5 Eylül 2006Taha Parla
Türkiye'deki üç başlı yürütme (Hükümet-cumhurbaşkanlığı-asker) yalnız fiili bir durum değil, aynı zamanda anayasal bir ucubedir. Kusurlu 1982 Anayasası'na göre, ki güya "parlamenter sistem"dir, yürütmenin birinci ve asli başı olması gereken hükümet, cumhurbaşkanı ile askeri bürokrasi arasında sıkışmış kalmıştır. Esas itibarı ile temsili bir makam olan Cumhurbaşkanlığı, ki bu bir "Başkanlık sistemi" değildir (öyle olmasını isteyenler çoktur, bu kadarı yetmezmiş gibi), yüksek/anormal yetki rezervleriyle donatılmıştır. (Ama her türlü yetkiyle de değil. Buna aşağıda geleceğiz.) Demokrasilerde anayasal organizasyon şemasında yürütmenin altında bulunması gereken yönetimin altında bulunması gereken birçok devlet dairesinden/şubesinden biri olması gereken askeriye, bizde sivil hükümete karar dikte eden -tekrar ediyorum yalnızca perde arkasında değil, anayasal olarak- imtiyazlı yetkili bir idari-siyasi organdır. Tam çeyrek yüzyıldır (1982'den 2007'ye) süren, ama tabii şeceresi kuruluş militarizmimize giden bu mimarlık hatasını, düzeltmeye niyetimiz olmadığı son haftalarda bir kez daha görüldü. Yeni Genelkurmay Başkanı, siyasi paparazzi medyanın alkış tufanı içinde ve bir öncekini aratacak biçimde, özlenen "sert çıkış"ını yaptı. 26 Ağustos'ta duygusal ve dilsel şiddet dolu ifadelerle, başkalarının iğrenç saldırılarından, bölücü ve irticai hayal ve rüyalarından, buna karşılık kendilerinin bunlara izin vermeyeceğinden vs. söz etti. Konuşmanın içeriğine girmeyeceğim, çünkü ancak bir başbakanın söyleme yetki ve görevi dahilinde olan konularda konuşabileceği vehmine kapılan bu devlet memurunun yetki tecavüzüne onay vermiş olma riskinden çekinirim. (Ayrıca, arkasına alır gibi yaptığı anayasanın 3. ve 4. maddeleri -lütfen okuyunuz- askere hiçbir "sorumluluk" vermiyor, askerin adı bile geçmiyor. Yine bir "kamu diplomasisi" retoriği ile karşı karşıyayız.) Demokrasi ilkeleri ve kuramı açısından mevcut kurumsal yetki aşımını pekiştiren bu kişisel yetki aşımı, bir başka vahim edayla perçinleniyor: Askerin "en büyük ödülü" tanımlanıyor ve "Bu ödülü hak edip etmediğim Türk ulusunun ve silah arkadaşlarımın takdirleridir" deniyor (abç). Yargı makamı ikidir: (1) Metafizik bir "ulus" (ve plebisiter bir şef) (2) "Silah arkadaşları" veya silahlı arkadaşlar. Arada tarih, hukuk, memuriyet, kurum, kendisini tayin eden sivil makamlar falan yok, sadece "ordu-millet" var. Bu zihniyet bizde hep vardı, ama uzun zamandır bu denli fütürsuz ve pervasız bir ifadesiyle karşılaşmamıştık. Dikkat edelim: Aşırı bir doz, geliyorum diyor.
İkinci sert Medya ağzıyla bir başka "sert çıkış" da devlet başkanından geldi. Yürütmenin helâl başı olan hükümeti ve başbakanı kenara iten, Amerikancasıyla "preempt" eden, yine yetki aşımı olarak değerlendirilmesi gereken ve asker çıkışlarıyla eşzamanlı bir çıkış. Lübnan'a asker gönderilmesine ilk bakışta karşı duran (doğru), ama ikinci bir bakışta ilkesel bir duruş olmadığı anlaşılan ("Asker eliyle yardım öngören, taleplerimiz doğrultusunda bir karar çıkarsa, o başka..." (abç)) bir pragmatik ulusal çıkarcılık muhasebeciliği. Burada da içerik tartışmasına girmiyorum. Sorunlu olan, yürütmenin "ikinci başı" olan Cumhurbaşkanının yürütmenin "birinci başı" olan Hükümetin iç-dış politikalarına çerçeve çizmek, ipotek koymak gibi bir görevi ve yetkisi olmadığı halde, buna kalkışmasıdır. Bu büyük girişime bir büyük yanıt Yasama Meclis'inin başkanından geldi. Sağı solu belli olmayan Meclis Başkanı bu sefer isabetli bir müdahalede bulunarak, "Türkiye'nin Birleşmiş Milletler Barış Gücü'ne asker göndermesi gerekiyorsa gereğini hükümet takdir edecektir... İkinci aşamada da talebini TBMM'ye iletecektir" dedi. Ve ekledi: "Prosedürü size tekrar hatırlatıyorum. Anayasa'nın 92. maddesi gereğince böyle bir durumda bir asker gönderme iznini hükümet, Meclis'ten talep edecektir. Bu aşamada sayın Cumhurbaşkanı'nın bir yetkisi ve sorumluluğu yoktur". Meclis Başkanı'nınki de tam ilkesel bir itiraz değil. İsabeti, bu kararı devletin hangi organlarının verebileceğine işaret etmesinde. Meclis'in onayını alarak birinci baş hükümet vermeli, ikinci baş cumhurbaşkanı değil diyor. Ekleyelim: Üçüncü baş asker de değil. (Ama galiba (2) ve (3) sureti haktan görünerek aslında "yaş işi" (1)'e yaptırmaya hazırlanıyorlar.) Nitekim 1982 Anayasası'nın 92. maddesi, Meclis Başkanı'nın hatırlattığı gibi, şöyledir: Milletlerarası hukukun meşru saydığı hallerde savaş hali ilanına ve Türkiye'nin taraf olduğu milletlerarası andlaşmaların veya milletlerarası nezaket kurallarının gerektirdiği haller dışında, Türk Silahlı Kuvvetlerinin yabancı ülkelere gönderilmesine veya yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye'de bulunmasına izin verme yetkisi Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Türkiye Büyük Millet Meclisi tatilde veya ara vermede iken ülkenin ani bir silahlı saldırıya uğraması ve bu sebeple silahlı kuvvet kullanılmasına derhal karar verilmesinin kaçınılmaz olması halinde Cumhurbaşkanı da, Türk Silahlı Kuvvetlerinin kullanılmasına karar verebilir. Hükümet nerede? 1982 Anayasası'nın "ünlü" 104. madde de (lütfen okuyunuz), Cumhurbaşkanı'nın geniş görev ve yetkileri arasında, b/7 fıkrası hariç (92/2'deki, yukarıda altını çizdiğimiz tek ve açık istisna halini teyid eden), herhangi bir uygun mesnet yoktur. ("Hukuk devleti"ni geçtik, "kanun devleti" bile ciddiye alınmıyor. Hem de, gözde deyişle, "devletin zirveleri" tarafından.) Denklemin şu ana kadar eksik bıraktığımız terimine gelirsek: Peki, hükümet bunun neresinde? (2) ve (3)'e kendini bu kadar ezdiren (1) nerede? (2) ve (3) sureti haktan görünüp davulu kendisine taşıtırken (1) hangi ilke ve yüksek siyaset uğruna hareket ediyor veya içeride hareketsiz dışarıda hareketli (askerin gönderileceği yer bile çoktan belirlenmişti galiba) oluyor? Amerika'ya yaranmak için mi? Amerika'nın orkestrasyonunda büyük sermayeye ve silahlı kuvvetlere yaranmak için mi? Tamamen bir danışıklı döğüş, bir "kamu diplomasisi" mizanseni mi var? Yoksa salt aciz mi? Hükümet, karar benimdir, asker göndermiyorum, dolayısıyla Meclise gitmiyorum, diyemez miydi? Yanlış kararı veriyorum, baskı altındayım ve asker göndereceğim, Meclis'ten izin istiyorum, ama bu, cumhurbaşkanının veya ordunun kararı değildir, de mi diyemezdi? Hiç değilse iç-siyasi itibarını korumuş olurdu. Şu durumda, başkalarının (da) istediği sevimsiz şeyin külfetini tek başına yüklenmiş olmadı mı?