Ümminoloci Sohbetleri (2005-2)
Bilenlerin Bilmediğini, Bilmeyenlerin Bildiğiyle Bir Buluşturabilsek…
Bilenlerle bilmeyenler bir değil elbette… Bilgili olmak güzel şey… Hele, bilmek istediklerini o işin uzmanlarından öğrenmek, onların bulunduğu bilim kurumlarında eğitim görmek… Sonra, daha da üst bilgilere yönelebilmek… Offf… Var olmanın en keyifli biçimi bu olsa gerek…
Ne var ki, bilgi tek başına yeterli değil galiba. (Yeterli olsaydı, o bilgi sayesinde ozon tabakasını delmez, hormonlu domatese mahkûm olmaz, anlamsız savaşların bilinçsiz piyonları haline gelmezdik…) Bilgi, eylemle (teori, pratikle; iman, amelle) birleşmeyince; ve böylece bilgi'nin içeriği hayatın pratiğinde yararlı üretimlerle somutlaşmayınca; tıpkı fazla kaçırılmış bir yemeğin sıkı bir yürüyüşle eritilmediğinde bedene ağırlık vermesi gibi, insana yük olur, sindirim sistemini bozar, hantallaştırır ve hatta aptallaştırır... (Bu yüzdendir belki; "bilmeyenlerin, bilenlerden daha mutlu olduğunu" düşünürüz bazen…)
Çok şey bildiği halde hayatı sıkıntıyla geçen insanlar var… Çok şey bilen insanlardan oluştuğu halde mutsuz, yoksul ve darmadağınık olmuş toplumlar var… Ve, çok şey bilenlerin yönettiği devletlerden oluştuğu halde, geleceği parlak görünmeyen, açlığın, haksızlığın ve çatışmanın kol gezdiği bir dünya bile var…
Bir de, bencileyin, ümmiler var; yani, kaliteli bilgileri kaliteli hocalardan alamadığı için sadece kulaktan dolma bilgilerle yetinmek zorunda kalanlar… Okur yazarlığımız, ancak bizi yönetenlerin buyruklarını okuyup ezberleyecek kadar… Neleri satın almamız gerektiğini reklamlardan; nasıl sevmemiz veya acı çekmemiz gerektiğini filmlerden, nasıl yaşamamız gerektiğini gazetelerdeki köşe yazarlarından öğreniriz… (Ne zaman "köşe yazarı" dense, aklıma hep "dört-köşe" deyimi gelir, nedendir acep?)
Nereden öğrendiğimiz belki önemli değil, çünkü asıl olan, öğrenmek. Ne var ki, o reklamları, gazeteleri ve filmleri üretenler de aslında ümmidirler… Belki çok pahalı ve kaliteli okullarda eğitim görmüştür çoğu; ama ne yazık ki, ("eğitim"i "eğip bükmek" sanan, yani aslında kendileri de ümmi olan parafosörlerin elinde büyüdükleri için) bilgilerini dünyanın ve insanlığın hayrına değil, sadece patronlarının ve kendilerinin çıkarlarına kullanırlar. "Bütün"ün bilgisini gözden kaçırıp, parça-pörçük üzerinde nice "master"lar yapmışlardır; ki bunların aslında "master-basyon" olduğunu anlamaları için uzun yıllar gerekir… (Tasavvuf terminolojisinde, parçanın bilgisini bilenlere âlim, bütünün bilgisini bilenlere ârif denir. Şeyyy… merak ettim birden: "hocaları âlim olan üniversite çok da; peki, ya hocaları ârif olan?..)
Dolayısıyla, bilgi ihtiyaçlarını bu tür kaynaklarla tatmin eden ümmi'ler, bir yandan "çok şey bildiklerini" zanneder, bir yandan da "Peki ama, bu kadar bilgiye rağmen niçin işler yolunda değil?" diye şaşkınca debelenirler.
Mevlâna Celaleddin-i Rumî'nin, tüm üniversite kapılarına yazılası bir sözü var: "Bilginlerin kötüsü, beylerin kapısında gezendir; beylerin hayırlısı da, bilginlerin kapısında gezen…"
Batı dünyası, şu meşhur 'aydınlanma'sını yaşarken, yazık ki, evrende bir tek Güneş olduğunu sanıyormuş. Çünkü, görebildiği –algılayabildiği– tek Güneş, o imiş. Batı aydınlanmasının bu zaafı, ürettiği bilime de yansımış: 'Beş duyu ile algılayabildiği' şeyleri ciddiye almış sadece. Beş duyu ile algılanabilen şeyin adı 'madde' olduğu için de, bilim yalnızca 'madde' ile ilgilenmiş. (Bu italik parantezler yorucu gelebilir; ama elimde değil, mırıldanmadan duramıyorum. Bir tanecik Nasreddin Hoca fıkrası anlatmazsam, şuracıkta çatlarım: Hoca, sokak fenerinin altında bir şeyler aranıp duruyor telaşla. "Ne arıyorsun?" diyor, komşusu. "Anahtarımı," diyor Hoca. "Nerede düşürdüğünü hatırlamaya çalış," diyor, komşu. "Samanlıkta düşürdüm," diyor Hoca. Komşu şaşırıyor: "Madem samanlıkta düşürdün, niye sokakta arıyorsun?" Hoca'nın yanıtı müthiş: "E, n'apiim birader, samanlık çok karanlık!.."
Batı Aydınlanmacılarının sapma noktası da, Hoca Nasreddin'inkinden farklı değil galiba: Sadece "aydınlıkta görebildikleri" ile ilgilenmek… ('Aydınlanma' ile "sokak aydınlatması' arasındaki fark, halâ anlaşılmadı. Hatta, aydınlanma deyince, kimilerinin aklına sadece 'ampul' geliyor…)
Böylece, madde, 'tek-doğru'yu arayan bilimlerin temelini oluşturmuş… Tek-doğru trenine bir kez bindin miydi, tek-doğru sandığın şeyin kölesi olursun, hiç farkına varmadan. Batı aydınlanması da, 'madde' kelimesi ile sınırlandırmış tüm bilimini –ve o bilimle biçimlenen kültürünü, yaşamını–... Gerçi, "madde evrenindeki diyalektik ilişkileri" bile fark edecek kadar 'zeki' imiş, hatta "her şeyin zıddıyla var olduğunu" bile keşfetmiş. Ama, maddenin öteki yüzü olan "mânâ"yı hep ihmal etmiş. Dedik ya; tek-doğru trenine binmiş bir kez…
Bilgiyi bile maddeleştirmiş bu yüzden… Ve her madde gibi, bilgi üzerinde de mülkiyet oluşturmuş. Hiç aklına gelmemiş ki; bir çiçek üzerinde mülkiyetini ilân edip, onu kendi bahçende tutabilirsin. Ama, çiçeğin kokusuna sahip olamazsın, o özgürdür, herkese ulaştırır kokusunu, kimseyi ayırt etmeden…
Batı aydınlanması tek-doğrusunu maddede araya dursun; Doğu dünyası ise, bir yandan "maddeyle saadet olmaz" şarkısını ezbere söyler, ama öte yandan ("ona her şey maddeyi hatırlatıyor" olduğu için) maddecilere imrenmekten kendini alamazmış. Ve sonunda nefsine hâkim olamayıp, madde sofrasına dalmak istemiş; ama mecburen, Batı'nın çatal-bıçağıyla … (Karga gibi yürümeye özenirken kendi yürüyüşünü unutan serçe misali…)
***
Madde ve mânâ kelimeleri, bilgi birikiminin tümü Batı aydınlanması (eşittir: kartezyen alt-yapı) üstüne kurulmuş olan benim gibi ümmilerin kulağında hep 'yanlış' çağrışımlar yapar. Birileri "maddiyat – maneviyat" diye konuştuğunda, hemen, "mistik, akıl-dışı, safsatacı" gibi önyargılar üşüşür zihnimize; ve pozitif bilimin aslan savunucuları olarak, kapımızı kapatıveririz. Oysa, mâneviyat da en az maddiyat kadar fizik alanındadır.. Hatta, madde fiziğinden daha bile kapsamlı bir fizik alanıdır mânâ... Madde dünyasını Newton fiziğiyle açıklayabilirsin; ama mânevi dünyayı anlaman için, mutlaka kuantum fiziğine başvurman gerekir… (Madde'nin parça bilgisine bilim, mânâ'nın parça bilgisine irfan derlermiş eskiden; ve bütün'ün madde/mânâ toplam bilgisine ise mârifet…)
Ümmi olduğum için, aslında, bu kulaktan dolma cümlelerin ne anlama geldiğini pek bilmiyorum, farkındasınız elbette. Anlayabilme gayretiyle, bazı örnekler vereyim kendime. (Başkaları için yazdığımızı düşünürüz hep; oysa insan aslında kendisi için, kendisini anlamak/anlatmak için yazar, konuşur, düşünür…)
- Köküyle, sapıyla, yaprağıyla bir çiçek, madde fiziğidir; kokusu ise, mânâ fiziği… (Esans, "öz" demekti, değil mi? Hatta, nane esansına "nane ruhu" demişiz, nasıl bir sezgiyle demişiz acaba? Madde fiziği "ruh" diye bişey tanımaz ki!..)
- Akciğerden gelen havanın gırtlakta titreşip ağızda biçim kazanmasıyla oluşan ses, madde fiziğidir; o sesin anlamlı sözlere dönüşmesindeki sistem ve süreçler ise mânâ fiziğinin alanına girer…
- Sevişmek, kartezyen nöro-fizyo-biyoloji (ve filmlerde gördüğümüz şekliyle, Newton mekaniği) ile açıklanabilir bir madde fiziğidir; sevmek ve bütünleşmek hissi ise, mânâ fiziği…
Bu örnekleri, bildiğimiz her "maddi varlık" için sürdürebiliriz. Ve sonra, "acı" gerçek çıkar ortaya: Madde ve mânâ, varlığın iki yüzüdür, ayrılamaz iki parçasıdır, tıpkı yin-yang gibi, "biri yoksa öteki de olamaz"dır (zavallı, kendisini "var" sansa bile)…
Bu gerçeği fark edemeyen bilimciler, dinlere sırt çevirip kendilerini etsiz kemiklere, düşüncesiz beyinlere, irfansız âlimlere dönüştürmüşler… Yine, bu gerçeği fark edemeyen dinciler, bilimlere sırt çevirip, kendilerini şekilci saplantılardan, iktidar ve egemenlik tutkusundan, (ve ne gariptir ki, dillerinden hiç düşürmedikleri o 'maneviyat' kelimesinin özünden uzaklaşarak) maneviyattan (sevgiden, merhametten, adaletten) mahrum kıldılar. Rab'ları defalarca "Kendini bilen âlemi anlar, âlemi bilen kendini anlar!" diye onları uyardığı halde, nefslerini 'kendi'leri sanıp, evrensel dinleri tek-doğrucu ideolojilere dönüştürdüler ve o ideolojiyle türettikleri şekillere tapındılar. (Putperestleri en büyük düşman sayarlarken, kendileri putperest oldular. Böyledir işte acı hakikat: İnsanın tek düşmanı kendisidir; 'öteki'nin aynasında 'kendisini görür de, hâlâ 'öteki' sanıp ona düşman olur…)
Batı'nın tek-doğrucu bilimi ile Doğu'nun tek-doğrucu ilmi, bu traji-komik hikâyelerini ilginç bir 'mutsuz-son'a vardırmışlar: Doğru 'tek' olunca, mülkiyeti beylere ait olur, mecburen. Böylece, bilginler de bey kapısına hizmetçi olmuş, mollalar da…
Ve belki bin yıldır, din ile bilim birbirine düşman, birbirini boğazlar, birbirini aşağılar ve inkâr eder hale gelmiş. Varlığın yin-yang bütünlüğü bozulmuş: Yin, yang'a düşman; insan, doğaya düşman; kadın, erkeğe düşman; inanan, inanmayana düşman; yöneten, yönetilene düşman; proleter, burjuvaya düşman; eski kuşak, yeni kuşağa düşman… Saymakla bitmez…
***
"Öteki"ni düşman sanmışsan bir kez; korku sarar içini. Korku, aklın anti-maddesidir, aklı yutar, etkisiz kılar. Akıl gidince, "öteki"nin ne dediğini anlamazsın. Belki "Dikkat et, arkanda uçurum var!" veya "N'olur bana yardım et!" diye seslenmektedir; ama korkudan duyamazsın ve "küfrettiğini, tehdit ettiğini" düşünürsün. Böyle başlar, sağırlar diyalogu… Ve dünya düzeni, birbirini anlamayan insanların, üstelik yine de "bir-arada yaşama içgüdüsüyle" akılsızca çırpınmaları sonunda, sentetik bir kaosa dönüşür.
Bu durumdan memnun olan tek bir topluluk vardır; egemenliklerini ancak insanları bölerek sürdürebileceklerini çok iyi bilen, beyler… Ve onların kapısında karnını doyuran, kendini 'âlim' zanneden tek-doğrucu ümmiler… Dünyanın her yerine yayılmışlardır, ifritler gibi. Birbirlerinden haberleri yok (ya da, birbirlerine rakip) sanılsalar bile, aslında hep iletişim ve işbirliği içindedirler. Ortak özellikleri "ben-merkezci" olmalarıdır; her birinin Ben'inden yayılan enerjiler birleşir, tıpkı atmosfere yayılan zehirli gazlar gibi, "ben-merkezci ittifakın toplam çekim gücünü" oluşturur. Temel felsefeleri "tüketme" sözcüğü üzerine kurulmuştur. Kendilerini ne kadar yapıcı, üretici sansalar da; hep tüketmeye, tükenmeye, ölüme hizmet ederler…
Bu yüzdendir ki, varlığını "düşmanlık ve korku" üzerine inşa etmiş tüm Ben-merkezciler, ister şu-ist veya bu-ist olsunlar, bilerek-bilmeyerek, aslında "hayatın ve evrenin selametine" karşı bir ilkesiz ittifak içindedirler. "Hayatına bir anlam katabilmek için krizler yaratan" umutsuzlar gibi, sürekli gerilim, çatışma ve savaş üretirler. Leşle beslenen bazı canlı türleri gibi, ölümden rant sağlarlar. (Önemle vurgulamam lazım: "Leşle beslenen türler" ifadesini, yalnızca "türün özelliğini tanımlamak"amacıyla kullandım; aşağılama içeren bir duygu boşaltımı olarak değil, kesinlikle. Her canlı türü, kendi doğasına –içgüdülerine, duygu ve zekâ düzeyine– uygun davranır. Bir sırtlanı, leş yediği için aşağılayamayız; aksine, ekolojik sisteme hizmet ettiği için, saygıya bile layıktır… Buradaki kritik nokta şu: İnsanı diğer canlılardan ayıran temel özellik, akıl sahibi olmasıdır. Bir sırtlan gibi davranmayı kendine layık görüyorsa, onu insan yapan bu özelliğini kullanmıyor demektir… Sn. Ioanna Kuçuradi'nin çok etkileyici ve uyandırıcı bir sözünü hatırladım şimdi: "İşkence, -genel kanaatin aksine-, işkence gören insanın onuruna zarar vermez, onu alçaltmaz. Tersine, işkence yapan, kendi onurunu zedelemekte, kendini alçaltmaktadır. Çünkü biz, yaptıklarımızdan sorumluyuz; başkalarının bize yaptıklarından değil. İnsanlarla ilişkilerimizde yapıp ettiklerimiz, aslında kendimizle olan etik ilişkimizin sonucudur." *
Sahip olmayı 'kimlik' sananların zihninde, sahip olduklarını yitirme korkusu (tüm korkular gibi) böyle bir karadeliktir işte; sadece aklı değil, sevgiyi, merhameti, ve bütün manevi değerleri iştahla yutar…
***
Peki, çaresi nedir bu akıl tutulmasının? Benim gibi bir ümminin bunu bilmesine imkân yok… Neyse ki, sorunlarla çözümlerin de aslında Yin-yang gibi iç içe olduğunu söyleyen ârifler var. Bu ariflerden biri şöyle demiş: "Derde derman arar idim… Meğer, derdim derman imiş…"
O halde, bir çaresi bulunabilir bu gidişi durdurmanın: Zıtları bir araya getirmek. Her görüşten, her dinden, her ideolojiden; ister ümmi, ister bilgin; fakat ben merkezciliğin ve tek doğruculuğun bir karadelik olduğunu anlayıp, kurtuluşu "Bütün-merkezci"likte arayan insanların bir-araya gelmesini sağlamak…
Tek-doğruları 'maddiyatın bilimi'yse; bilimin özgür aklın ürünü olduğunu ve o halde, önce bu aklın sahibi olan insanın –insanlığın– selameti için kullanılması gerektiğini hatırlayarak… Tek doğruları 'maneviyat ilmi' ve onun yaratıcısıysa; Tanrı'nın en temel buyruğunun "rahman ve rahim" kelimelerini içerdiğini hatırlayarak…
"Yıllanmış nefretlerden, büyük aşklar doğabileceği" yolundaki 'romantik' inanç, aslında "zıtların birliği" gibi kadim ve köklü bir bilginin yansımasıdır… Her bütünlük, iki zıt kutup içerir; zıtlar bir-araya gelmedikçe bütünlük gerçekleşemez. Her zıtlık, kendi tek-doğrusunu öteki ile birleştirmedikçe, bütünün doğrusuna ulaşılamaz…
Peki, yinlerle yanglar bu anlamsız ayrılığa son verip buluşmak için, hangi okula gitmeli, hangi profesöre talebe olmalı?..
Küresel bir "tevhid-i tedrisat" olmaksızın, bu soru cevapsız kalacak galiba… Kâinatın tüm seslerine ve titreşimlerine açık medyaların çoğalmasından başka umut var mı?..
*Tarih Vakfı, "Türkiye'de İnsan Hakları ve Sivil Toplum" Konferansları