500 kişi yaşamını yitirecektir. Doğal olarak bu şirket de yok olacaktır. Uçuş güvenliğinden sorumlu kuruluşun yetkilisinin kararı ne olacaktır? Bu karar havayolu şirketlerinin temsilcilerinin verdiği oylarla seçilen ve kılcal çatlaklar konusunda uzman olmayan bir sivil havacılık yöneticisine bırakılırsa, ne olurdu?”
"Öznel yargıdan kaçınılması mümkün değil"
Burada öznellikten kaçınmak olanaklı değil, onu anlatmak istiyorum. Burada öznel olmak zorundasınız, “bana öyle geliyor ki” demek zorundasınız. “Bana öyle gelir ki” diyen kim olmalı? Çok saygın olan biri mi, konuyu bilen biri mi? O da saygın olacak tabii ama, konuyu bilmesi gerekli.
Bana öyle geliyor ki, BDDK’nin bu anlamda rahat bırakılması lazım, ve onun kararlarını denetleyen ama oradaki uzmanlığa sahip olmayan birileri bu kararları denetlesin demek sorunu çözmüyor. Üstelik o kuruluşun çalışamaz duruma getirilmesi riski de var. Akla şu gelebilir; peki, böyle bir özerk yetke kararlarından sorumsuz mu olacaktır? Hayır.Oonun en iyi denetimi, aldığı kararların gerekçelerinin, yaptıklarının saydamlığını sağlamaktır. O saydamlık eleştiriye yol açacaktır, işte o zaman öğrenme süreci de çalışır.
Tabii bunu söylerken herşeyin hukuk içinde olduğunu düşünüyoruz. Onu tartışmıyoruz. Yapılan işin yasalara uygun olması gerekli, onun denetimi yapılabilir, yasal olmayan bir işlem yapıldıysa kovuşturulur. Benim söylediğim, bu kararı alırken öznel gerekçelere dayandı diye bir eleştirinin anlamı yoktur, çünkü başka türlü yapılamaz. Bunun önemli olduğunu düşünüyorum, çünkü bir özerk yetke iş yapamaz duruma gelecekse kurmanın da pek anlamı olmaz. Sanıyorum önümüzdeki dönemde bunlar daha tartışılacak.
ÖM: Bu epey tartışılacak bir şey, fakat bu konuda da net bir fikre sahip olmanın çok kolay olmadığı görülüyor, özellikle senin de biraz önce anlattıklarının ışığında bakılırsa. Çünkü öznel kararların ağır basmasına bırakmak o kadar kolay yapılabilecek bir şey değil, özellikle Türkiye çerçevesi içinde.
HE: Ama olmayan bir nesnelliği aramak da ayrı bir vakit geçirme yöntemi. Sanki bu krizler bin kere tekrarlanacak ve o kriz bin defa tekrarlandığında ne yapılacağını öğreneceğiz, diyorsunuz. Bir kriz zaten bir defada götürür ülkeyi. İkincisi, Allah korusun, belki 30 sene sonra olur. Ama 30 sene sonra Türkiye bu Türkiye olmadığı için zaten bu deneyimin ona pek yararı yoktur. O yüzden burada öznel yargıdan kaçınılması mümkün değil. 2001 yılında bazı şeyler yapıldı, bugün baktığımızda “A, öyle yapılmasaydı” diyebiliriz. Öyle de düşünülmelidir. Ama bundan da kalkıp suçlama, yani “öyle bir yargıya varmamalıydınız” demek çok geçerli değil, çünkü ilk defa böyle bir olayla karşılaşılıyor, belli bir karar alınıyor. Tekrar söylüyorum, bahsettiğim konular yasal kurallara uyup uymamanın dışında... Bizde nesnellik çok abartılan bir noktadır, nesnel olunca iyi olacak diye düşünülür, o yüzden de olmayan nesnellikler aranır.
MA: Ama şöyle bir durum da var, değil mi? Mesela uçak örneğinde diyelim ben karar verecek kişiyim ve uçağa güzel bir nazar boncuğu takıp uçmasına izin veriyorum. Bunu da açıklıyorum, “Nazar boncuğu ile düşmez uçak” diye. Burada öznelliğin de bir sınırı olması lazım herhalde?
HE: Buradaki öznellik o kişinin uzmanlık alanını aşıyor. Çünkü o kişinin uzmanlık alanı bu mikroskopik çatlaklar ve bunların olası büyüme durumları. Bir nazar boncuğu ile bu meselenin ne kadar önlenebileceği ise başka bir alana giriyor, dolayısı ile bir alan tecavüzü etmiş durumda. Tabiatıyla böyle bir şey söylediği zaman o kişinin derhal görevden alınması lazım.
Ama öbür yargıya varmak gerçekten zordur. Verdiğim örnekte düşünürseniz; şirketi epey zor duruma sürükleyecek biçimde uçak filosunun üçte birini devre dışı bırakıyorsunuz. Şirketin itibarı da zedeleniyor tabii... Uçamayan yolcular, onları bekleyenler vs... Belki hiçbir şey olmayacak uçağa... O çatlak hiçbir şey yapmadan uçak kalktığı gibi öbür havaalanına inecek. İndiğinde tamire girebilir... Olay atlatılır... Ama bilemesiniz ki! Her iki karar da eşit derecede haklı gibi görünebilir.
ÖM: Çok kritik ve önemli bir nokta. Bir teorik çerçeve ve çalışma denemesi idi, düşüncelerimizi açmak açısından çok yararlı oldu.
[1] Hasan Ersel: Kredi Piyasası, Düzenleyici Yetke ve İktisat Politikası, A.H. Köse, F. Şenses & E. Yeldan [Der.]: Küresel Düzen: Birikim, Devlet ve Sınıflar; Korkut Boratav’a Armağan, İstanbul: İletişim Yayınları, 2003, s. 73-92.
(30 Ekim 2003 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)