BBC Online10 Eylül 2002
Genel olarak, 11 Eylül terorist saldırılarının dünyayı dramatik bir biçimde değiştirdiği, dünyanın yeni ve ürkütücü bir “terör çağı”na girmesiyle artık hiçbir şeyin aynı olmayacağı varsayılıyor. Bunda gerçeklik payı var şüphesiz. 11 Eylül’de hedef Küba, Lübnan, Çeçenistan ya da büyük çaplı canice şiddetin geleneksel kurbanlarından olmuş sayısız öteki ülkeden biri değil, geleceği tarihte örneği olmayan çapta şekillendirecek güce sahip olan bir ülke idi.
Bununla birlikte, eşyanın tabiatında olan devamlılığı beklemek için de elimizde sebeplerin var olduğu düşüncesindeyim. Yani, politika tercihlerinin iyice yerleşik, önemli modifikasyonlara uğramakla beraber temelde değişmemiş bir çerçeve içinde kalacağını beklemek için epey sebep var elimizde. Bu sebeplerden biri, kararların kökündeki temel kurumların istikrarı. Ama, daha dar sebepler de var.
Terörle savaşın 11 Eylül’de değil, ondan 20 sene önce ilân edilmiş olduğunu hatırlamak yararlı olur; Reagan yönetimi görev başına geldiğinde, izleyeceği siyasetin öncelikli bir odak noktasının öncelikle Orta Amerika’da ve Batı Asya/Akdeniz bölgesinde uluslararası teröre karşı savaş olduğunu ilân etmişti. Oradaki retorik, bugünküyle hemen hemen aynıydı. O dönemin insanlarından pek çoğu şimdi de önemli bir rol oynamakta.
Terörle savaşın ilk safhası konusunda epeyce bilgi sahibiyiz. Özetle, o dönemin komutanları öyle bir terörizm siciline sahip oldular ki, bugüne kadar devam erden bu kayıtlar, onların düşmanlarına yüklenebilecek tüm terör suçları dosyasını kat be kat aşar. Ve, onlar da yeni bir yol açmış değildiler aslında. Kendilerinden yirmi sene önce John F. Kennedy, emrindeki adamlara Küba’nın üstüne “dünyanın terörünü salın” komutunu vermişti; çünkü Küba Amerika Birleşik Devletleri’ne “başarıyla kafa tutmuş” idi. Onlar da emredileni yaptılar ve bunun vahim sonuçları oldu. Aynı anda, Amerika’nın kıdemli devlet adamlarından Dean Acheson, ABD’nin “[kendi] kudretine, konumuna ve prestijine meydan okunması”na cevap vermesi halinde bunun hukuki sonuçları olmayacağını ilân ediyordu.
Başkan Bush, potansiyel tehditlere karşı öncelikli darbe hakkı olduğunu ilân ederken, temelde Acheson’ın prensibini benimsemiş oluyor. Aslında Bush, Reagan yönetiminin Libya bombardımanını resmen meşrulaştırmak için kullandığı öğretiyi başka biçimde yeniden dile getiriyor: Yani, ABD’nin “ileride kendisine gelebilecek saldırıya karşı meşru müdafaa” dediği şey için askerî kuvvet kullanma hakkına sahip olduğu yolundaki öğretiyi. Yüz yıl önce de Woodrow Wilson şöyle yazıyordu: “Her ne kadar başkalarını düşünsek de bizim asıl çıkarımız, ileri marş’ta yatar; öteki ülkeler önümüze çıkmamalı, bizi yavaşlatmaya kalkmamalı.” Wilson “Filipinler’in kurtarılması”na gönderme yapıyordu burada ve bu kurtuluşun bedeli korkunç oldu. Ve, Wilson’ın yaptığı, Avrupa’nın dünya üzerindeki fetihlerini kopya etmekten başka birşey değildi aslında.
Burada tekrarlamamıza gerek olmayan trajik olayların ardından, güçlülerin gene burada tekrarlamayacağımız utanç verici gerekçelere dayanarak diledikleri gibi şiddete başvurmakta serbest olmayacakları bir uluslararası düzen kurulması için çabalara girişildi. Ama şimdi yeni moda, büyük emek harcanarak inşa edilmiş olan hukuk ve antlaşmalar çerçevesinin yeni bir prensip uğruna feda edilmesi gerektiğini savunmak; ki aslında bu da eski prensibin ta kendisi oluyor: Yani, dünyanın en önde gelen gazetesinin bize güvenle bildirdiği üzere “insanlık dışı olana son vermeye kararlı idealist Yeni Dünya’nın rehberliğinde” yeni bir adalet ve özgürlük çağını cümle âleme ilân eden kerameti kendinden menkul “aydınlanmış devletler” infaz memurları olarak hizmet verecekler.
Hepimizin çok âşinâ olduğu böylesine bildirimleri değerlendirmemize yetecek zengin bir sicil dosyası var elimizde. Bu dosyayı görmezden gelenler, kötülüğü dünyadan söküp atmaya ant içen liderlerin soyluluğuna körükörüne inanmayı seçenler olabilir ancak.
Ötekilerse “insanlık dışı olana son vermek” adına yapılmış olanları yakından incelemeyi tercih edeceklerdir. Onlar, standart bahanelerin ardında yatan sebepleri arayacaklardır. Gündemdeki bir örneği ele alırsak, şimdi Irak’ı istilâ etmek için öne sürülen gerekçelerin, 11 Eylül’den önce de en az şimdiki kadar geçerli olduğunu keşfedeceklerdir. Ve onlar, bu gerekçelerin birkaç yıl önce, ABD ile Britanya’nın Saddam Hüseyin’i bir müttefik ve ticaret ortağı olarak bağırlarına bastıkları, hatta kitle imha silâhları geliştirmesine yarayacak malzemeyi ona temin ettikleri dönemde çok daha kuvvetli bir şekilde geçerli olduğunu da keşfedeceklerdir. O zamanlar Saddam Hüseyin’in en korkunç suçları geride kalmıştı artık; ve o, bugün olduğundan çok daha büyük bir tehlike arzediyordu – eh, bu olgular da hiç şüphesiz bazı sorular sormayı gerekli kılmaktadır.
Körükörüne inançlarla yetinmeyenler, yüksek dereceli resmî görevlilerin sahnede çalım satmadıkları zaman söyledikleri sözlere de kulak vermelidirler. Bunu yaptıklarında, siyaset planlayıcılarının “gittikçe büyüyen bir ekonomik yarılma” beklediklerini, dolayısıyla zengin ve kudretli olanların daha da güçlü denetim ve yıkım araçları geliştirmek zorunda kalacaklarını, bunlarınsa insan varlığını dahi tehlikeye sokacak korkunç tehditler getirdiğini göreceklerdir.
En yüce ilkelere ve değerlere bağlılıklarını ilân edip duran infaz görevlilerinin kanatları altına sığınmayı seçebiliriz; ya da kendi kaderimizin ve gelecek nesillerin kaderinin sorumluluğunu üstleniriz. İkinci seçenek çok daha zordur ama, namuslu ve dürüst insanların düşünebilecekleri tek seçenek de budur.
Çeviren: Ömer Madra