Piyasada iş yapacaksanız risk alacaksınız demektir. “Hem risk almayayım, hem de kazanç sağlayayım” diye beklerseniz, ilkini başarırsınız. Mali piyasalar da bu riskin alınmasının yollarını çerçevesini oluşturur. Mali sistemin kurumları piyasa oyuncularının risk üstleneme iştahlarını tatmin edecek araçlar geliştiriyorlar. Mali piyasaların serbestleşmesi yolu açıldığından bu yana mali sistemin bu yaratıcı gücü çok daha belirginleşti. Tabii, bu arada geliştirilen araçlar da giderek daha karmaşıklaştı, öyle herkesin anlayıp kullanabileceği şeyler olmaktan çıktı.
Peki bu kabul edilebilir risk düzeyi nedir? Yaşamın hemen her alanında belirsizlik var ve insan bu alanlarda karar almak zorunda. Demek ki kişi her alanda kendine göre bir kabul edebileceği risk düzeyi belirleyecek. Bunun sonunda bazı alanlarda risk alıp girişimlerde bulunacak, diğer bazı alanlardan ise uzak duracak. Sonra da kişiliğine bağlı olarak “keşke” ile başlayan cümleler kurup dövünmek ile, “boş ver, kader işte”ye kadar uzanan bir yelpazede sonucu değerlendirecek.
Ancak bir başka sorun daha var. O da toplum yaşamının ayrılmaz bir özelliğinden kaynaklanıyor. Bir toplum kişiler ve kurumlar arasındaki karşılıklı ilişkiler üzerine kurulur. Bunun sonucu olarak bir kişi ya da kurumun aldığı risk, bu ilişkiler yoluyla bir başkasını da etkileyebilir. O da aynı derecede risk almaya razı ise sorun olmadığını düşünebiliriz. Ama almak istedikleri risk miktarı farklıysa? Örneğin ben sizin ölçünüzle fazla risk alıyorum. Ama siz de bazı işlerinizi benimle yürütmek zorundasınız. Bu durumda aldığım risk sizi de etkileyecek. Siz istemediğiniz halde, kabul edebileceğinizden fazla risk almış olacaksınız.
Risk ve denetleme mekanizması
Bankacılığı düşünelim. İnsanlar, tasarruflarını bankada mevduat biçiminde ya da devlet tahvili olarak tutabilirler. Diyelim ki, devlet tahvilinin riski de getirisi de düşük. Bu durumda bir kişi bankada mevduat hesabı açtırırken, alacağı riske ilişkin bir beklentisi vardır. Bankanın daha fazla risk alıp kendisinin yatırdığı parayı tehlikeye sokmayacağını düşündüğü zaman mevduat hesabını açar. Eğer böyle düşünmüyorsa gider devlet tahvili alır. Bankanın da kendisine göre bir kazanç hedefi ve kabul edebileceği risk düzeyi olacaktır. Peki bu risk düzeyi, mudininki (mevduat sahibi) ile uyuşmazsa ne olur? Fiilen olan, mudinin zannettiğinden daha çok risk almış olmasıdır. Çünkü, mudi bankanın işlemlerini izleyip, ne yaptığını, ne kadar risk aldığını bilecek durumda değildir. Mudi, bankanın aşırı risk aldığını ne zaman öğrenir? Bankanın başı derde girdiğinde.... Tabii o zaman da panikler. Sadece o bankaya değil, başka bankalara bile hücum başlayabilir. Bankacılık krizi de böyle olur.
Bu sorunun çözümü nedir? Yanıt belli: Bankanın mevduat kabul ederken ne kadar risk alacağını da belirtmesi. Böylece, mudi o risk düzeyini yüksek buluyorsa, ya o bankada hesap açmaz ya da mevduat dışı araçlara yönelir. Güzel de, bankacılığın bu karmakarışık işlemlerini, bunlardan doğacak riskleri, bir de üstüne sistemin işleyişinden kaynaklanan riskleri bir mudiye anlatmak olanaklı mı? Diyelim ki anlatıldı ve bir mucize oldu o kişi de anladı. Sonra bankanın söz verdiği risk düzeyine sadık kalarak hareket edip etmediğini kim saptayacak?
İşte bankacılığın, piyasanın serbest çalışmasına en çok önem veren ülkelerde bile sıkı bir denetim altında olmasının temel nedeni budur. Düzenleyici ve denetleyici yetke (ülkemizdeki BDDK) kendisini mudi yerine koymak ve bankaların onun kabul edebileceği riskin üzerinde risk almamalarını sağlamak durumundadır. Bu nedenle her ülkede bankacılık alanı düzenlenir ve bankalar sürekli denetime tabi tutulur.
Risk kabul edilebilir olmalı
Bu konuda şimdiki ABD merkezi bankasının başkanı olan Ben Bernanke’nin Mark Gertler* ile birlikte kaleme aldığı bu konuda çok önemli bir makalesi var. Bu makalede yazarlar, genelde, kendini mudi yerine koyan düzenleyici yetkenin bankaların alacağı riski kısıtlayıcı düzenleme yapacağını kanıtlıyorlar. Bunun sonucu olarak da bankaların açacağı kredi miktarı sınırlanmış oluyor. Bu da hem bankaların hoşuna gitmiyor (çünkü onlar daha fazla risk almaya razılar) hem de hükümetlerin. Çünkü bankalar daha az kredi verince, genelde, daha az yatırım ve daha az istihdam artışı sağlanır. Bunun da hükümetlerin işine gelmemesi doğal. İşte bu nedenle de bankacılığı düzenleme ve denetlemeden sorumlu yetkenin hükümetlerden bağımsız olması çok önem taşıyor. Çünkü hükümetler açısından bir çıkar çatışması sorunu söz konusu. Hükümetlerin büyümeyi artırmak, istihdam sağlamak için banka sisteminin sağlığını korumadan taviz verebilmesinden korkuluyor.
Bankacılıkta bu mekanizma çalıştığı ölçüde bankanın alacağı riskin, mudinin kabul edebileceğine yakın olması sağlanabiliyor.
Daha çok risk almak isteyenler
Bazı yatırımcılar ise daha çok kazanç sağlamak için daha yüksek riski üstlenmeye gönüllü oluyorlar. O zaman mali sistem onlara bu düzenlemelerden kurtulmayı sağlayacak başka kurumlar ve araçlar öneriyor. Mali piyasaların küreselleşmesi bu tür olanakların artmasını sağlıyor.
Bu işe hevesliler ve ellerindeki mali güç epeyce fazla. Sınır ötesi hareket eden sermaye (hisse senedi ve tahvil alan yabancılar, sınır ötesi verilen krediler ve yabancı doğrudan yatırım) hızla artıyor. IMF’nin Global Stability Report-April 2007 adlı raporuna göre, bu tür sermaye akımları 2005 yılında 6.4 trilyon dolara ulaşmış. Mevcut kurallar altında kazanç oranlarını pek de artıramayan kurumsal yatırımcılar “Hedge Found” olarak adlandırılan ve düzenlemesi olmayan mali kuruluşların büyümesine destek vermişler. Hedge Fund’lar 1990'da 30 milyar dolarlık fonu yönetiyorlarmış. 2005’de bu rakam 1.4 trilyon dolara ulaşmış. Bu tür hareketlerin büyük bir kısmı gelişmiş ülkeler (ABD, Avrupa ve Japonya) arasında. Ama kalanı bile mali sistemleri küçük olan gelişmekte olan ülkeleri epeyce sarsabiliyor. Çünkü, bu ülkelerin mali sistemlerinin boyutlarına göre büyük meblağlar bu piyasalara girip çıktıkça mali araçların fiyatları ve döviz kurlarında önemli dalgalanmalar oluyor. Bu da o toplumdaki herkesi, bu olup bitenlerle ilgili olsun olmasın, etkiliyor. Geçen hafta buna bir kez daha tanık olduk. Bunun son olmayacağını da biliyoruz. Bu olayla tek başımıza baş edemeyeceğimiz açık. Ama hiç olmazsa hastalandığımızda bunu ayakta geçirmek için bünyemizi nasıl güçlendirmemiz gerektiğini bulmaya çalışmamız gerekmiyor mu?
* Kaynak: Bernanke, Ben&Mark Gertler (1990): “Financial Fragility and Economic Performance”, Quarterly Journal of Economics, 105(1), 87-114