Ahmet TulgarBirgün Gazetesi / 20 Ocak 2007Orası benim caddem. Halaskargazi caddesi. Hrant'in yattığı yer hani. O kaldırımdan sabah akşam yürürüm ben. Evim beş dakika mesafededir.
Onun şimdi yattığı yerin hemen yanındaki simithanede çay yudumlarım bazı sabahlar. Burası benim caddem yani. Şimdi ne olacak, peki? Ne yapacağım ben? Nasıl unuturum kardeşimin acısını? Ne kadar sürer?
Daha ne kadar köşesi, kaldırımı olacak, birikecek bu şehrin her geçtiğimde içimi yakan böyle?
Pascal'ın dediği çıktı işte nihayet, çıkmıştı belki de çoktan: "Bir şehirde uzun bir süre yaşamışsanız, artık o şehrin her köşesi bir acınızı tazeler"
Doğru. Hele bir de bu şehir güzelim İstanbul'sa. Hele bu şehirde 70'Ie-ri, 8o'leri, 90'Iarı ve 2000'Ieri yaşadıysanız. Yaşıyorsanız. Hala yaşıyorsanız. Hala aynı şeyleri. Aynı acıları. Aynı faşistlerle. Aynı şehirde.Burası benim şehrim. Umursamadan o faşisderi, unutmadan kardeşlerimizin acısını, yürümeye devam o halde. Burası benim şehrim çünkü.
Hrant'in şehri. Şehrimiz.
Tamam, şehrimiz de bu şehir, bu şehir bizim şehrimiz de, peki, ben bu şehrin bir başka caddesini ilkgençlik yıllarımızda birlikte yürüdüğümüz sınıf arkadaşlarım Rita'nın, Saro'nun, Vart'ın kırılmış kalbini nasıl tamir ederim, edebilirim bundan böyle? Nasıl eğmem başımı önlerinde? Nasıl yere bakmam? Nasıl hep bir şeyleri yine de ertelemiş, bir yerlerde yine de ihmalkar davranmış hissetmem kendimi?
Ne çok kalp kırdı, kalp kırmış, kalp kırıyor hala bu devlet bu topraklarda. Bu siyaset. Bu resmi ideoloji. Ne çok katil saldı sokaklara. Saldılar. Ne çok arkadaşın arasına girdi. Ne çok insanın başını önüne düşürdü utançtan. Ne çok arkadaşımızı kanlar içinde kaldırımlara düşürdü.
Bu gidişle, bu gidişlerle bir gün, kıra kıra kalbini kardeşlerimizin, bu toprakların diğer halklarının, ortak sahiplerinin, korkutup kaçıra kaçıra onları da sonunda, yalnızlığımızın, kendi yalnızlığımızın karanlığında, yan yana koyup terliklerimizi ideolojik deliliğimizin girdabının kıyısına, sa-yıklaya sayıklaya hep aynı şoven saplantıları, tehir edeceğiz kendimizi gelecekten, geleceğinden bir ülkenin. Müntehir bir toplum olacağız.
Hrant'ın ölümü bana, bize bugün, bu akşam acı kadar yalnızlık da hissetiriyor.
Bu akşam biraz daha yalnızım şehrimde.
Caddemde.
Bu akşam hepimiz biraz daha yalnızız.
Hrant yazdıkça bu ülkede, çıkıp da konuştukça televizyonlarda o kadar yalnız değildik, değil mi?
Sanki yalnız değildik. O kadar çok gidenine rağmen bu ülkenin.
Yalnız olmadığımız için korkmazdık o kadar Hrant yaşadıkça bu topraklarda. Hala yaşayabildikçe Hrant.
Onunla aynı kebapçıda karşılıklı karnımızı doyururduysak, faşistlerin gürültüsü de vız gelir tırıs giderdi. Aynı caddede yürüdükçe.
Musa Anter'in İstanbul'a gelişleri gibi kalabalık olurdu şehrimiz Hrant'a rastladıkça mesela Valikonağı caddesinde. Şimdi yattığı yerin 10 dakika ilerisinde.
Oysa ne kadar yalnızız şimdi bu akşam?
Şimdi oturup Tatyos Efendi'nin Kürdili Hicazkar Saz Semaisi'ni dinlesek de bir kenarda çay bardaklarında rakı, geçmiş ola.
Geçtiler, gittiler, gidiyorlar birer birer.
Ve biz Hrant da gittikten sonra bir gün, bu şehirde, bu ülkede, bu koca dünyada yalnızlığımıza çare bulamıyoruz.
Ne şarkıda ne rakıda.
Hrant, bizi bir kardeş kaybının acısı, nerede olduğunu saptamakta zorlandığımız ihmalkarlıklarımızın utancı ve derin bir yalnızlığın dahşeti ile bırakıp gitti.
Aynı başkaları gibi.
Şimdi bu acı, bu utanç, bu dahşede, caddelerde, meydanlarda belki de daha sık bir araya gelip telafi ederiz gecikmelerimizi.