Bankacılık daha fazla sermaye gerektirecek

-
Aa
+
a
a
a

10 Şubat 2010Referans Gazetesi

Son iki yazımda Volcker Kuralı'ndan söz edip durdum. Haklı olarak "Bundan bize ne?" diye sorabilirsiniz. Gerçekten, Türkiye ABD'ye ne kadar benziyorsa, mali sistemimiz de ABD'ninkine o kadar yakın. Üstelik Volcker Kuralı'nın ABD'de, görülebilir gelecekte uygulanacağını da pek düşünen kimse yok. Görebildiğim kadarıyla mali kesimden ve senatörlerden gelen tepkiler "Volcker haklı ama umarız uygulamaya kalkışmazlar, çünkü..." biçiminde. Bu tepkiyi gerekçelendirmek için de bin dereden su getiren açıklamalar şimdiden yapılmaya başlandı bile. Volcker de herhalde, bunu öngördüğü için sempatik bir biçimde, "hayaletinin bu önlemleri almayanları gelip rahatsız edeceği" tehdidini savurmaya gerek duydu. ABD'de yönetim bu noktadan sonra mutlaka bir şeyler yapacak. Ama bunların radikal önlemler olacağı kuşkulu. Epeyce yumuşatılmış bir önlemler paketiyle düzene yama yapılması üzerinde bir uzlaşmanın ortaya çıkmasını beklemek daha gerçekçi görünüyor.
İşin bir de Avrupa ayağı var. Avrupa'da da bankacılıkta gözetim ve düzenleme konusunda, bütün gayretlere rağmen, ancak bir arpa boyu yol gidildiği görüşü hâkim. Fransa Cumhurbaşkanı Nicholas Sarkozy, 27 Ocak 2010'da Davos'ta yaptığı konuşmasının önemli bir kısmını mali kesimin sorunlarına ayırdı. Sarkozy, hem küresel mali sistemin hiç de iyi çalışmadığını vurguladı hem de düzenleme ve gözetim konusunda, ülkeler arasında sağlam bir uzlaşma zemini sağlanmasının "şart olduğunu" belirtti. Avrupa'nın diğer önde gelen ülkelerinde de siyasal düzeyde benzer rahatsızlıklar dile getirildi ve getirilmeye devam ediyor. Öte yandan, küresel mali sistemin sorunlarını ele alan en önemli kuruluş olan Basel Bankacılık Gözetimi Komitesi de 8-9 Aralık 2009'da yaptığı toplantıda küresel bankaların sermaye ve likiditesine ilişkin kuralları epeyce sıkılaştıran yeni kararlar aldı. Bunların tümüyle uygulanmaya geçme tarihi için konulan hedef ise 2012.
Bütün bunlar bir araya geldiğinde, küresel mali sistemin, kökten sarsılacak düzeyde olmasa bile, ciddi bir biçimde değişime uğrayacağı anlaşılıyor. Ama bu değişimin hızını kestirmek o kadar kolay değil. Her şeyden önce dünya ekonomisi kendisini toparlamadan kimse yapısal reform yapmaya cesaret edemez. Öte yandan hiçbir ülke, tek başına ortaya atılıp kendi bankacılık sisteminin rekabet gücünü, hiç olmazsa kısa dönemde, zedeleyebilecek kararları alamaz. Özetle, isteyenlerin kendilerini yeni koşullara uyarlayabilmeleri için biraz daha zaman var gibi görünüyor.
Peki bunların uygulamadaki en görünür sonucu ne olacak? Dünya bankacılığının en önde gelen isimlerinden birisi olan Josef Ackerman (Deutsche Bank Yönetim Kurulu Başkanı) her zamanki gibi kısa ve öz konuşmuş: "Bankacılığa çok daha fazla sermaye çekmek gerekiyor." Acaba bu sağlanabilecek mi? Bu soruya olumlu yanıt vermek pek kolay değil. Çünkü, sermayenin bankacılık kesimine gelmesi için getiri oranının, risk düzeltmesi yaptıktan sonra en az diğer kesimler kadar olması gerekir. Oysa bankacılıkta düzenlemelerin sıkılaştırılmasından söz ediliyor. Yani bankalar artık daha fazla ve daha sıkı kısıtlar altında çalışacaklar. Bu kısıtlar etkinse, yani bir işe yarıyorlarsa bankacılıkta kâr oranının, bunların olmadığı düzeyin altına düşmesi beklenir. O zaman akla şu soru geliyor: Bankacılıkta ne gibi bir değişim olacak da bu yeni kısıtlara rağmen kâr oranı düşmeyecek? Bankaların büyümesinden pek kimse memnun olmadığına göre bunun nedeni "ölçek ekonomisi" olamayacak. Geriye bankaların etkinliğini artıracak, teknolojik gelişme benzeri, gelişmeler kalıyor. Olabilir mi? Belki. Ama olursa, bu tür atılımlar bankacılığın en gelişmiş olduğu ülkelerde olacaktır. Peki tüm bu gelişmeler Türk bankacılığını nasıl etkileyecek? Bu sorunun yanıtını vermek o kadar kolay değil. Olumlu yanıt vermek daha da zor görünüyor. Ama bu konuyu gündeme almamız ve önümüzdeki dönemi iyi değerlendirmemiz gerekiyor.