Hani çocukluğumuzdan anımsadığımız bu nağmeler işte... Deli deli kulakları küpeli.. Yani, sanki küpesi olmak olağan değilmiş, kulaklarına küpe takınca deli oluvermiş gibi anlamsız bir anlam!...
Ama gelin görün ki, 21’inci yüzyılımızın ilk yıllarında, Avrupa’nın kapısını tokmakla çalan Türkiye’mizin başşehri Ankara’nın, Esenboğa Hava Limanı’nda, görevli polis memuru: “deli deli kulakları küpeli...”
Efendim, oğlum Sinan’a, doğduğunda “Sinan” adını vermemizin tek nedeni, büyüdüğü zaman, yurt dışına çıktığında, adının anlamı sorulursa eğer, usta Osmanlı Mimarı “Mimar Sinan”ın anılması ve konunun dönüp dolaşıp Türkiye’ye getirilmesi içindi..
Sinan pek büyüyemeden, 5 yaşındayken Fransa’ya gelip yerleşmek durumda kaldı ve 7 yıl süreyle de ülkesine, doğduğu toprağa gidemedi.. Sonunda bu yaz, geçtiğimiz ay gelebildi ve bir ay süreyle |
de, sevinçle yaşadı İstanbul ve Ankara’da.
Oradaki çocukların da, aynı buradakiler gibi metal müzikle ilgilendiklerini, rock dinlediklerini, sambayı ve reagge’yi sevdiklerini, rap müzik dinlemekte olduklarını görüp, anlayıp, gelmiş olduğu toprağın aslında çok farklı bir alan ve anlayış olmadığını öğrendi. Değişiklik, dedesinden öğrendiği ve süratle de “mars etmeyi” becerdiği tavla oyunuydu, onun dışında pek farklı olan birşey yok gibiydi... Taa ki sınır kapısından çıkana kadar..
Onbir yaşında, buluğ çağının başındaki bu genç adam, sırtında sırt çantası ve müzik dinlemekte olduğu kulaklıkları, uzamaya başlayan saçları ve kulağındaki iki-üç küpesi ile, mutlu tatilini bitirmiş ve artık gizli gizli de olsa özlemeye başladığı evine, Nice’e dönmek üzere Esenboğa Hava Limanı’na, annesi ile birlikte gelmiş. Ama büyümenin işareti olsun diye kendi pasaportu ve bileti elinde, polisten geçerken... “Deli deli kulakları küpeli...”
“Hiç yakışıyor mu, senin gibi bir Türk evlâdına böyle uzun saçlar ve delik kulaklara takılmış küpeler, sen homoseksüel mi olmak istiyorsun yoksa?” diye çıkışan sınır polisini biraz şaşkınlık ve biraz da hoşgörü ile dinleyip geçmiş sınırdan bizim Sinan...
Bana, eve dönüp bu olayı anlatmaya başladığı zaman, bir aylık tatilin boşa gittiğini anladım, çünkü anlatırken “Boş ver, Türkler böyle işte, onların daha modern olması ve dünyayı kavramaları için zaman lâzım, geri kalmışlar n’apalım!” diyordu. Bunları bana söyleyen, onbir yaşındaki oğlum, yani doğduğu İstanbul’u, ailesinin bir bölümünün yaşamakta olduğu Ankara’yı görmesi, tanıması ve anlaması için, zorluklara katlanıp tatile göndermiş olduğum oğlum. Son seyahatinde, Anıtkabir’i gezip, Mustafa Kemal’i öğrenen, Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ni gezip geldiğimiz kültürü anlayan oğlum..
“Gelecek yaz da gidersin, Topkapı Müzesini falan gezip Osmanlı’yı anlarsın hiç olamazsa, hem de tavlanı ilerletirsin” dediğim zaman, “boşveeeer, seneye bir başka ülkeyi tanımaya giderim, eğer olanak olursa, yoksa burada otururum, arkadaşlarım da var nasılsa” dedi. Kırgınlığının nedenini sorup üzerine gittim! “Bak...” dedi, “benim saçma eleştiriler ile kaybedecek zamanım yok, benim öğrenme yaşım, eleştirilme yaşım değil!” Bir yandan oğlumun büyümekte olduğunu izlerken, yanıtlarındaki tutarlılıklara sevinirken, bir yandan da Türkiye’deki bu saçmalıkların, bu davranış bozukluğunun
nasıl önlenebileceğini düşünmeye başladım.
Sınırda pasaport kontrol emekle yükümlü bir polis memuru kim oluyor da çoluğun çocuğun görüntüsü ile, onun Türklüğünü ya da cinsel kimliğini sorguluyor. Bu ne aşağılık ve sorumsuz bir davranıştır böyle? Hiç kimse bu insanlara görevlerinin dışında iş yapmamaları gerektiğini öğretmiyor mu?
Siz daha uğraşın, yurt dışında lobi yapacak Türkleri örgütlemek için!.. Çok işiniz var çoook....
Önce kafaları değiştirmek gerekli, çağdaş düşünceyi, insana saygıyı, insan hak ve özgürlüklerini ders haline getirip herkese yeniden öğretmeliyiz, sonra belki yürümeye başlarız..