Radikal’in, 12 Eylül askeri darbesinin hemen ardından hazırlandığı anlaşılan Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği gizli yönetmeliğini yayımlaması, Türkiye’de rejimin demokratik niteliğini ve kamu yönetimi pratiklerini sorgulayan tartışmaların ete kemiğe bürünmesine çok anlamlı bir katkı sundu. Hukuksal ve diğer kısıtlarından hâlâ tam anlamıyla kurtulamadığımız “12 Eylül rejiminin” Türkiye’de sosyopolitik ve kültürel hayatın tüm veçhelerine nüfuz ederek onu belirler hale gelmesinde söz konusu yönetmelikle oluşturulan kurumsal yapının merkezi bir rolü olduğu açık. Toplumun bir yandan siyasal alanın dışına itilirken öte yandan da siyaset dışı aktörlerce belirlenmiş iç ve dış tehditler karşısında istenen her an seferber kılınmasına dayalı bir güvenlik ve olağanüstülük rejimidir bu. Ne var ki ülkenin hemen her sorununun derhal yaşamsal “ulusal güvenlik” alanına havale edildiği bu rejimin ve onun güvenlikleştirme uygulamalarının salt iç siyasal olaylarla sınırlı kaldığını düşünmenin bizi gene tüm resmi görmekten alıkoyacağı inancındayım. Bu nedenle bu yazıda öncelikle 12 Eylül düzeninin temel kurucu paradigmasına dönüşen güvenlikleştirme ideolojisini kısaca irdeledikten sonra, bazı somut sorular ışığında konunun Türk dış politikasını ilgilendiren yönlerinin de tartışılması gerekliliği üzerinde duracağım.
Güvenlikleştirme kavramı
İlk kez 1980’li yılların sonunda bir grup sosyal bilimcinin gündeme getirdiği ‘güvenlikleştirme’ (securitization) kavramı, siyasetin olanaklarıyla çözümlenebilecek sorunların özellikle devlet seçkinlerince var oluşsal güvenlik meselelerine dönüştürülmesi sürecini tanımlamak için kullanıldı. Buna göre herhangi bir sorun ulusun ve devletin güvenliğine ölümcül bir tehdit olarak kodlandığında (güvenlikleştirildiğinde) tehdidin ortadan kaldırılabilmesi için devlet seçkinlerinin siyasetin demokratik işleyişini belirleyen kurallarla sınırlanmaması gerektiği topluma duyurulmuş oluyordu.
Güvenlikleştirmenin başarıyla uygulanması “devletin varlığına ve ülkenin bölünmez bütünlüğüne” kastedildiği yargısının, kamusal alanda aykırı görüşleri tümden gayrimeşru kılacak sistemli bir retorikle yaygınlaştırılmasına bağlıdır. Burada önemli olan kimlerin ya da hangi sorunların öncelikli ve aciliyet kesbeden tehditler kategorisine sokulacağına güvenlikleştirici aktörün kendi öznel tehdit algılamaları, rejim anlayışı, devlet ve toplum tasavvuru ve ülke içi iktidar ilişkilerindeki konumu uyarınca gene salt kendisinin karar veriyor oluşudur. Dolayısıyla çoğunlukla meseleler gerçekten ve nesnel bir tehdit oluşturduklarından değil (Amerika’nın Irak istilasını hatırlayınız) iç siyasetteki iktidar ilişkileri ve toplumun devlete olan tâbiyetinin sürdürülmesi öyle gerektirdiğinden güvenlikleştirilir. Güvenlikleştirme, olgu ve sorunların siyasal tartışma ve katılım süreçlerinden yalıtılması anlamına geldiğinden, otoriter bir yönetim düzeninin kurumsallaşmasına ve toplumun bir siyasal özne olma vasfını kaybetmesine neden olur.
Bir güvenlik rejimi olarak 12 Eylül
Ahmet İnsel’in “12 Eylül rejimi” olarak adlandırdığı ‘siyasal’ düzen, ortaya koyduğu yasal ve anayasal düzenlemelerle öncelikle siyasetin toplumun kendisini ifade etme ve yönetime katılma aracı olması özelliğini aşındırdı. Gönülsüzce kurulmasına izin verilen siyasi partilerin kadınlar, gençlik ve sendikalar gibi geniş toplum kesimleriyle bağları koparıldı ve siyasal alanın meşruiyet sınırları görülmedik ölçüde daraltıldı. Devletin ve rejimin güvenliğiyle çeliştiğine inanılan her türlü siyasal hak ve özgürlüğün kısmen ya da tümüyle ortadan kaldırılabildiği ve topluma vaaz edilen meşruiyet sınırlarını aşan siyasi akımların illegal tehdit unsurları olarak damgalandığı bir yönetim anlayışı yerleşti. Siyasal merkezin devlet eliyle yeniden kurulduğu bu güvenlik rejimi, toplumu “merkezi kuşatan” potansiyel bir tehdit olarak algıladı ve “bu tehdide karşı kendisini savunurken” [*] yöntemlerinin demokratikliğini, meşruiyetini sorgulama gereği duymadı. Bu yapı içinde siyaset, çoğulcu ve toplumsal niteliğinden arındırılarak rejimin önceliklerine ve devletin güvenlik gereksinimlerine yanıt veren bürokratik etkinlikler toplamına indirgendi. Böylece Türkiye hemen her önemli iç ve dış siyasal meseleyi var oluşsal tehdit alanına taşıyan söylemsel ve temsili pratiklerin, siyasetlerin (psikolojik harekâtların) hayatımızın tüm alanlarını işgal edecek denli yaygınlaşmasına tanık oldu. Zamanla güvenliğin bizatihi siyasetin kendisini ikame eder hale geldiği bu yapı, MGK Genel Sekreterliği teşkilatının hem tüm ülke sathına yayılmış bir istihbarat kuruluşu hem de sosyopolitik, ekonomik, kültürel tüm etkinlik sahalarını denetleyen, yönlendiren bir gölge kabine ve yürütme organı gibi işlev görmesine uygun zemin hazırladı.
Güvenlikleştirme ve dış politika
Türkiye’de hele de bir kez “milli dava” ya da “devlet politikası” ilan edilmiş dış politika konularında siyasal otorite olarak hükümetlere önceden belirlenmiş programları uygulamaktan başka bir hareket olanağı tanınmadığını daha önce de yazmıştım. Dış politikayı ‘devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü’ korumak için dış düşmanlara karşı yaşamsal bir mücadeleler alanı olarak kodlayan gelenek yüzündendir ki ülkenin hemen tüm dış politik ilişkileri ve sorunları derhal bir tehdit ve güvenlikleştirme retoriğine hapsedilir. Örneğin Kıbrıs gibi her şeyden önce Türkiye’nin güvenlik endişeleri bağlamında ele alınması gerektiğinin baştan veri olarak kabul edildiği konularda devletin güvenlik merkezli siyasetiyle örtüşmeyen taleplerin dile getirilmesi asla hoş karşılanmaz. Dış tehditlerin ve bunlarla mücadele yollarının saptanması ‘teknik bilgi’, deneyim ve uzmanlaşma gerektirdiğinden tüm bunlardan bîhaber olan toplumun ve onun seçilmiş temsilcilerinin bu tür ‘hayati’ konularda söz söylemeleri, tavır belirlemeleri düşünülemez.
İsmet Berkan 29 Ağustos Cuma günkü yazısında Uğur Mumcu, Bahriye Üçok gibi Kemalizme ve özellikle laikliğe yaptıkları vurguyla bilinen aydınların öldürülmesi gibi olayların topluma karşı yürütülen psikolojik harekâtın bir parçası olup olmadığını sormuştu. Buna benzer soruların dış politika alanına da taşınması Türkiye’de güvenlikleştirme ideolojisinin ne boyutlara ulaştığının bilinmesi açısından elzemdir. Eğer Adnan Keskin’in Radikal’de yazdığı gibi “gizli MGK Genel Sekreterliği yönetmeliği derin devleti yaratmada toplumun her durumda, her türlü psikolojik bombardımana tabi tutulduğunu, toplumsal siyasal yaşamın hemen hiçbir alanının boş bırakılmadığını” ortaya koyuyorsa, toplumun “milli ülküler ve hedefler doğrultusunda yönlendirilmesinde” milliyetçi retoriğe son derece açık olan dış politik meselelerden yararlanılmadığını düşünmek oldukça zor. Nitekim Radikal’in yayımladığı belgeye göre MGK’nın üç ana hizmet biriminin görevleri arasında “iç ve dış tehditlerde gerçekleşen değişikliklerin saptanması” da zikredilmekte ve bu ana hizmet birimlerinden en önemlisi olan Toplumla İlişkiler Başkanlığı’nın sorumluluk alanına “Türk toplumunun Atatürkçü düşünce, Atatürk ilke ve inkılapları, milli ülkü ve değerler etrafında birleşerek milli hedeflere yönlendirilmesinde gereken milli birlik ve bütünlüğü sağlayıcı her türlü psikolojik tedbirlerin alınması, yurt içi ve dışında bu hususlara karşı oluşan tehdidin bertaraf edilmesi veya etkisiz kılınmasında gerekli olan psikolojik harekât hizmet ve faaliyetlerinin” planlanması, “ilgili bakanlık, kamu ve özel kurum ve kuruluşlarda bu konudaki uygulamaların” koordine, takip ve kontrol edilmesi de dahil edilmekte. Ayrıca yönetmelikle bu üç ana hizmet biriminden biri olan Milli Güvenlik Siyaseti Başkanlığına bağlı bir “Dış Siyaset Müşavirliği” ve Toplumla İlişkiler Başkanlığı’nın psikolojik harekâtları yürütmek üzere kurulan birimlerinden İnceleme ve Araştırma Grup Başkanlığının altında bir “Yurtdışı Araştırma Müşavirliği” ile Planlama ve Yönlendirme Grup Başkanlığı altında “Yurtdışı Yönlendirme Müşavirliği” kurulması hükme bağlanmakta.
Öyleyse Türkiye’de rejime muhalif hemen her siyasal akımın, hükümetlerin beğenmediği siyasi eylemlerin mutlaka ülkeyi bölmek isteyen dış odaklarla bağlantılandırılması geleneğinin sürdürülmesinde bu psikolojik harekâtların rolü nedir, diye insan sormadan edemiyor. Ülkemizin her an onu bölmek, parçalamak için pusuda duran, bir zayıf anını kollayan komşularca çevrili olduğu yanılsamasını onlarca yıldır diri tutmak için bu psikolojik harekât stratejilerinden yararlanılmış mıdır? Yine örneğin 1996’da Türkiye’yle Yunanistan arasında Kardak (İmia) kayalığı dolayısıyla gerilim hızla tırmanırken bir grup gazetecinin sakinleri keçiler olan bu kayalığa kahramanca çıkarma yaparak Türk bayrağı dikmek suretiyle milli onur gösterisinde bulunmalarının bu yönlendirme harekâtlarıyla bir ilgisi var mıdır? Özellikle kapsamlı Avrupa Birliği uyum paketlerinin mecliste her görüşülüp kabul edilmesi sırasında siyasetçiler, köşe yazarları ve bazı paşalar tarafından Avrupa Birliğinin Türkiye’yi böleceğinin sürekli dile getirilmesi nasıl anlamlandırılabilir? Kıbrıs sorununu diğer tüm toplumsal ve tarihsel boyutlarından kopararak Türkiye’nin yaşamsal bir güvenlik ve “Türklüğün onur sorunu” haline getiren retoriğin yıllarca kafalarımıza kazınmasında ne gibi çabalar sarf edilmiştir?
Bu sorulara yenilerini eklemek hiç de zor değil. Ancak zor olan bu sorulara ilişkin somut yanıtlara ulaşmak ve Radikal’in gündeme getirdiği bu belge karşısındaki atalet sürdükçe bu zorluğun ve gizliliğin süreceği açık. Böyle bir durumda Türk insanının izlediği demeçlerin, okuduğu haberlerin hangisinin psikolojik harekâta dahil olup olmadığını dolayısıyla neye inanması, nasıl düşünmesi gerektiğini bilmesi imkansız. Bu ise daha uzun yıllar Türkiye’de hem devlet aygıtı üzerinde demokratik bir kamu denetiminin kurulmasını hem de toplumun gerçek bir siyasal özne haline gelmesini engelleyecektir.
Alper Kaliber, Bilkent Üniversitesi Siyaset Bilimi Araştırma Görevlisi
[*] Ahmet İnsel, “The AKP and Normalizing Democracy in Turkey”, The South Atlantic Quarterly 102:2/3, Bahar/Yaz 2003, s. 295.