Soru: Amerika Birleşik Devletleri’nin stratejisi içinde Türkiye’nin yeri nedir? Bu stratejiye göre Türkiye’nin geleceği ne olabilir? 11 Eylül’ün etkileri ne olabilir?
Chomsky: Son elli yıl boyunca, kabaca, Türkiye Amerika Birleşik Devletleri’nin stratejisinde ikili bir rol oynuyordu. Birincisi, Sovyetler Birliği’nin kuşatılması idi, ama daha önemlisi Orta Doğu’nun petrol kaynaklarının kuşatılmasıydı. Amerika Birleşik Devletleri’nin Orta Doğu’nun petrol kaynaklarını kontrol etmek için çizdiği bir çerçeve vardı ve bu kısmen İngilizlerden geri alınmıştı, daha önce onların kontrolündeydi. İngilizlerin başlangıçta yaptıkları sadece güce dayanmaktı ama daha sonra İngiltere’nin bütün bölgeyi sadece güce dayanarak kontrol etme kapasitesi kalmamıştı. Dolayısıyla İngiltere’nin kendi arşivinden öğrendiğimize göre bir “Arap cephesi”, yani görünümde, ön tarafta bir cephe oluşturmak söz konusuydu. Burada zayıf devletlerin İngilizlerin talimatını izlemesi söz konusuydu ama görünürde bunlar bağımsız olacaktı. Yani bir evin cephesi gibiydi bu rejimler, arkada İngiltere işleri yönetiyor olacaktı. İkinci Dünya Savaşından sonra Amerika bu düzeni devraldı ama orta ölçekte. Amerika, Nixon yönetiminin “yerel polisler” adını verdiği bir sistem kurdu. Esas karargah Washington’daydı ama diğerleri bölgede polislik yapacaktı. Bunlar Arap olmayan ülkelerdi, Orta Doğu’nun çevresini oluşturuyorlardı, tabii Arap cephesi bildiğiniz gibi Suudi Arabistan ve diğer şeyhliklerdi ama bölgenin polisleri Türkiye, Şah dönemi İran’ı, 1967 sonrası İsrail’i ve bir dönem boyunca da Pakistan’dı. Bunlar bölgedeki polislerdi. Türkiye bunların arasında her zaman en önemlisi olmuştur çünkü askeri bakımdan en güçlüdür. Dolayısıyla Amerika Birleşik Devletleri açısından sistemin dışına çıkmaya çalışan herhangi bir ülkeyi tehdit edecek bir üstür Türkiye. Bu yüzden Türkiye 1950’lerden itibaren Amerika Birleşik Devletleri’nden büyük ölçüde silah almıştır. Ancak 1981’de bir değişim oldu, Amerika Birleşik Devletleri’nin Türkiye’ye silah sevkiyatı birdenbire çok büyüdü. Aslında bunun Orta Doğu’yla hiçbir ilgisi yoktu, soğuk savaşla hiçbir ilgisi yoktu. Bütün sorun, Türkiye’nin güneydoğusunda başlamış olan kontr-gerilla savaşıydı. 1980’li yıllarda sevkiyat çok yüksekti, 1990’lı yıllarda kırım yükseldikçe daha da yükseldi. Tekbaşına 1997 yılında Amerika’nın Türkiye’ye sevkiyatı, 1950-1984 arasındaki silah sevkiyatının tamamını aştı, Tabii ki siz burada bunun nedenini biliyorsunuz. Ondan sonra bu azaldı çünkü isyan bastırıldı ve Türkiye Kolombiya’nın arkasında ikinci sıraya düştü.
11 Eylül sonrasındaki duruma gelince, bu aşağı yukarı aynı ama bazı değişiklikler olabilir. Bazı planlar ve burada siz de bunları okumuş olabilirsiniz, Amerika’da tartışılıyor bunlar. Bir düşünce var en azından, plan var mı bilmiyoruz. Bu düşünceye göre Irak’a saldırılacak. Bunun nedenleri var elbette. Irak, Suudi Arabistan’dan sonra dünyadaki en büyük petrol rezervlerine sahip. Ve tabii ki Amerika Birleşik Devletleri Rusya’nın, Fransa’nın ve diğer düşmanların buna kendinden önce ulaşmasına engel olacaktır. Dolayısıyla Amerika bunu devralmak istiyor. Bunun bir yolu da Türkiye’yi bir paralı asker ordusu gibi kullanmak, böylece Kuzey Irak’ı fethetmek, bunun karşılığında Türkiye’ye uzun vadeli amaçları açısından Musul ve Kerkük’teki zengin petrol yatakları olanağından faydalanma hakkı tanımak. Gerisi tabii ki Amerika’ya kalacak. Bunun adı da terörizme karşı savunma savaşı olacak. Bunun gerçekten uygulanıp uygulanmayacağı bir başka sorun, çünkü çok riskli bir plan bu. Ama bu konuda birtakım düşünceler ileri sürülüyor. Tabii Türkiye’nin bu işe girip girmeyeceği, Türklerin karar vereceği bir şey. Bunun dışında, sanıyorum Türkiye’nin işlevleri az çok aynı kalacak. Türkiye büyük efendiye sadık kaldığı ölçüde bölgedeki polis olarak işlev görecek, nükleer başlıklı ABD savaş uçaklarına üs olacak -Güneydoğu’ da bunlar da biliyorsunuz. Aynı zamanda İsrail-Türkiye ittifakı da bunun içinde ele alınmalı. İsrail şimdi, basının bildirdiğine göre, Türkiye’deki üsleri belki de İran’a karşı nükleer saldırıları için kullanmayı planlamaktadır. Ve bu, İsrail basınının söylediği bir şey bugünlerde. Bu da çok riskli bir operasyon Türkiye için. Ahlaki mülahazaları bir kenara bıraksak bile ...ama Türkiye’nin bu rolü oynaması bekleniyor. Türkiye bu rolü oynayacak mı oynamayacak mı, o tabii Türkiye’nin kendi seçimidir.
Soru: Demokrasiyle ilgili kitabınızda uluslararası şirketlerin buradaki darbe hareketlerine katılmalarından söz ediyordunuz. Türkiye’de benzer bir çokuluslu şirket durumu var, bir altın madeni var. Üçüncü dünya ülkelerinde bu tür şirketler ne şekilde davranıyor? Çok taraflı anlaşmalar bunları nasıl etkileyecek? Fikir verebilir misiniz?
Chomsky: Çokuluslu şirketler tabii ki tarihte çok eskilere uzanan bir geçmişe sahiptirler. Ancak modern çokuluslu şirketler, İkinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan bir olgudur ve bunlar da esas olarak Marshall Planı altında büyüyüp geliştiler. Marshall Planının amacı ve gerçekleştirdiği şey de Amerika Birleşik Devletleri şirketlerinin Avrupa’da yatırım yapması için fırsat yaratmaktı. Esas amaç buydu, bunda da başarılı oldu ve çokuluslu şirket olgusunun altında yatan budur. Esas olarak Birinci Dünya’ya yapılan bir doğrudan yatırımdır, yani zengin ülkelere. Ve ticaret akışı da bu yönde olmuştur. Dolayısıyla merkezi Amerika Birleşik Devletleri’nde bulunan çokuluslu şirketler Avrupa’ya yerleşti, Japonya da bu şekilde gelişti. Bu çok uluslu şirketlerin hedefleri de herhangi bir şirketinkinden farklı değildir: Karlılığı mümkün olduğu kadar azami hale getirmek. Dolayısıyla en kötü çalışma koşullarını sağlarsınız ve bu üretimi en az kısıtlayıcı koşulların olduğu yerlerde yaparsınız, kara para aklayabileceğiniz yerler seçersiniz, vergi kaçırabileceğiniz yerler seçersiniz. Bunlar her şirket gibidir, sadece uluslararası bir özellik taşırlar. Burada çok önemli bir etken de ayakta kalabilmek için devlete güvenmek zorunda olmalarıdır. Bundan birkaç yıl önce Fortune Dergisinin yayınladığı listedeki çokuluslu şirketlere baktığımızda ilk 100’e girenlerin ödenek için kendi devletlerine bel bağladıkları görülür. Ve bunların tamamen devlet ödenekleriyle de iflastan kurtuldukları ortaya çıkarıldı. Normal bir şey bu, özel şirketler ekonomisinde işler böyle yürüyor. Bu ekonomiler de %60-70 oranında uluslararası mübadelenin sınırlar ötesi işleyişi ile gerçekleşiyor bu ekonomiler. Bildiğiniz gibi, örneğin Meksika’da çok ucuz bir işgücü var, daha önce imal edilen parçalar burada monte ediliyor, sonra tekrar Amerika’ya geliyor ve makinelerin içine yerleştiriliyor, bunun adına da ticaret deniliyor. Ticaretle hiçbir ilgisi yok. Amerika Birleşik Devletleri ile Meksika arasındaki “ticaret” denilen şeyin üçte ikisi bu ilişkilere dayalıdır aslında. Yasal olarak da böyle davranmak zorundadırlar. Çokuluslu bir şirketin yöneticisi olarak yasal bir yükümlülüğünüz varsa o da ahlaki bir canavar olmaktır. Yani karı azami hale getireceksiniz, pazar payını azami hale getireceksiniz. Birisi için iyi bir şey yaparsanız bu bir suçtur ya da sadece halkla ilişkiler açısından kabul edilir bir şey olarak görülmesi mümkündür. Çünkü böyle bir şirketin başında bulunan kişilerin başlıca sorumluluğu budur.
İşte bu noktada doğrudan yatırımlarla ilgili farklı bir çok taraflı yatırım anlaşmasından söz edebiliriz. Bu, gizli bir şekilde OECD ülkeleri tarafından müzakere edildi, bunu yıllar boyunca gizlice yaptılar. “Gizli” kelimesi gülünç bir kelimedir çünkü halkın dışında herkes bunun farkındaydı aslında. Şirketler biliyordu, medya biliyordu, hükümetler biliyordu ve bu asla medyadan sızdırılmadı. Çok basit nedenlerle. Çünkü bildiğiniz gibi insanlar bundan haberdar olur olmaz küplere biniyorlar. Dolayısıyla burada gene böyle bir sözleşmenin gizlice geçirilmesi düşünülüyordu ama internetteki bazı sızmalar sayesinde son anda, OECD tam bunu onaylamak üzereyken sızdı. Kanada’da, Fransa’da bunu kendine iş edinen insanların eline geçti ve öylesine kuvvetli bir kamuoyu protestosu oluştu ki vazgeçmek zorunda kaldılar. İş dünyasına ait basında da bu bir felaket olarak algılandı. Dünya Ticaret Örgütü’nün müzakerelerini de kimse izleyemiyor bildiğiniz gibi bunlar çok karmaşık şeyler. Ancak burada amaç, yatırımcılara istedikleri gibi hareket etmeleri için en büyük olanakları sağlamak. Bu şekilde özetleyebiliriz. Tabii bunun gizlice yapılması lazım, çünkü dünyanın her yerinde halk buna karşı çıkar. Nerede bir kamuoyu araştırması yapılsa insanlar orada protestolarını dile getiriyorlar, böyle şeylerin yapılmadığı ülkelerde de insanlar sokaklara dökülüp protesto ediyorlar. Dolayısıyla medyayla ekonomistlerin, aydınların bir işbirliği söz konusudur. Yani herkes bir sessizlik kanununu uygular ki başkaları duymasın. Çünkü bu bilgi sızdığı anda iş biter.
Dolayısıyla bu olur mu olmaz mı, tabii halkın kendini ne kadar eğittiği ile ilgili bir konu. Ancak her şeyi kabahatini de çokuluslu şirketlerde bulamazsınız. Onların da öyle davranmaları gerek, doğaları gereği böyle davranıyorlar ve devlet gücüne de bel bağlamak zorundalar, ayakta kalmak için, vergi kaçırabilmek için. Bu ENRON skandalını izliyorsanız farkındasınızdır. Bunun önemsiz gibi görünen bir yanı ENRON’un hiç vergi vermek gibi bir külfete girmemesiydi. Dünyanın dört köşesine yayılmış bin kadar vergi cennetinde, insanların hiç kurcalamayacaklarını sandıkları yerlerde paralarını tutuyorlardı. Tabii bunlar aslında engellenebilir. Dünya Bankası Baş Ekonomisti Stiglitz’in belirttiğine göre bu tür uygulamalar derhal durdurulabilir, eğer zengin ülkeler bunu isterlerse. Ama istemiyorlar. Çünkü zenginlerin bu tür sosyal yükümlülükleri olmasını istemiyorlar. Eğer ENRON vergi ödemiyorsa, yoksul halk ödeyecek demektir, birileri ödeyecek çünkü. Eğer zenginler ödemiyorsa, zengin olmayanlar daha fazla ödeyecek demektir. Bu da doğal bir sonucu tabii çokuluslu şirketlerin, ve bu yüzden de vergi cennetleri varolmaya devam edecek. İnanılmaz şaşırtıcı ölçülerde de devam ediyor zaten.
Gerçekten çok kibar bir oturum başkanımız var. Hiç müdahale etmiyor bana. Son bir şeyle sözlerime son vermek istiyorum. 1990’lı yılların ortalarında, iş dünyasında olup bitenleri izleyenleriniz bilirler, yükselen piyasalar konusunda muazzam bir şevk vardı. Harika bir şey deniyordu bunun için. Tabii herkes de Latin Amerika’da yatırım yapmaya bakıyordu. Dediğim gibi Amerika Birleşik Devletleri son derece açık bir toplumdur, Bir şey öğrenmek istiyorsanız, hükümet belgelerinden bunu öğrenebilirsiniz. Ticaret Bakanlığı üç ayda bir birtakım veriler yayınlar, her konuda. Birkaç yıl boyunca bu raporları ben sürekli izledim. Bat yarımküresinde doğrudan yabancı yatırım dedikleri şeyi inceledim. Kanada bunun dışında tabii. Yükselen piyasalarla ilgili heyecan sürerken bu tür yabancı yatırımların %25’inin Bermuda’ya, %15’inin birtakım Karaip Adalarına ve %10’unun da Panama’ya gittiği ortaya çıktı. Bunlar çok ufak rakamlar değil. Bu doğrudan yabancı yatırımın %15iI, çok ılımlı bir şekilde söyleyecek olursak, vergi cennetlerine gidiyordu, daha az hayırhah bir dil kullanacak olursak da kara para aklayanların ceplerine gidiyordu. Dolayısıyla dünyanın neresine bakarsanız bakın çok benzer olgulara rastlarsınız.Ama bu çok doğal bir şey ve bu tür zengin şirketlere ödenek veren devletin bu konuda hiçbir şey yapmaması da doğaldır. Bütün bunların kamuoyuna bildirilmemesi de doğaldır. Gayet mantıklı bütün bunlar.
Soru: Uluslararası terörizmi tam olarak nasıl tanımlamak gerekir? Uluslararası terörizm ile bölücülük, ayrılıkçılık ya da ulusların kendi kaderini tayin hakkı gibi kavramlar arasında nasıl bir fark vardır?
Chomsky: Ben bu konuda muhafazakar bir yaklaşıma sahibim. Uluslararası terörizm ile ilgili olarak Amerika Birleşik Devletleri ordusunun el kitaplarında yazılanları olduğu gibi kabul ediyorum. Bence bu doğru. Ama sorun şu, bu tanımı kimse kullanamıyor çünkü cevap hep yanlış çıkacak sonunda. Çok açık cevaplar çıkacak tabii. En kötü uluslararası teröristler en güçlü devletlerdir. Zaten ne bekliyordunuz ki bu tanıma göre? Sonuç bu olduğuna göre de bu tanım kullanılamıyor. Dolayısıyla Birleşmiş Milletler’de her sene birtakım toplantılar yapılıyor, akademik seminerler düzenleniyor, uluslararası terörizmin tanımı konusunda uzun tartışmalar yapılıyor.
Soru: Peki, ayrılıkçı ya da ulusların kendi kaderini tayin hakkını talep eden hareketler için ne diyorsunuz, silahlı olarak?
Chomsky: Ben size biraz önce Birleşmiş Milletler’in bir kararını okudum. Silahlı mücadele eğer sömürgeci veya ırkçı rejimler altında veya yabancı işgal altında veriliyorsa o zaman bunu terörizm olarak kabul etmiyor. Bu da Amerika Birleşik Devletleri’nin dışında bütün dünyanın kabul ettiği bir tanım olmuştur. Ama burada silahlı mücadele başka bir şeydir. İster kişisel ilişkilerde ister uluslararası ilişkilerde olsun şiddeti savunan kişinin her zaman ispat yükü ile karşı karşıya olduğunu hatırlayalım. Çünkü şiddet çok ciddi bir şeydir ve dolayısıyla bu konuda ispat yükünü, şiddeti kullananın üstlenmesi gerekir. Ben bir pasifist değilim. Zaman zaman bu tür şeylere başvurulabilir, bunu tasavvur edebilir insan. Her zaman değil ama silahlı mücadeleyi haklı kılan bir neden varsa bunu ileri sürmeniz lazım. Bu konuda bir argüman, bir gerekçe bulmak çok zor bir şey. İspat yükü şiddeti savunandadır. Burada bırakalım meseleyi, genel bir formül yok burada çünkü, kişisel ilişkilerde de yok. Kişisel ilişkilerde şiddet bazen meşru olabilir. Diyelim ki ben mesela dört yaşındaki torunumla yürüyorum, çocuk birden sokağa fırlıyor, ben de kolundan tutup geri çekiyorum. Burada şiddet, güç kullanılıyor ama bu meşrudur. Ancak böyle durumlar istisnadır ve burada ispat yükü şiddeti kullananlara düşmektedir.
Soru: Amerika Birleşik Devletleri’ndeki mevcut durumu göz önünde bulundurursak Amerika’nın kendi özgürlüklerini tehdit ettiğini, askeri mahkemeler kurulduğunu vs. hesaba katarsak Amerika Birleşik Devletleri gelecekte özgür bir toplum olarak varlığını sürdürebilecek midir?
Chomsky: Her şeyden önce gelenek düşündüğünüz kadar soylu bir gelenek değil. Bu konuda çok güzel bir kitap var, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki özgürlük üzerine standart bir tarih kitabı. Yazarı Harry Kalvin, kitabın adı “A Worthy Tradition”, değerli gelenek anlamında ama kitap aslında bu geleneğe nasıl değer verilmediğini anlatıyor. Özellikle kriz dönemlerinde ifade özgürlüğünün çok çiğnendiğini söylüyor, 1960’lı yıllara kadar. 1960’lı yıllarda durum değişiyor, sivil haklar mücadelesi ve diğer halk mücadeleleri, Anayasa Mahkemesinin ilk defa, Türkiye’de varolan, İngiltere’de varolan ve hemen hemen bütün ülkelerde varolan türden yasaları ilga ediyor. Bu yasa “yıkıcı düşünceler” adıyla anılıyor, yani bundan anlaşılan, yazılan veya konuşulan sözle devleti yıkmaya yönelmek. Bu yasa Anayasa Mahkemesi tarafından 1964’te iptal ediliyor. Bu tabii ki sivil haklar mücadelesinin sonucunda gerçekleşiyor. Yıllar boyunca Amerika Birleşik Devletleri birçok bakımdan özgür bir ülke haline geldi ve kıyaslamalı olarak düşünecek olursak benzersiz bir ülke. Şimdiki terörizm karşıtı mevzuat Amerika’ya Türkiye’dekinin benzeri yasalar kazandırma çabasıdır aslında. Mesela “Yurtseverlik Yasası”nı düşünün, daha adından ne olduğunu anlıyor insan. Bu “Yurtseverlik Yasası”nı okuyun, size hemen çok tanıdık gelecek, çünkü Türkiye’nin zaten sahip olduğu yasalara benzer hükümler var orada. Hemen hemen aynı ruhla kaleme alınmış yasalar bunlar. Kullanılacak mı? Bu biraz Türkiye’deki duruma benziyor. Eğer halk bu yasaların uygulanmasına izin verirse o zaman uygulanacak demektir. Baskıyı sözle engelleyemezsiniz, özgürlüğü savunma iradesini gösterirseniz engellersiniz. Eğer bu iradeyi gösteremezseniz devlet terörüne tabisiniz demektir. Mesele bu. Başka cevap da yok buna verilebilecek. Ve askeri mahkemeler, Guantanamo üssü, bunlar Amerikan vatandaşları için değil. Tabii ki uluslararası hukukun tamamen ihlali söz konusu burada ama bunlar Amerika Birleşik Devletleri vatandaşları için öngörülmüş uygulamalar değil.
“Yurtseverlik Yasası”na gelince burada muhalefetin bastırılmasıyla ilgili hükümler Amerikan vatandaşları için. Amerika’da sivil özgürlüklerin savunulması geleneği çok yerleşti dolayısıyla hükümet bunu kolay kolay uygulayamayacak. Bush yönetimi, ülkeyi Türkiye’nin bir ikizi haline getirebilseydi çok memnun olurdu ama bence bunu yapamayacak. Türkiye’de de aslında mücadeleyle tam tersi bir gelişmenin olabileceğini umut etmek mümkün.
Soru: (Başkan özetleyerek okuyor) Ben 205 günlük bir ölüm orucundan sonra serbest bırakıldım. Şimdi tedavi görüyorum. Bedenimde kalıcı hasar oluştu ve benim durumumda olan yaklaşık 400 kişi var. Bu durumdan haberdar mısınız, bunun farkında mısınız?
Chomsky: Evet farkındayım. biliyorum. Bu konuyu okuyorum, izliyorum. Benim yakın bir arkadaşım da Türkiye’de bir tutukluydu. Bu arkadaşım da bir açlık grevine katılmıştı ve az kaldı ölüyordu. Ne kadar korkunç olduğunu o yüzden biliyorum. Bu sonuca yol açan durum korkunç bir durum. Evet, gayet iyi farkındayım. İnsan hakları raporlarında çok ciddi şekilde ele alınıyor bu durum. (Başkana) Acaba soruda sorulan başka bir şey var mıydı?
Başkan: Başka bir soru Chomsky’nin genellikle göz ardı edilen başka bir yönüyle ilgili. Dille ilgili. Daha insanca bir dünya için dilin dönüştürücü gücünü nasıl tanımlarsınız? Bu güç evrensel düzeyde nasıl bir gerçeklik haline gelebilir? Bu anlamda bir başka dönüştürücü güç olabilir mi?
Chomsky: Evet, bildiğiniz gibi dil ne yaparsanız o olur. Dili bilgilendirmek için kullanabilirsiniz, yanlış bilgilendirmek için kullanabilirsiniz, çok güzel şiirler yazmak için kullanabilirsiniz, kandırmak için kullanabilirsiniz, televizyonda abuk sabuk şeyler söylemek için kullanabilirsiniz. Mesela bir çekiç, bunu ev inşaatında da kullanabilirsiniz ama bir işkence aleti olarak da kullanabilirsiniz. Nötr bir şeydir. Dil de kendi başına dönüştürücü ya da yıkıcı değildir. Dil hakkında söyleyeceğim başka bir şey yok, dil var, o kadar. Yani yürüme yeteneğimiz gibi bir şey dil de. Her türlü amaç için kullanabiliriz bunu.
Soru: Hatırladığım kadarıyla askere gitmeyi reddetme konusunda bunun etkili bir anti-militarizm aracı olduğundan söz ettiniz. Sizce bu hala geçerli midir? Özellikle son derece gelişmiş savaş tekniklerinin olduğu dünyamızda?
Chomsky: Evet, gerçekten de 1960’lı yıllarda asker kaçaklarını destekliyordum. Ancak şunu da belirtmeliyim, askere alınmaya asla karşı çıkmadım ve bu yüzden de pek çok kişiyle tartışmam vardı. Eğer bir ordu olacaksa tabii ki asker de alınmalıdır. Ama eğer böyle bir şey olmazsa zaten bir paralı asker ordusu kurmak zorundasınız demektir ve Amerika Birleşik Devletleri de bunun farkına vardı. Böyle sömürgeci savaşları sürdürmek için bu tür ordular kullanılamazdı. Nitekim Vietnam savaşında ordunun yaptığı hata yurttaşlardan toplanmış bir orduyla savaşı sürdürmeye çalışmasıydı. Bunlar son derece caniyane savaşlardır, terörü ve cinayetleri halk içinde gerçekleştirmeniz gerekir, ve bunun için de profesyonel ordular gerekir. İşte bu nedenle her emperyalist güç profesyonel caniler kullanmıştır. Genellikle de yerel güçlerden yararlanmıştır bunu yapmak için. Yerel güçler genellikle oradaki halkı bastırmak için kullanılırlar, ülkenin bir tarafından alınıp başka bir tarafına taşınırlar ama genellikle bunlar kullanılırlar. Dolayısıyla İngiliz sömürgeciliği döneminde mesela, Londra’dan birtakım çocukları toplayıp Hindistan’da savaşa götürmek olmazdı zaten, dolayısıyla profesyonel orduları vardı. Amerika Birleşik Devletleri bu konuda bir hata yaptı ve kendi vatandaşlarından oluşan bir ordu yolladı. Ve bu ordu sapır sapır döküldü. İşte Vietnam savaşının sonucunun bu kadar hüsran verici olmasının nedeni ordunun dökülmesiydi. Çünkü sonuç olarak insanlar buna tahammül edemiyorlardı ve kendi subaylarına çeviriyorlardı silahlarını. Bu da büyük ölçüde yurt içindeki muhalefetten kaynaklanıyordu. Çünkü bu savaşa giden çocuklar, o gösterilere katılan çocuklardan çok farklı insanlar değildi. Gençlik kültüründe çok önemli bir değişime yol açtı bu. Bu gençler, “Ben savaşa gitmeyi reddediyorum” diyerek bir çözüm getirdiler.
Şimdi, askere alınma neden paralı asker ordusundan daha iyidir sorusuna gelelim. İşte bu nedenle. Eğer bir ordunuz olacaksa ve savaş olacaksa bu ordular yurttaşlardan kurulmalıdır ki yurttaşların bir tepki verme imkanı olsun. Hükümet de bunun farkına vardı ve bu uygulamaya son verdi. Ondan sonra da bir gönüllü ordusu kurdu. Ama kim gönüllü? Benim oğlum gönüllü olabilir mi? Yoo. Gönüllü olanlar tabii ki yoksullar ve başka seçeneği olmayanlar. Bunlar gönüllü olmayı kabul ediyorlar ve sonuç olarak da tabii bir anlamda bir paralı asker ordusu kurulmuş oluyor. Bu da çok kötü bir şey çünkü paralı asker orduları son derece tehlikelidir. Esas olarak bu askerler sırf bu iş için eğitilmiş caniler olarak yetiştirilmektedir. Aldıkları eğitim, tabi tutuldukları disiplin bunların zaten başka türlü olmalarına imkan tanımıyor.