Din-laiklik kutuplaşmasını okumak

-
Aa
+
a
a
a

Taraf

3 Şubat 2009

Ümit Cizre

ABD'deki ekonomik, siyasal krizin ve çift savaşın (Irak ve Afganistan) yeni başkana yüklediği ağır yükü ve bu duruma katkıda bulunmakla beraber ceremesini de çeken toplumun rolünü tartışırken, bir Amerikalı dostum; "Siyaset bilimcileri, ne ABD'deki ne de Türkiye'deki karamsar siyaset tablosundaki olumsuzlukların nedenlerini ve çarelerini açıklayabilmekteler. Ben sizden meslek olarak umudu kestim" dedi. "'İktidar'kavramı ve 'yukarıdakiler' üzerinde döndürüyorsunuzaçıklamalarınızı,ya da ampirik verileri savuruyorsunuz orta yere, bu da 'aşağıdakileri' anlatıyor güya" diye ekledi. Yani, "merkez", "çevre" ikileminin basitleştirici tuzağına düşüldüğünü, tam olarak adlandırmasa da içgüdüsel olarak sezinlemiş bir yorum yapmış oldu. "Peki açıklayıcılık konusunda hangi disipline güveniyorsun" sorusunu sorunca "siyaset felsefesi" dedi, "örneğin Habermas ve Rawls."

İÇ ORYANTALİZM

Siyaset bilimcilere yüklenen bu suçlamaların indirgemeci ve haksız yanlarını bu meslekten birisi olarak sindirmek hiç kolay değil. Ayrıca, her iki ülkedeki tablo da yalnızca karamsar unsurlar içermiyor belki. Ancak, 'Mahalle Baskısı' yoluyla laiklik-siyasal İslam kutuplaşmasına açıklama getirmeye çalışmak, gerçek iktidarla, sözde iktidar arasında bir ayırım yapamaması; ideoloji ve siyasal olanla hiçbir bağlantı kurmaya çalışmaması nedeniyle içe dönük oryantalizmin tuzağına o denli düşmüş durumda ki, bu dostun söylediklerinin haklılık payını da kabul etme noktasına geldim.

Özgür ve devlet-güdümsüz düşünceye on yıllarca acı çektiren yerli"Elm Sokakları", aslında arkasına devlet ideolojisini ve aygıtını alarak sol düşünceye dünyayı dar etme amacına yaslanıyordu. En büyük ironi, 1970'li yıllarda sol düşüncenin öncülüğünü yapan ve bugün Elm Sokağı kâbusunun bir varyasyonunu, bu kez arkasına laik düzenin kurumlarını alarak mahallenin öbür sakinlerine uygulayan Cumhuriyet gazetesini ceplerimizde ters çevirerek taşımış olmamız. Bugünkü laik devlet bloğunun bazı unsurlarının, 1980 darbesi sonrasında kendi laiklik tanımlarını alaşağı eden İslamcı bir çizgiyi militarist bir öğretiyle harmanlayarak tüm okul kitaplarına nasıl yedirdiğini elbette biliyoruz. Bir de Sam Kaplan'ın 2006 basımlı The Pedagogical State: Education and the Politics of National Culture in Post-1980 Turkey başlıklı nefis kitabını okuyarak bütün ayrıntıları ile sıcağı sıcağına tekrar yaşayabiliriz.

AKP iktidarının uyguladığı politikaların "patolojik" bir baskıcı zihniyet ve pratiğe dönüştüğünü ifade etmekten yana sıkıntımız olmayabilir –bu açıkça ortada-. Bu koroya katılmak çok kolay; AKP'nin devraldığı mirasın, olmayan polit bürosunun, Cemil Çiçek'siz ve Vecdi Gönül'süz yapamayan icracı kadrolarının, Türk sağının en sağlam geleneğini oluşturan partizanlık ve patronaj pratiklerinin insanın içini burkan zavallı ama güçlü varoluşu üzerine yoğunlaşmak elbette gerekli.

ANLAYIŞ GÖSTERMEYE DEĞİL ANLAMAYA ÇALIŞMAK

Ancak bu ülkenin tarihinden ve hafızasından; iç siyasetin uluslararası siyasetle ve paradigmalarla bağlantı noktalarındaki sıkışma ve gevşemelerden yani açılım ve kapanımlardan; dış ve iç çelişkilerden; en önemlisi de AKP'nin omuz omuza ya da karşı karşıya durduğu aktörlerin ve kurumların davranışından bağımsız ve ilintisiz olarak değil. İnteraktif bir analiz yöntemi izlenmezse, dostumun belirttiği gibi "açıklama" gücü düşük, iç oryantalizmi ve kutuplaşmayı yeniden üreten metinler, raporlar, araştırmalar ve yargı kararları karşımıza çıkmayı sürdürecek. Bu partiyi de kemirmekte olan ve geçmişten, dış dünyadan ve en önemlisi bizim Elm Sokakları'ndan bugüne akan siyaset nehrinin varoluş mecrasında beliren zaafiyetleri ve zihniyetleri gözden kaçırmayalım. "Anlayışla" karşılayalım demiyorsam da "anlayalım" diyorum.

Partideki artık sırıtan demokratik tasavvur ve tefekkür eksikliğinin nedenlerini de AKP'nin bu arka planla, bu zaaflarla ve fırsat pencereleri ile giriştiği siyasal diyalektik ile açıklamak mümkün. Ben bunlara eğilmeyeceğim.

Başka bir şey yapmak istiyorum. Dostum, Habermas'tan söz ettiği sırada, Habermas ve Joseph Ratzinger'ın (yani Papa Benedict'in), iki profesör meslektaş olarak (biri Felsefe diğeri Teoloji) "Laikleşmenin Diyalektiği" (The Dialectics of Secularization), bu problem etrafında dönen kısa denemelerinden oluşan kitabı okuyordum. Bu kitaptan edindiğim izlenimler ve yorumlar, AKP'nin hâlâ süregelen kimlik oluşturma sürecine katkıda bulunan siyasal ortamın "yoksunluğu"na da bir nebze ışık tutabilir gibime geldi. "Siyaset felsefesi" diyen dostum yanılmıyor aslında.

Habermas-Papa karşılaşmasının en baş kaygısı, yaygın bir biçimde sekülerleşmiş herhangi bir toplumda süregelen din olgusunu yalnızca sosyal bir gerçek olarak tartışmak yerine, felsefenin de kendi iç sesini dinleyerek sorunlaştırmasını sağlamak. Bir diğer deyişle, modern toplumda din ve seküler akıl ilişkisini bir kez daha araştırmak ve bazı sonuçlar çıkarmak. Biri öbürünün kontroluna mı girmekte, girmeli mi, aralarında etkileşim mi, yoksa bir çekişme mi var, yoksa bir almaşıkla mı karşı karşıyayız? Yani bize yansıyan sorular bunlar.

KUTUPLAŞMA DOĞAL, NORMAL VE KAÇINILMAZ DEĞİL

Burada önemli olan nokta, din ve seküler görüş (ya da değişik ifadelerle inanç ve laiklik; din ve rasyonel düşünce) "ikilisinin", bir "karşıtlık" ya da "kutup" oluşturmak yerine ayrışık ancak zıt olmayan bir ikili gerçek olarak konumlandırılması. Ülkemizdeki kabul edilemez boyutlara çoktan gelmiş olan toplumsal ve siyasal kutuplaşmayı laik ve İslamcı dünya görüşü arasındaki çekişmenin tarihsel oluşuyla, kaçınılmazlığı ve sürekliliği üzerinden açıklayanlar, açık ya da gizli olarak inanç alanının epistemolojik statüsünü basitçe "rasyonel dışı" bulmaktalar. Bunun siyasal alanda ifade edilmesini bu nedenle yanlış buluyorlar. Kamufleye çalışılsa da çıkış noktaları aslında bu. Bu muhakemeye yönelik olarak, Habermas-Papa buluşmasından esinlenerek benim çıkarsamam şu: Seküler bir devlet, tüm vatandaşlarına inanç özgürlüğünü sunarken inançlı vatandaşların dinsel bir talebi seküler bir dille kamusal tartışmaya sunma hakkına saygı gösterir.

Bir adım ötesi: Seküler vatandaşlar da, dinsel çıkışlı söylemleri seküler bir dille tartışırken, tek tek dinlerden daha evrensel bir dünya görüşü olarak sekülerleşmeye de katkıda bulunurlar. Dolayısıyla, ülkedeki çatışmanın ve kutuplaşmanın içeriği ve vardığı boyutlar ne doğaldır, ne tarihsel süreklilikle açıklanabilir, ne de kaçınılmazdır. Bir iktidar savaşıdır, evet, ama inancın statüsünü aşağılamaya dönüşen siyasal bir savaştır da.

Bu savaş niçin "normal" değil? Çünkü din ve siyasetin ayrıştırılması dinsel geleneğin içeriğini gözden geçirmekle, yani dinî muhtevaya eğilerek neyin doğru neyin yanlış olduğunu tespit etmekle ilgili olmayıp, dinsel inançların da işin içine girdiği "kişilik onuruna" ve "yaşam biçimi seçimine" duyulması gereken saygıdan kaynaklanır. Laik devletin laiklik adına hareket noktası budur. Bu tespitin Türkiye için şöyle bir iması olduğunu düşünüyorum: Cumhuriyet laikliği, dinin içeriğine, doğasına ve kapsamına dair belirli bir "anlayış-ilgi-bilgi"den özerk hareket eden bir praxis olmak yerine, tam tersine, içeriğe ilişkin tarafsızlık yerine rahatsızlığı sürekli olarak gündemde tutarak dinsel ve siyasal alanı ayrıştıran bir söylem ve pratiği içere geldi. Bu perspektif ve tavır, siyasal yaşamımızın en önemli yoksunluklarından, zaafiyet noktalarından birisidir.

MÜZİK KULAĞI GEREKLİ

Liberal anayasal devletin seküler "meşruluk" ihtiyacının dinî ve metafizik geleneklerden bağımsız demokratik prosedürlerden karşılandığını hatırlatan Habermas'ın klasik argümanlarını tekrar etmeye gerek yok. Papa ile çarpıcı bir biçimde uzlaştığı ve bizim coğrafya için fevkalade önem taşıyan nokta şu: Liberal bir siyasal kültür ve onun laiklik anlayışı, dine dair "müzik kulağı" olmayan vatandaşlarından, inanç ve pozitivist bilgi arasındaki ilişkiyi özeleştiri yaparak tekrar gözden geçirmeleri talebinde bulunur.

Sivil-asker laik bloğun kaba ve dar ön kabullerden çıkmalarının sağlayacak bir müzik kulağını kazanabilmeleri ve bu sorunu "yeniden düşünmeleri" mümkün mü?

AKP'ye dönüyorum: Müziğe duyarlı bir kulağı geliştirebilmeleri için Kürtçe yayın gibi isabetli nokta atışlarının yanı sıra düşünen/yaratıcı kadrolardan süzülen tutarlı ve ısrarlı cephe atışlarına geçebilir mi? Bunu sağlayacak en temel gelişme "yeni" aktörlerin, yeni bir iç ortamın ve uluslararası bağlamın (Obama faktörü gibi) oluşması.

DİN VE SİYASET: ETKİLEŞİM VE BAŞKALAŞIM

Liberal demokratik devletin kendi kendini stabilize edebilme sürecine (yani dinsel ve metafizik meşruluk yerine Anayasal ilkelerin meşrulaştırıcı dinamiğine dayanmasına) bazı tehditlerin oluştuğu bugünkü modern koşullarda, seküler olanla dinsel olanın, modern vatandaş ile dinî cemaat üyesinin ilişkisi ne olmalı? Habermas'ın ve Papa'nın saptadığı tehditler globalleşmenin siyasal kontrol tanımayan dinamikleri ile ilgili: Piyasalar demokratik siyasetten kopar ve iktisadi alanda müthiş bir depolitizasyon yaşanırken, medya ile siyaset ilişkisi değişmekte ve popüler kültürün atağa geçmesiyle toplumların demokratik bağı gevşemekte, tartışmalar kamusal alandan kaçırılmakta, bu alan küçülmekte. Siyasal komünikasyon ve katılım yoluyla "ortak iyiye" yönelik faaliyetleri motive eden "erdemli" dil gevşemekte.

Bu bakış açısı demokratik bir düzenin meşruluk temelinin değiştiğini göstermez elbette. Şunu gösterir: Din olgusu giderek sekülerleşen ve değişim geçiren bir siyasal çevrenin içinde gelişirken, dinsel ve seküler içerik ve biçim karşılıklı etkileşerek başkalaşmakta. Dolayısıyla, Habermas-Papa ikilisinin sürekli vurgu yaptıkları bir diğer ortak noktaya varıyoruz: Din ve seküler zihniyet zıtlık değil karşılıklı etkileşim ve değişim içinde yaşamak durumundadır. Asıl kaçınılmaz, normal ve doğal olan bu basit gerçekten ibaret.