11 Eylül sonrasında ABD’nin dünya sathında ‘terörizme karşı mücadele’ adıyla yürüttüğü savaşımı meşrulaştırmak için başvurduğu söylemle İsrail’in Filistin topraklarını işgal ve bu işgali izleyen eylemlerini haklı göstermeye dönük söylemleri arasında derin paralellikler bulunmaktadır. Tüm dünyayı ‘biz’ ve ‘onlar’ ikilemine sıkıştırmayı, düşünme ve algılama ufkunu bu kısır ikiliğin sınırlarına hapsetmeyi, medeniyetin ve özgürlüğün terörizm ve barbarlıkla giriştiği bu mücadelede üçüncü bir seçeneğin var olmadığını kitlelerin bilincine kazımayı amaçlayan bir söylemdir bu. Yaşam güvencesinden mahrum olunduğu korkusunun ve bir kriz duyarlılığının sürekli diri tutulduğu ve her vesileyle yeniden ve yeniden üretilen bir söylem. Kitlelere türlü araçlar ve temsiliyet biçimleriyle sürekli zerk edilen bu tehdit ve terör söylemiyle gerek ABD, gerek İsrail öteki dünya halklarıyla birlikte kendi kamuoylarını da eylemlerini sorgusuz sualsiz onaylayacak/ destekleyecek bir alarm ve teyakkuz halinde tutmayı ve bu arada olası muhalefeti de dilsizleştirip marjinalleştirmeyi amaçlamaktadırlar. Böylelikle devletin toplum üzerindeki tasarruf alanını alabildiğine genişleten, onu kendisine tümüyle tâbi kılarak eylemlerinin şuursuz takipçileri konumuna iten ve her türlü muhalefetin yasallığının ve meşruiyetinin sorgulanır hale geldiği bir siyasal düzene ulaşılmaktadır. Görünüşte demokrasi oyununun bütün kurallarıyla işlediği, oysa günlük yaşam pratiklerinden bireylerin tahayyül dünyalarına dek hemen her alana görünmez setlerin çekildiği, büyük basın tröstleriyle de desteklenen bir infial hali içinde otosansür mekanizmalarının kayıtsız bir sadakati kurumsallaştıracak biçimde harekete geçirildiği bir düzen bu. ‘Uygarlığı’, ‘insan hak ve özgürlüklerini’, iyi olan ne varsa onu temsil eden ‘biz’ ile, barbarlığı, terörizmi tüm olumlu değerlere ve Batı uygarlığının kazanımlarına saldırganlığı temsil eden ‘onlar’ arasındaki ayrımı pekiştiren sınırları, kendisinin savunma duvarları (Defence Wall), dikenli tel örgüleri addeden bir düzen.
Gerçekliğin kendisinden gerçek sayıldığı...
7 Ekim’de Afganistan bombardımanı başlarken ABD Başkanı George W. Bush, yaptığı açıklamada “bundan böyle tüm ulusların özgürlük ve terörizm arasında kaçınılmaz bir seçimle karşı karşıya olduğunu, ikiye bölünen dünyada tarafsız kalmanın mümkün olmadığını, kendilerinin (özgürlük savunucularının) yanında yerini almayanların bunun tüm sonuçlarına katlanacaklarını” bildiriyordu. Bu açıklama, tüm halklara yönelik bir gözdağı olmasının ötesinde dünya sathında yürürlüğe sokulan bir teröre karşı var olma ve özgürlüğü koruma mücadelesi simülasyonunun nesneler, görüntüler ve göstergeler evrenine fırlatılmış ilk simulakrları (imajlar, idoller) olması bakımından da çok anlamlıydı. Zira terörizm, teröristler ve maruz kalınan yaşamsal tehditle kurgulanan bir “hiper-gerçekliğin”, gerçekliğin kendisinden daha gerçek sayıldığı, dahası artık ne olduğu bilinemeyecek gerçeğin tarihin çöplüğüne itelendiği bir döneme giriliyordu. Simülasyonu gerçekte var olmayan bir şeyin, durumun tüm bileşenleriyle varmış gibi, fiili gerçekliğin tam da kendisiymiş gibi gösterilmesi olarak tanımlayan Jean Baudrillard’a göre içinde bulunduğumuz çağ, simülasyon kodlar, modeller ve sibernetik denetim sistemleriyle yönetilen “bir enformasyon ve göstergeler çağıdır.” Bu çağda toplumsal düzen simüle edilmiş modeller ve göstergeler aracılığıyla örgütlenir, denetlenir ve tüm bunların toplumsal hayat üzerinde kurdukları tahakkümle yeniden üretilir. Bu simülasyonlar toplumunda simüle edilmiş kodlar ve modeller “insan tecrübesinin” ve “toplumsal hayatın asli belirleyicisi” haline geldikçe “modelle gerçeklik arasındaki ayrım aşınır” ve zamanla simülasyonun gerçeğin kendisinden daha gerçek olduğu bir “hiper-gerçeklik” durumuna ulaşılır. Baudrillard’a göre sonraki aşamada bu hiper-gerçeklikle gündelik hayat arasındaki sınırlar silinir ve böylece “yalnızca simülasyon ve gerçeklik ayrımını yapmak gittikçe zorlaşmakla kalmayıp simülasyonun gerçekliği bizzat gerçeğin ölçütü haline gelir.”
“Batı modernitesinin çöldeki vahası”
Dünyanın en büyük dördüncü ordusu en gelişmiş Amerikan silah ve teçhizatlarıyla 29 Mart Cuma günü Ramallah’a ve Arafat’ın aylardır kuşatma altında tutulan karargahına saldırdığında Şaron ve yandaşları, bu işgalin amacının “Filistin’in terörist altyapısını çökertmek” olduğunu söylüyorlardı. İsrail Başbakanı bir gün sonra bölgedeki tüm terör eylemlerinden sorumlu tuttuğu Arafat’ı aynı zamanda “uygarlığın ve özgür dünyanın düşmanı” ilan ettiğinde artık iyice anlaşıldı ki 1945’ten beri ABD’nin yeryüzünün dört bir köşesinde (Küba, Vietnam, Kamboçya, Şili...) yürürlüğe koyduğu “diktatörlüğe, terörizme ve barbarlığa karşı barışçı hür dünyanın ve çağdaş uygarlığın” mücadelesi simülasyonu, bu kez Filistin topraklarında dolaşıma sokuluyordu. 11 Eylül’ün bir âb-ı hayat gibi yaradığı bu simülasyon içinde tıpkı Afganistan’da, Filistin’de, Sincan Özerk Bölgesi’nde ve Kafkaslar’da olduğu, Irak’ta ve daha birçok yerde olabileceği gibi bir ulus devlet daha varlığına, çıkarlarına ve güvenliğine ölümcül bir tehdit olarak gördüğü, gösterdiği terörizm üstüne kendini savunmanın o “tartışılmaz” meşruluğuyla gidiyordu. Kendisini “Batı modernitesinin çöldeki vahası” ve “kirlilik denizinin saf kalabilmiş tek adası” olarak gören İsrail, “barbarların terör rejimine” karşı uygar dünyamız adına bir kez daha iş başındaydı! Bir kez daha özgürlük, barış, medeniyet, savunma, medeniler/ilkeller, terörizm simulakrlarıyla yaratılan bir “hiper-gerçeklik”, gerçekliği hiç var olmamışçasına, hiç yaşanmamışçasına tarih dışına atıyor, soyut, sersemletici simülasyon bir kez daha kendisini zihinlerin, tahayyül dünyalarının ve sakatlanmış bilinçlerin efendisi ilan ediyordu.
Beytüllahim’de ele geçirilen Filistin televizyonlarından yapılan porno yayınlarla daha bir şenlenen bu simülatif gösteri içinde Şaron, 8 Nisan’da parlamento kürsüsünden haykırıyordu: “İsrail karşıtı Filistin terörist hareketinin ortaya çıkışından tam da bir yıl sonra yaşanan korkunç 11 Eylül saldırılarından bu yana ABD, dünyaya terörizmin olduğu kadar terörü destekleyen ve finanse eden rejimlerin de kökünü kurutmaya yönelik kahramanca mücadelede liderlik etmektedir. İsrail, Amerika ile olan dostluğundan ve onun uygar ulusları hedef alan şer güçlere karşı verilen ahlaki, tarihsel, siyasal ve askeri mücadeledeki liderliğinden gurur duymaktadır. Eylül’deki bu ölümcül saldırıdan bu yana İsraillilerle Amerikalılar arasındaki ortaklık, ne yazık ki, bir “kader birliğine” dönüşmüştür.
Filistinlilere sistematik işkence
Başkan Bush’un son yaptığı konuşmada ortaya koyduğu şu prensiple tamamen hemfikiriz: “Terör durdurulmalıdır. Hiçbir ulus teröristlerle müzakere edemez. Çünkü tek amacı ölüm olanlarla barış yapmanın bir yolu yoktur.” Bu sözleri işitince, oyuncul çağrışımlarına ve beklenmedik sıçramalarına alışkın olduğum belleğim nedense tam da İsrail devletinin kurulduğu 1948 yılının 28 Haziran’ında Amerikan Ulusal Güvenlik Konseyi’nin maruz kalınan komünist tehdide ilişkin hazırladığı gizli bir raporu anımsıyordu. Bu raporda “bir uluslararası komplo olarak komünizmin bireyin onuruna, özgürlüğüne ve kutsallığına, Tanrı vergisi tüm hak ve değerlere, bizim Batı medeniyetimizin dayandığı Yahudi/Hıristiyan ahlakının düsturlarına, hukuk ve düzenimizin kurulu normlarına ve tüm barışçıl ve demokratik kurumlarımıza yöneltilmiş bir tehdit” olduğu iddia ediliyordu. Aslında Bush, Şaron gibilerinin ve onların medyadaki ve akademideki sözcülerinin yapmaya soyundukları, sözlüğünde “terör, terör rejimleri, terörizm, terörizmi destekleyenler, teröristler ve terörizmle mücadele” gibi sözcük ve tamlamalardan başka birşeyin olmadığı, sersemletici, korku ve dehşet salan, tarihsizleştirici ve belleksizleştiren bir dili hakim kılmaktır. Sanki 1948’den bu yana 5 milyona yakın Filistinli binlerce yıllık yurtlarından zorla göç ettirilmemiş, coğrafi acıdan stratejik noktalara inşa edilen Yahudi yerleşim birimleri ve yollarla Filistin topraklarının birbirleriyle bağlantıları kesilmeye, günbegün yeni topraklar yutan işgal kalıcılaştırılmaya çalışılmamış, ekonomik ve sosyal altyapıları çökertilen, ekinlerin yakıldığı, üretimin engellendiği Filistin kentleri açlığa ve yoksulluğa mahkum edilmemiştir. Sanki oluşturulan yüzlerce arama noktasında Filistinlilerin günlük yolculukları (iş, alışveriş vb.) saatler süren beklemeler, aşağılamalar ve zaman zaman ateş açmalarla sistematik bir işkenceye dönüştürülmemiş, birer açık hava hapishanesine çevrilen mülteci kamplarında en temel insani gereksinimler bile karşılanamaz duruma gelmemiş ve ambulanslara, yardım görevlilerine, hastanelere ateş açılması rutin uygulamalar haline getirilmemiştir. Sanki bugün terörizmi tırmandırmakla suçlanan başlıca örgütlerden Hamas, Filistin direnişini bölmek amacıyla bir zamanlar İsrail tarafından finanse edilmemiştir. Sanki şu anda da Cenin, Balata mülteci kamplarında ve diğer kentlerde Filistinlilerin evleri, kendilerinden önceki iki kuşağa yapıldığı gibi buldozerlerle yıkılmamakta, evlerinden dışarı çıkarılmasına, sokaklardan kaldırılmasına izin verilmeyen cesetler çürümeye terk edilmemekte, hastaneye götürülmeyen yaralılar saatlerce kan kaybederek ölmemektedirler. Bu keyfi dilin terörizm üzerinden yarattığı mit, görünmesi istenmeyenin maskelenmesine, geçmişin muğlaklaştırılıp karartılmasına, devletin güvenliği söylemiyle insani kayıpların önemsizleştirilmesine hizmet etmektedir. Terörizmle damgalanan kitlelerin savaşta ele geçirilen düşmana tanınanlar dahil hiçbir hakka sahip olmayan, her türlü insanlık dışı muameleye (gizli yargılama, işkence, toplu kıyım) maruz bırakılabilecek aşağılık ve insan bile sayılamayacak varlıklar olduğunun kabulü beklenmektedir. Bir zamanlar ABD‘nin şer imparatorluğu olarak tanımladığı Sovyetler Birliğiyle mücadeleyi kaçınılmaz hale getirenin, onun doğasına içkin kötülük olduğunu öne sürmesi gibi İsrail de bizi Filistinlilerin doğuştan terörist, ilkel ve Yahudi düşmanı olduklarına inandırmak istemektedir.
Muhalif olan herkesin terörist ilan edilmesi...
Yukarıda ana hatlarıyla özetlemeye çalıştığım özgürlük, terör ve tehdit söyleminin ve terörle mücadele simülasyonunun ve bunların yeniden ve yeniden üretilmesini mümkün kılan düzenin işleyiş kodlarının açığa çıkarılması, insanlığın sürüklenmek istendiği ‘güvenlik cenderesi’ düşünüldüğünde gün geçtikçe daha büyük bir önem ve aciliyet arz etmektedir. Zira bu ‘yeni düzen’; insan hak ve özgürlüklerinin tüm dünyada geri dönülemez biçimde kurumsallaşmasına değil, devletlerin kendilerine muhalif olan herkesi terörist ilan etme, kurumsal çıkar ve önceliklerini tüm insani değerlerin ve toplumsal beklentilerin önünde tutma özgürlüğüne yarayacaktır. Böylelikle bütün düşünme ve eyleme biçimlerinin devletlerin ‘güvenlik’, çıkar ve varoluş gereksinimleriyle örtüştüğü sürece meşru olabildiği, muhalif olmanın ve aykırı taleplerde bulunmanın sınırlarının da bu meşruiyet üzerinden kurgulandığı bir siyasal yapı normalleştirilecektir. Bu yeni dönemin bütün kurumlarıyla işlemesinin, başta Amerikan silah sanayiinin ihya edilmesi olmak üzere, tüm dünya sathına yayılmayı arzulayan ABD hegemonyasının askeri, politik, ekonomik ve kültürel yeniden üretimini mümkün kılan koşulların hazırlanmasına yarayacağı açıktır. Bu dönem ayrıca “İslami terörizm” nezdinde İslamiyetin ve hatta tüm Doğu uygarlığının Batı medeniyetinin “ötekisi” olarak yeniden tanımlandığı bir neo-oryantalizm çağına girildiğinin anlamlı ipuçlarını da taşımaktadır.