Halil Turhanlı: Bugün radyo oyunları ve Dylan Thomas’ın radyo için yazmış olduğu, daha doğrusu sesler için yazmış olduğu oyunlardan, Picasso'dan ve çocuk ölümlerinden söz edeceğiz.
Ömer Madra: Bir de 3 Aralık 2005’te, Dünyanın 33 ülkesinde yüzden fazla şehirde yapılacak ilk küresel iklim mitinglerine ve bu bağlamda İstanbul, Ankara, İzmir Bursa ve diğer şehirlerde düzenlenecek Küresel İklim Değişikliği Yürüşü’ne de atıfta bulunuruz herhalde?
HT: Çocuk ölümleri ile yakından ilgili zaten.
ÖM: Evet.
HT: Yıllar önce Carlos Saura’nın anılarını okumuştum; çocukluğunu iç savaş sırasında yaşamış, ailesi savaşın olmadığı yörelere devamlı göç edermiş; yılları böyle, bir hafta bir okulda, bir ay başka okulda geçermiş. Bir gün küçük bir kasabada ya da köyde okula başlamış Saura ve o gün sınıfta çok güzel bir kız dikkatini çekmiş, bütün diğer kız çocuklarından daha fazla dikkatini çekmiş. Sarı saçlı bir kızmış sanıyorum, daha ilk gün alarm verilmiş, Falanjistlerin hava saldırıları var, öğretmen çocukların sıraların altına yatmalarını söylemiş. Saldırıdan sonra, ne kadar sürdüyse, bütün çocuklar yavaş yavaş kalkmışlar, fakat o sarı kız çocuğu kalkmamış, ona bomba isabet etmiş. Hatırladığım kadarıyla Saura da şöyle diyor “o güzel kız çocuklarını öldürdükleri için o günden sonra faşistlerden hep nefret ettim”. Ben okuduktan sonra Guernica’ya daha farklı bir şekilde bakmaya başlamıştım. Yani o güzel kız çocuğunu ya da herhangi bir çocuğu, sarı saçlı ya da siyah saçlı, siyah gözlü bir çocuğu öldürenlerin kim olduklarını o resimden görebiliyorsun. Picasso sergisi ile ilgili olarak televizyonda yapılan röportajında, Haldun Dostoğlu, Avignon’lu Kadınlar için “Picasso’nun sanatının şahikası” dedi. Bence Picasso’nun ikiz tepeleri var, biri Avignon’lu Kadınlar ise, diğeri de Guernica’dır. Farklı dönemlerde farklı şeyler yapmış bir sanatçı Picasso, ama dediğim gibi Saura’nın anılarını okuduktan sonra daha farklı görmeye başladım, daha doğrusu bu resmi anladım.
Dylan Thomas’ın, hava saldırıları sırasında yazılmış sanıyorum bir şiiri var. O günlerde yoğun hava saldırılarında, Londra gibi en çok hasar alan çok önemli şehirlerde, Dylan Thomas hiç milliyetçiliğe kaçmadan, İngilizler’e, özellikle de Londra halkına moral veriyor, sanıyorum o şiir de o günlerden birine yazılmış, şöyle çevirebiliriz herhalde: “Londra’da yangında ölen çocuk için yas tutmayı reddetmek.” Onun son dizesi, “bir ölümden sonra başkası yoktur” diye biter. Anlatmak istediği şu; tek bir ölüm dahi çok önemli, yani ölümler nicelikle ölçülemez, bir insanın ölümünde hepimizi, bütün diğer ölümleri görüyoruz ve ölümleri yaşıyoruz. Dylan Thomas’ın söylemek istediği bu, insanların ortak noktası. Geçen hafta sonu yazmış olduğun bir yazıda küresel ısınmayla ilgili olarak torunundan bahsediyorsun, orada aslında bütün çocuklardan bahsediyorsun sanırım.
ÖM: Elbette.
HT: Burada da Dylan Thomas’ın insanların ortak yazgısını görüyor, bir insanda diğer insanları görüyor. Ölüm hakikaten nicelikle ölçülemeyecek bir şey. Soykırım iddialarında “a, o kadar ölmedi!” diyorlar ya, sanki daha az ölürse yapılan vahşeti, kıyımı, hafifletebilir, bağışlatabilirmiş gibi, bu çok saçma geliyor bana.
ÖM: Belki de buna iki şey daha ilave etmek mümkün, bir tanesi vaiz, şair John Donne’ın unutulmaz “Çanlar Kimin İçin Çalıyor?” diyen metni. Bu, vaazdır aslında, ama o kadar şiirsel, acayip bir şey ki, şiir de sayabiliriz. Orada “hiç kimse tek başına bir ada değildir, hiçbir insan başlı başına bir ada değildir, bir bütünün parçasıdır” diye başlayan Hemingway’in de, bu şiirden bir alıntıyı de romanının başına koyduğu bölümde şöyle diyor Donne: “Bu ölüm çanı çaldığı zaman kilisede, kimin için çalıyor diye sorma, senin için çalıyor çan.” Çünkü bu ölümle senden de bir parça gidiyor. Bir küçücük toz zerresi bile kıtadan kopup gitse, bütün kıta azalmış olur” diyor.
HT: Tek bir insanın ölümü bile dediğin gibi çok önemli, ölüm nitelik olarak çok önemli.
ÖM: Bir de, Guernica’dan, Picasso’nun büyük tablosundan bahsederken, bir kez daha gündeme geldi: Hatırlıyorsan, 2003 Şubat’ında galiba, Irak’ın istilasına giden günlerde “Saddam Hüseyin’in kitle imha silahlarının kanıtlarını göstereceğim” diye ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın yaptığı – ve insanı hakikaten üzen bir “mültivizyon gösterisi” oldu BM Güvenlik Konseyi’nde: “Bakın bu adam bizi nasıl tehdit ediyor, nükleer, seyyar silahları, vs. var” diye bir sunum yaptı. Ve bu sunum savaşın başlamasının kesin işareti bu oldu, yani “Saldırın!” emrinin. Powell Konsey salonunda konuşmasını yaparken, arkasında Picasso’nun Guernica tablosunun her zaman duran bir kopyası vardı, onun üstünü perdeyle örttüler. Bundan daha büyük bir itiraf olabilir mi? “O başka şeyler hatırlatır, çocuk ölümlerini, vs. hatırlatır” diye herhalde, utanç verici bir şekilde üstünü örttüler, gözükmesin diye...
HT: 20. yüzyıl sanatının hakikaten doruklarından biri ve antimilitarist bir başyapıt. Dylan Thomas’ın radyo oyunlarından söz edeceğimi söylemiştim; bugün çok kullanılan bir şey, radyo denemeleri. Bir çok şair, yazar, radyoda okunmak için denemeler yazıyorlar, bunu ilk yapanlardan biri Dylan Thomas.
ÖM: Dylan Thomas müthiş bir meslektaşımız değil mi? Radyocu aynı zamanda.
HT: Kesinlikle, benim çok sevdiğim bir şair.
ÖM: Benim de öyle.
HT: Benim doğumumdan çok kısa bir süre önce ölmüş, 1953’te. Biliyorsun alkolikti.
ÖM: Galli değil mi?
HT: Evet. Zaten hep Galler’de geçiyor radyo oyunları, çok kasvetli bir havası varmış. Deniz kenarı ama o kasvetli kış günlerinde denizin kıyısında oturmak hakikaten insanı daha da aşağı çekiyor galiba. 2. Dünya Savaşı yıllarında BBC, yazarlara, kaç yazara bilmiyorum, “çocukluk anılarınızı anlatın” diye ısmarlamış. Dylan Thomas da bunlardan biri. Radyoyu faşist propaganda için kullananlar da var, İngiliz halkına, savaştan mağdur olan insanlara moral vermek için kullananlar da var. İşte bunlardan biri, belki de en başta geleni Dylan Thomas. Hemen ikinci bir isim, belki George Orwell’i sayabiliriz. Dylan bir radyo gazetecisi aslında, pek çok şiirlerini radyoda okuyor. Savaş sırasında - kendisi Swansea yakınlarında bir kasabada doğmuş, en çok hasar gören şehirlerden de bir tanesi. Gezmeye gidiyor, kasabasını yazacak, çocukluk anılarını yazacak. “Benim eski Swansea ölmüş” diyor yanındaki arkadaşına. O, zıt sözcükleri yan yana kullanır, “çirkin güzel kasabam” der. Hem aşk ve nefret ilişkisi var kasabasıyla. Ondan sonra hakikaten daha ciddiye alıyor BBC’nin teklifini, “geçmişi yok olan bir geçmiş var burada, ben mutlaka onu yaşatmalıyım” diyor. Dönüş Yolculuğu’nda kendi çocukluğunu anlatıyor. Radyoda dinleyemedim ama dinlemek isterdim.
ÖM: Ben de. Belki kayıtları bulunuyordur?
HT: Tabii bulunuyor. Under Milk Wood bende vardı, hatta keşke dinleyebilsek. Onu çok çok dinledim Richard Burton’un sesiyle. Bir ayyaş Galli de o. Hatta Dylan Thomas için halk şairi derler, “bard” sözcüğünü kullanırlar.
ÖM: Evet, “ozan”.
HT: Ayyaş şair, ayyaş halk şairi, “boozy bard’. Swansea’yi gezdikten sonra BBC’nin teklifini daha ciddiye alıyor ve “mutlaka yaşatacağım bu kasabayı” diyor. Dönüş Yolculuğu oradan çıkıyor. O yolculukta, -dinlemedim ama okudum-, gençliğini ve çocukluğunu arayan Thomas vardır. Parka gider, park bekçisine sorar “burada Thomas adlı bir çocuk vardı, hatırlıyor musun?” der. Bekçi de “hatırladım, hatırladım, mutlu bir çocuktu o ama ismini bilmiyorum” der. Deniz kenarında yaşlı bir adamı görür, “burada gezen, hep denize bakan Thomas vardı, hatırlıyor musunuz?” der. “Hatırlamıyorum, bu denizin kıyısındaki tepelerde oturan çocukları... hatırladım ama hiçbirinin ismini bilmiyorum. Onlardan onlarcası, yüzlercesi vardı bu kasabada” der. Sonra bara gider, bardaki kadına sorar “genç Thomas’ı hatırlıyor musun?” “Thomas’lar burada çok, etrafa bak bir Thomas bulursun” der. Ya da “az önce kapıdan bir Thomas çıkmıştı” ya da “bekle bir Thomas mutlaka içeri girecektir, bu bar Thomas’ların evidir” der.
ÖM: Çok güzel!
HT: Sırası gelmişken yeşil sahaların bir ayyaş şairini de analım, geçen hafta yitirdiğimiz George Best’i hatırlayalım. Bu gözünden kaçmamıştır herhalde?
ÖM: Kaçmadı. O da, İrlandalı.
HT: Ölümünden hemen sonra gazetelerde yer alan haberlerde, bu hafta sonu yapılacak maçlarda, yeşil sahalarda ve ayrıca barlarda ve publarda anılacak, saygı duruşu yapılacak George Best için. George’ların, Thomas’ların evleridir publar hakikaten. Aklıma, yıllar önce Maradona doping yaptığında, bence gelmiş geçmiş en büyük Türk spor yazarı olan İslam Çupi’nin Maradona için yazdığı bir yazısı geldi; “Ne kızıyorsunuz bu adama, ne ayıplıyorsunuz, Maradona’lar pop starları gibidirler, nasıl pop starları marihuana içerlerse, Maradona da böyle bir şey yapar” demişti. George Best de böyle bir şey, televizyona çıktığında kendisi hakkında yazılanları okur, eski sevgililerinin “kendisini mahvettiğinde bilmem şu kadar içiyordu” demesini anlatırdı. George Best gibi insanlar oturup televizyonda spor yorumu filan yapmazlar, onlar şarap şişeleri içerisinde, viski bardakları içerisinde balık olurlar. Maalesef televizyon onun zamanına yetişemedi, onu fazla izleyemedik. Ben bir iki belgeselde izlemiştim, ama bunların hiçbir yeterli değil, onun hakkında çok şey duydum hakikaten, gelmiş geçmiş en iyi futbolculardan biri. Benim de kahramanlarımdan biri.
ÖM: Britanya adalarının en büyüğü sayılıyor...
HT: 1966 Dünya Kupası’nın finalini izlediğimde, galiba Abidin Dino’nun yapmış olduğu bir film vardı, o zaman televizyon yok, maçlar radyodan izleniyor...
ÖM: Çok güzel bir filmdi, The Goal adı yanılmıyorsam.
HT: Filmi seyrettikten sonra, İngilizlerin kalecisi Gordon Banks kahramanım olmuştu. Hep böyle sarı renkli kaleci kazağı giymek istedim üzerime, o sarı renkli kazağı giyen kaleciler hiç penaltıdan korkmazlar. Müthiş bir şeydi, onu defalarca izledim, ama en çok da Gordon Banks’i. George Best de öyle, kahramanlarımdan bir tanesiydi, Bobby Charlton, Bobby Moore... onlar benim futbolu sevmemde çok çok etkili oldular. Ya da futbolun bir etiği olduğunu öğretmiş insanlardır onlar. Ayyaş olabilirler; televizyon programlarına sarhoş çıkıyordu George Best mesela, ama onlar futbolun etiğini bilen insanlardı, yani yeşil sahaların kendisine saygılıydılar... son olayları hatırlarsan...
ÖM: Sinsice, kalleşçe bir davranışına da hiç rastlanmazdı tabii, bileğe girme, taban çıkma vs. öyle şeylere tenezzül etmediler.
HT: Best, futbol oynadığı sürece mükemmeldi, konuyu biraz dağıttım ama onu da böylece anmış olduk. Dylan Thomas’ın Dönüş Yolculuğu’ndan biraz daha söz etmek istiyorum, daha sonra radyo için, sesler için yazdığı, akustik mekânı mükemmel biçimde kullandığı o meşhur Under Milk Wood’a döneceğim. Biliyorsun filmi de var.
ÖM: Evet, öyleymiş, görmedim ve çok istiyorum görmeyi, sanıyorum gayet iyi de eleştiriler aldı, beğenildi film.
HT: Dönüş Yolculuğu ile Under Milk Wood arasında çok büyük benzerlikler var, bir de o deniz kenarındaki kasabadan yola çıkıyor orada da. “Soğuk beyaz bir gündü ve ana caddede rıhtımlardan gelen rüzgârı hiçbir şey durduramıyordu. Bütün kasaba bir mezarlık gibiydi” diyor. Dylan Thomas zaman zaman o kasabaya gidermiş ve daha fazla içiyormuş oraya gittiğinde. Kışın daha da kasvetli ve daha fazla içiyor orada. Anlatış şekli, sokaklarında dolaşırken hep sesler duyuyor, okul çanı, kilise çanı, denizin, dalgaların sesi ve kum tepelerinde oynayan çocukların sesi, oyunu dinleme olanağı bulamadım ama, hep bunları kullanmış, metinde olmayan, okuduğunda insanın tam içine giremediği bir boyutu daha var radyoda: o akustik mekânı, o boş mekânı bunlarla doldurmuş. Bir de şey var orada ilgimi çeken, gittiği yerlerden bir tanesi eski kafe... Okulu bitirdikten hemen sonra gazeteciliğe başlıyor, yerel bir gazetede yıllarca çalışıyor Dylan Thomas. Şair ve ressam arkadaşlarıyla, Einstein, Stravinski ve Greta Garbo’yu, ölümü, dini, Picasso’yu ve kızları konuştukları kafeyi arıyor, oradaki eski arkadaşlarını. Böyle çok şiirsel. Marshall McLuhan’ın bir sözü var “radyo, mikrofon ve gramofon sözlü şiirin, halk şiiri geleneğinin bize dönüşü sağlamışlardır, bazı şairler bunu kullanmışlardır mikrofonda. Herhalde akla ilk gelecek isim de Dylan Thomas. “Akustik teknoloji, halk şairinin sesini bizlere geri getirmiştir” diyor. Marshall Mcluhan biraz televizyona iltimas geçmiş galiba, daha yeni bir teknoloji olduğu için. Onu düzelten birisi var Studs Terkel ismini duymuşsundur?
ÖM: En sevdiğim yazarlardan birisi ve sözlü tarih geleneğini en iyi kullananlardan biri... yani efsanevi bir adam aslında, 92 yaşında ve...
HT: Hukukçu biliyorsun.
ÖM: Hukukçu ve radyocu ve televizyoncu, tarihçi, gazeteci, caz uzmanı... hepsi birden aynı zamanda...
HT: Sivil haklar aktivisti...
ÖM: Çok yönlü bir adam, 92 yaşında. Geçen gün Democracy Now’da bir röportaja çıktı, quadrupel dedikleri, o 4 damarın değiştirildiği by-pass ameliyatını geçirmiş ve Amerika’da bu ameliyatı geçiren en yaşlı adammış, çakı gibi yine de. Çıkıyor ve Mahalia Jackson ile, o McCarthy dönemini, neler çektiklerini anlatıyor... Mahalia Jackson büyük bir gospel şarkıcısı ve bir diva tabii, ama sadece ondan ibaret olmadığını öğreniyoruz: Bir belgesel, bir dizi çekiyorlar Mahalia ile Studs, fakat Terkel bir şekilde yasaklı. Bu komünist solcudur, vs. diye programa çıkartmıyorlar. Mahalia Jackson’a “başka birisi program yapsın seninle” demişler. Mahalia da “o zaman Mahalia’yı unutun” demiş. O kadar büyük bir ağırlığı varmış ki, büyük televizyon şirketi dayanamamış “tamam, peki kalsın!” demişler. Daha fazla sözü uzatmayalım, hadi Studs, gel de programımızı yapalım” demiş. Arkasını dönmüş ve yürümüş Mahalia. Böyle biriydi diyor Terkel.
HT: Studs Terkel hakikaten tarihçi, yalnız tarih yaparken biliyorsun elinde mikrofon ve bir ses kaydedicisi ile bütün Chicago sokaklarını dolaşıyor. Bir de radyoda yaptığı röportajlardan oluşan bir şey var, Chicago’da herhangi bir insanı, bir işçiyi de çağırıyor, bir yazarı da çağırıyor oraya. Hem “celebrity dediğimiz meşhurları, James Baldwin’i bir çok yazarı da, sıradan insanları da..
ÖM: Sonra da bütün Amerika’yı dolaştı. Amerika’nın sesli portresini, tarihini çizdi, bulunmaz, eşine rastlanmaz bir adam.
HT: Marshall McLuhan televizyon için “serin medya” (cool media) diyor biliyorsun, “bu yanlıştır, ölümüne yanlıştır. Asıl ‘cool’ olan radyodur” diyor Studs Terkel. Neden olduğunu anlamak için, bu iddiamın kanıtı olarak da Dylan Thomas’ın Under Milk Wood’unu dinleyin” demiş.
ÖM: Sadece o yeter, değil mi?
HT: Nedir Under Milk Wood’un özelliği? Gerçekten bir tür sineztezi yaratması, yani sesleri bize renk olarak göstermesi, bir imge olarak canlanmasını sağlaması. Buna benzer bir şey var, aynı tarz oyunlar yazmıyorlar ama, Samuel Beckett’in BBC prodüksiyonları için de çalışmış olan Martin Esslin’in bir yorumu var, “aslında radyo görsel, vizüel bir medyadır aynı zamanda, sadece işitsel değildir” diyor. O konuşma size ulaştığında, o sözler radyodan, bir tür gün batımı bölgesinden, yani garip bir gri bölgeden geliyor...
ÖM: Alacakaranlık...
HT: Evet alacakaranlık bölgesinden sesler geldiğinde, dinleyiciye ulaştığında artık onlar birer imgeye de dönüşürler. Dylan Thomas’ın yaptığı da bu, o Galler kasabasını, denizin kıyısındaki o kasvetli, karanlık Galler kasabasını hiç görmeseniz de, Under Milk Wood’u bir kez dinlediğinizde o kasaba hemen gözünüzde canlanabiliyor. O kasabadaki insanları hiç tanımamış olabilirsiniz, komşularınız onlardan çok farklı olabilir, ama o insanları gözünüzde canlandırabiliyorsunuz. Zaten anlatıcıyı, bir plakta Richard Burton’ın okuduğu o anlatıcıyı, girişi sağlayacak insanı âmâ, gözleri görmeyen biri olarak yazmak istemiş, ilk taslakta. Daha sonra o âmâ karakter var, Captain Cat adlı bir karakter var orada, eski bir denizci, gözleri görmüyor. Gözleri görmüyor, ama öyle renkli rüyalar görüyor ki, eski denizcileri görüyor, boğulmuş olan denizciler rüyasına giriyorlar “beni tanıdın mı Kaptan Cat?” diyor bir tanesi. “A bildim seni, sen dans eden William’sın!” “Evet, Nantuckett’te de kaybettim, şaşırdım adımlarımı”. Nantuckett’te boğulmuş herhalde William. O kasabanın sokaklarında bizi gezdiriyor, baharda uyanış, insanlar, çok basit insanlar aslında, sıradan insanlar, hepsi de küçük küçük günahlar işliyorlar ama günaha çok tolerans var, tuhaflıklara çok tolerans var. O sıradan insanların müthiş bir hoşgörüsü var o kasabada. Kasap, kasabın karısı, postacı, Willy Organ, Organ Morgan, kilisenin orgcusu, o garip tipler, bunlar bir Anadolu kasabasında da olabilir.
ÖM: Elbette.
HT: Zaten insanlarda ortak olan noktayı vurguluyor Dylan Thomas, insanları birleştiren bir şey var. Radyo için yazılmış en güzel oyunlardan bir tanesidir. Yani radyonun müthiş bir potansiyeli var ve bu potansiyeli O, Martin Esslin’in de söylediği gibi sesi, işitsel olanı görsele de dönüştürüyor.
ÖM: Orson Welles de uzayı, uzaylıları bile getirip sokmuş insanların kulaklarından içeri, ruhlarına üflemiş bir adam mesela. Radyo böyle bir şey...
HT: Kesinlikle. Bu radyonun çok bilinen bir yönü, o Dünyalar Savaşı. Daha az bilinen bir yönü de şu: radyoda bir tür gazetecilik yapmış Orson Welles, o çok etkileyici sesiyle. Bir programda Orson Welles’in Shakespeare oyunlarını sahneye koyarken siyahları oynattığını söylemiştik; ırkçılığa karşı mücadelede kullanıyor radyoyu, hatta o kadar kullanıyor ki, bir siyah öldürülüyor, linç olaylarını açığa çıkarmakta kullanıyor. Güney eyaletleri onun filmlerini boykot ediyorlar, gösterilmemesi için gösteriler yapıyorlar, düşman kesiliyor ırkçılar orada, kurumlaşmış ırkçılar Welles’i hedef alıyorlar. Böyle bir yönü de var, gazeteci yönü de var, yani radyoda sadece oyunlar koyan ve oynayan değil, radyoyu bir araç olarak da kullanan, bir dava için kullanan bir yönü de var. Bütün bunlardan çıkarılacak sonuç şu herhalde; Dylan Thomas’ı bir kez daha örnek verirsek, tabii o da çok bilinen bir örnek, bir dünya yaratması, radyonun potansiyellerini çok iyi keşfeden ve kullanan birisi olması aslında. Bir başka örnek de hemen akla gelecek olan Samuel Beckett.
ÖM: Büyük dehalarından biri İrlanda ve dünya edebiyatının.
HT: Dylan Thomas’ın Under Milk Wood’undan sonra Samuel Beckett’ın bir başka oyunundan, radyo için yazmış olduğu bir oyundan söz edeceğim. İkisinin ortak noktaları, denizin sesinin büyük bir işlevinin olması, Beckett’de de öyle. Embers adlı oyunu, “Közler” olarak da Türkçe’ye çevirebileceğimiz oyunu. Radyo için pek çok oyun yazmış ama bu çok önemli, bütün eleştirmenlerin, Beckett üzerine düşünenlerin, yazanların çok önemsedikleri bir oyun. Beckett dili çok ekonomik kullanan bir yazar ve oyunları da minimal dekorla oynanıyor... Godot’ta olduğu gibi, yaprakları dökülmüş bir ağacın altında eski püskü giysili üç tane adam. Minimal dekor. Radyo onun için ideal bir ortam aslında, az önce söylediğimiz o akustik mekânı doldurabileceği bir yer. Embers’da devamlı hatırlayan bir insan var, bir tek kişi, zaten onun monologlarından oluşuyor büyük ölçüde: Henry. Denizin sesi Henry’nin belleğini tetikliyor ve Henry hakikaten pek çok şey hatırlıyor. Bolton adlı bir arkadaşını hatırlıyor, Bolton ölmek istiyor, çok acı çekiyor, -bir hastalığı var ama nedir bilemiyoruz-, doktora gidip kendisine ölümcül bir iğne yapmasını istiyor acılarını dindirmesi için, ama doktor bunu yapmıyor, sadece anestezi yapıyor ve etkisi geçtikten sonra Henry, bu dünyada varolmanın acısını tekrar duyuyor. Bolton’ın hastalığı, aslında Heidegger’ci anlamda, bu dünyaya fırlatılmış olmak. Sonra karısı ile kopmuş olan ilişkisini hatırlıyor. Babasını hatırlıyor denizin kenarında, denizin sesini duyduğunda; babası denizde boğulmuş, daha doğrusu intihar etmiş. Henry’nin monologlarından yine anlıyoruz ki, denizin sesinden kaçmak için denizin olmadığı bir ülkeye gitmiş bir ara, orada yaşamış. İsviçre’ye gitmiş ama orada da duymuş, çünkü denizin sesi Henry’nin kafasının içinde. Bu oyunu da radyoda dinleme olanağı bulamadım, Beckett’in radyo oyunları olarak metinlerini okudum, dinlemeyi çok isterdim. Burada asıl denizin sesi, akustik bir malzeme var, Henry’nin sesi ve en az onun kadar denizin sesi. Bu iki malzemeyi müthiş kullanmış. Tabii bütün Beckett oyun ve romanlarında olduğu gibi Közler’de de kaygı anlık değil, süreklilik arz eden bir şey. Bu dünyada olmaktan, varolmaktan dolayı duyulan bir kaygı, varolmaktan kaynaklanan, dünyaya fırlatılmış olmaktan dolayı duyulan kaygı. Bütün bunlarda değişmeden varolan şey, zamanın ilerlemesinden doğan bir kaygı. Bu kaygıyı, insan ruhuna işlemiş olan bu çok kasvetli duyguyu, Henry’nin sesi ve denizin sesi ile bize duyurmuş olması. Bu, büyük bir olasılıkla pek çok kişinin yazdığı gibi, sahnede verilebilecek gibi bir duygu değil.
ÖM: Radyodan başka herhangi bir yerde olamaz zaten. Radyo sanattan başka bir şey de olamaz bir anlamda, böyle kullanıldığında...
HT: Marconi’nin radyo için, sadece “modern sanatın yaratıcısıdır” iddiası yeni bir şey değildir aslında. Bertolt Brecht de bunu söylüyor, Rudolf Arnheim da, benim daha yakın zamanlarda keşfettiğim Gregory Whitehead de... Radyo bir sanattır gerçekten, haber verirken de sanattır radyo, radyo gazeteciliği. Radyo gazeteciliği sesle o etkiyi yaratıyor hakikaten, televizyondan çok daha farklı ve dahası, Terkel’in de söylediği gibi, kitap kültürüne, yazılı kültüre daha dostça bir medya radyo. Sanat olduğu doğru, Beckett, Harold Pinter, Rus fütüristleri, İtalyan fütüristleri, Artaud, hepsi radyoyu sanat yapabilecekleri bir araç olarak görmüşler ve o şekilde de yararlanmışlar ondan. Sayısız başka örnekler var.
ÖM: Ancak bir kaçını sayabildiğimiz çok sayıda örnek var. Biz Açık Radyo’da ne ölçüde bu sanat fonksiyonunu yükleyebiliyoruz bilemem, radyonun kendisi özgürlükle özdeş ve aynı zamanda da sanatla özdeş olan bir mecra aslında. Ne kadar yapabiliyoruz bilmiyorum, ama bu ruh hali içindeyiz.
HT: Bir de agora tabii.. Rus fütüristlerinden Khlebnikov galiba, “radyo bilgi ağacıdır” demiş. “Bilgi ağacı”, yani böyle bir işlevi de var, ama bu işlevi bilindiği için de radyo hep çok sıkı denetlenmiş, hemen hükümetlerce de kontrol altına alınmış. Fütüristik bir ütopya olarak doğduğunda, radyonun çok büyük bir potansiyel taşıdığını fark edebilmiş amatör radyocular. İnsanların birbiri ile iletişim kurmakta kullanabileceğini düşünmüşler. Aynı nedenlerle de, bu taşıdığı potansiyelden ötürü de, devletlerce sıkı bir disiplin altına alınmış radyo.
ÖM: Bir türlü ele avuca sığmadığı için
HT: Öyle bir şey de var hakikaten, bir şey yapmak kolay, mikro radyo örneklerinde görüldüğü gibi.
ÖM: Amerika’nın kamu gazeteciliğinin, yayıncılığının en ünlü isimlerinden biri olan geçen yıl emekliye ayrılan Bill Moyers, ödül üstüne ödül kazanıyor şimdi ve ödül törenlerindeki konuşmalarından birinde de, de senin biraz önce söylediğin çok önemli bir noktaya işaret ediyor, “gerçek haber özgürleştirir” diyor.
HT: Beckett’de de aslında Dylan Thomas’takine benzer bir şey var, çok farklı yazarlar olmakla birlikte, Proust üzerine yazdığı denemesinde “hayat birbirini izleyen alışkanlıklardan, ihtiyatlardan oluşuyor” diyor, “ama bir insan da diğer insanın devamıdır”, bu, insanı önemsememek değil tabii, “insan sıradan bir varlıktır” demek değil, insanlar arasındaki bir ortaklığa dikkat çekmek aslında. Az önce Dylan Thomas’ta gördüğümüz gibi, insanlar ortaktırlar, bir insanın ölümünde diğerlerini görürsün. Alışılmış şeylerden, edinilmiş ihtiyatlar üzerinden yürür hayat, ama insanlar yine ortaktırlar, sevimsizlikleri, cana yakınlıkları ile yine ortak yönleri vardır insanların. Beckett’in tabii ki daha karamsar bir yazar olduğu söylenebilir, ama ben o konuda çok da emin değilim.
ÖM: Böyle bir kategoriye sokulabilecek biri olduğunu düşünmüyorum ben de doğrusu Beckett’in.
HT: O iç sıkıntısını duyuran bir yazar, ama iç sıkıntısını bazen duymak gerekiyor, onu derinden duydukça insan aşma gücünü kendisinde bulunuyor.
ÖM: Aynen. Şimdi, buradan başka bir noktaya sıçrarsak, bu küresel iklim değişikliği, küresel ısınma meselesi, hayatımızda başımıza gelebilecek, bütün canlı varlıkların önündeki en büyük felaket olarak karşımıza çıkıyor artık. Açık Radyo bu konuda bir uyaran fonksiyonu oynamaya çalıştı başından beri, biraz erken uyanan ve buna duyarlı olanlardan biriydi. Yaklaşık 10 yıldan beri bunun sözünü ediyoruz, biraz da bıktırıcı, belki iç karartıcı bir konuda. Hayatımızı değiştirmemiz gerekliği üzerine...
Beckett dedin; biz de Beckett’den daha fazla, başka türlü vermeye gayret etmedik ama kendiliğinden geldi. Geçenlerde önemli bilim insanlarından biri, bir Amerikalı “artık bilim adamı olmaya, akademi mensubu olmaya, vs. lüzum yok. fotoğraflara bakın küresel ikilimin değiştiğini görürsünüz” dedi. Yani dünyanın, gezegenin içinde bulunduğu durumu. “Rakamlar, vs. vermeye lüzum yok” dedi. Oysa inanılmaz sayıda yeni raporlar geliyor, yeni buzul çağı, seller, kuraklık, kasırgalar, açlık, yıkım... En korkunç bilim kurgu roman ve filmlerini de aşacak şeylerin gerçek ve karşımızda olduğunu ve buna karşılık da çok seçkin bir grubun, çıkar grubunun petrol ve enerji şirketlerinin, “böyle bir şey yoktur, bilim insanları doğru şeyler söylemiyor, bu ‘junk science’tır, çöpe atılacak” dediğini görüyoruz ve büyük bir yarılma var. Yani bu enerji lobilerinin etkisindeki Amerikan yönetimiyle bütün dünya arasında, hem de Amerika’nın kendi halkı arasında. Noam Chomsky’nin de geçenlerde, satır aralarından çekip çıkarttığı bir bilgi var, Temmuz ayında çok ciddi bir araştırma kuruluşu, Amerikalılar’ın %73’ünün, muazzam bir rakam olarak, Kyoto Protokolü’nü önleyecek tek diplomatik araç olarak elimizde bulunan Kyoto Protokolü’nün kuvvetle desteklenmesini istiyormuş. Yani Amerikan halkının ¾’üne yakın bir kısmı. Ama yönetim “hayır Amerika için bu uygundur” diyor. Bu da dünyanın en demokratik ülkesi, Amerika’da cereyan ediyor. Yarılma bu. Ayrıca, kendi hayat tarzımızı değiştirmek zorunda olduğumuzdan, kendimizle de mücadele etmek zorundayız. Kendimizde de bir “kişilik yarılması” var yani.
Şimdi Montreal’de de iklimle ilgili dünyanın en büyük konferansı cereyan ediyor. Orada da, bu yenilenebilir enerji, enerji tasarrufu ve fosil yakıtlardan kurtulmak için yapılan baskılara Amerika ve Avustralya’nın direnişini kırmak için bir çaba var. Aynı anda da bütün dünyada, yanılmıyorsam 33 ülkede, yüzün üzerinde şehirde gösteriler var. Hıristiyanlarla Müslüman Ekoloji Vakfı’nın yan yana, kol kola yürüdüğü, sınır ve politik çizgi ötesi, partiler üstü bir birleşme var. Çünkü tam da programın başında söylediğimiz noktaya dönüyoruz, çocukların bir tanesinin bile bu yüzden ölmesinin zaten hepimizin ölümü anlamına geleceğini söylüyorlar, bunun için de bir direniş var. Bunun Türkiye’de de bir çok şehirde ayağı var...
HT: Son olarak ben bir şey söyleyeyim; karamsar bir yazar değil Samuel Beckett, “varoluş sıkıntısını aşmanın zaten iki yolu var” diyor Henry, o sözünü ettiğimiz oyunda, “ya intihar edeceksin ya da varoluşun ıstırabını giderek artan bir yoğunlukta duyacaksın onu aşmak için” diyor. Işığın sesini duyarmış aslında, ışığın sesini düşünüyor Henry de. Ölmüş olan babası ile konuşuyor; “Dinle bak, dinle bak ışığın sesini. Sen severdin ışığın sesini”. Radyo üzerine yeni teoriler var, yani radyonun dijital teknoloji ile birleşmesi ve etki alanının da genişlemesi ile tekrar radyo üzerine düşünmeye teşvik etti medya teorisyenlerini, araştırmalar içerisinde radyo teorileri daha da gelişiyor. Bunlardan bir tanesi Joe Tacchi, onun bir terimi var “radyosallık” diye çevrilebilir herhalde: “radiobility”. Radyonun ne kadar geniş sınırları olduğunu anlatmaya çalışan bir teori, potansiyellerine işaret ediyor radyonun, teknik yeteneklerinin, kapasitesinin dışında, daha başka potansiyellerine işaret ediyor. Radyonun sesi, haber iletmede, enformasyon iletmede, daha geniş agora, forum olmakta.
ÖM: Yani kamu için “nereye gidiyoruz, dünya nereye gidiyor?” sorusunu ancak böyle geniş bir agorada tartışarak, kaderimizi etkileyecek olayları tartışarak ve bunun aleyhinde olanlardan da hesap sorarak, hükümetlerden, çeşitli kuruluşlardan hesap sorarak bunu tartışabilirsek, ancak mümkün olabiliyor. Radyo da bunun için çok iyi bir araç tabii.
HT: Beckett, radyonun önemini çok daha önceden biliyordu, onu radyo oyunları yazmaya sevk eden bir şey daha var; 1950’lerde yazıyor ama 1942-45 yılları arasında Fransa’da yaşamış. Direnişçiler için radyonun ne demek olduğunu biliyor, yeraltında radyoyu kullanmışlar direnişçiler, bunu çok iyi bildiği için, radyonun bir haber, bir iletişim aracı olarak da önemini kavrıyor, yani kendini duyurma, ifade etme ve bir şeyi örgütlemede de etkili olabileceğini bilen birisi Beckett. Onun sözünü ettiğimiz radyo oyunlarında radyonun önemini o yıllarda kavradığı yollu iddialar da var ki, bunların da yabana atılmaması gerekir.
ÖM: Beckett’in bu olağanüstü lafına naçizane ben de bir şey uydurdum şimdi, dinleyicilere ışığın sesini göndermek için bir araç olurken, sesin ışığını da gönderiyor olabiliriz aynı zamanda.
HT: Radyonun bir de güzel bir yönü var; bizim mahremiyetimizi bozuyor ama hiç itiraz edemeyeceğimiz bir anda bozuyor. Yani öyle bir zamanlama yapıyor ki, bizi en yalnız anlarımızda yakalıyor. Bob Dylan’ın bir belgeseli vardı, dün gece son bölümü yayınlandı, o küçük çocukken uzaydan gelen sesleri dinliyor, country müzikleri, folk müziklerini ama bu herkes için böyledir. Ben de çok dinledim radyoyu, radyo oyunlarını dinledim, radyoda çocuk saatlerini dinledim, radyoda müzik dinledim, radyoda maç nakillerini dinledim, gerçekten büyük bir birikim kazandırdığını çok iyi biliyorum. Abartmıyorum, kitaplara yönlendiren bir şey, daha geniş dünyaları açan bir şey radyo, böyle bir özelliği var. Yalnız odamda, sadece çocukken değil, daha sonraki yıllarda da yalnızlığımı paylaşmıştır radyo... Kendimi çok yalnız hissettiğim bir Noel öncesinde radyodan duyduğum eski melodiler, Walker Brothers’ın melodileri beni bambaşka bir boyuta taşımıştır...
(2 Aralık 2005 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanan Cuma Adlı Adamlar programının metnidir.)