'Taşra Üniversiteleri' ve üniversitelerde değer erozyonu: Nitelikten uzaklaşan bir akademik dönüşüm

-
Aa
+
a
a
a

Antroposen Sohbetler'de Utku Perktaş, Tuğba Tekerek ile "Taşra Üniversiteleri - AK Parti’nin Arka Kampüsü” adlı kitabı üzerinden akademik arenadaki erozyonu konuşuyor.

""
Taşra Üniversiteleri
 

Taşra Üniversiteleri

podcast servisi: iTunes / RSS

Satırbaşları…

  • Niceliğin niteliğe savaş açmış olduğu ve kazanmakta olduğu bir dönemdeyiz maalesef.
     
  • Nitelikli eğitim vermek, gençlerin özgürce eleştirel düşünmesini sağlamak, akademisyenlerin uluslararası standartlarda nitelikli araştırmalar yaptığı kurumlar oluşturmak. Maalesef bundan çok uzağız. 
     
  • Akademisyen sayımız 2006'da 85 bindi, 17 yılda 100 bin arttı ve şu anda 185 binlerde. Az önce dediniz, 1933 yılında 200 tane akademisyen vardı, şimdi 185 bin. Ama bunlar gerçekten ne kadar akademisyen? Çok çok çok tartışmalı.



Türkiye’de üniversite var-dı. ‘Dı’ diyorum çünkü artık Türkiye’de değerini yitirmiş ve amacından sapmış bir kurum olarak üniversite var. Antroposen Sohbetlerde gerçekleştirdiğim son söyleşide, gazeteci Tuğba Tekerek'i ağırladım. Söyleşide odak noktamız, genellikle karmaşık bir konu olarak algılanan ve Türkiye'de değerini yitirdiğini düşündüğüm üniversitelerdi. Tuğba Tekerek'in 2023'te yayımlanan Taşra Üniversiteleri - AK Parti’nin Arka Kampüsü başlıklı kitabı, günümüzde yaşadığımız üniversite enflasyonunu ‘değersizleştirme’ ekseninde sorguluyor ve bu bağlamda derslerden öğrenci kulüplerine, yurtlardan kampüs camilerine kadar taşradaki üniversitelerin geniş bir resmini çiziyor. Söyleşi sırasında ele aldığımız konuların ana fikrini, bu metinde farklı başlıklar altında sizlere sunmaya çalıştım. Ancak söyleşinin deşifresine geçmeden önce, ‘Üniversite evrensel anlamda ne ifade ediyor?’; bu sorunun yanıtını vermeliyim.

Üniversite, kendi başına oldukça önemli ve karmaşıklığı ile dikkat çeken bir konu ve bu konu ülkemizde artık daha da karmaşık bir halde. Bu sebeple, tanımını ve Türkiye’deki üniversite algısını basitçe özetlemek pek mümkün olmayabilir. Genel olarak, üniversite çağdaş toplumların en değerli kurumlarından biri. Çünkü bilgi üretimi konusunda kadrolarıyla ve yapılanmasıyla önemli bir misyon taşıyor. Üniversite, esasen çeşitli fakülteler, enstitüler, yüksekokullar ve benzeri araştırma birimlerini içeren bir öğretim kurumunu ifade eder. Bu kurum, sadece ileri düzeyde öğretim faaliyetleri yürütmekle kalmaz, aynı zamanda bilimsel araştırmalar yaparak yeni bilgi üretir. Üstelik, ‘bilimsel özerkliğe’ ve kamu tüzel kişiliğine sahiptir. Türkiye'de 1933’te gerçekleşen üniversite reformu, bu karmaşık konuyu ülkemizde de derinlemesine idrak etmemiz için bir başlangıç noktası olmuştur. Reform öncesi hazırlıklar, 1932'de Türkiye'ye davet edilen ve Dârülfünûn’u analiz eden Prof. Albert Malche'nin gözlemleriyle başlar ve reformun ilk adımlarını anlamak ve bugün geldiğimiz noktayı değerlendirmek için bu gözlemlere odaklanmak yerinde olur.

Bu gözlemler arasında özellikle ilginç olanlar var. O dönemde, Türkiye’de yaklaşık 250 akademisyen var. Ancak Malche, Türkiye'de dünyanın başka hiçbir yerinde görmediğimiz bir şeyi vurguluyor: Muallim ve müderrislerin - yani öğretmenler - üniversitenin bir parçası olması durumu. Buna ek olarak, bilimsel yayınların eksikliğinden, üniversitede çalışan akademisyenlerin ek işler yapmak zorunda kalmasından, öğrencilerin yabancı dil bilmemelerinden, Dârülfünûn’un Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olmasının özerklikle bağdaşmadığından da bahsediyor. 29 Mayıs 1932 tarihli Malche Raporu’nu inceleyen Mustafa Kemal Atatürk, Dârülfünûn’daki öğretim üyesi sayısını fazla, nitelik olarak da yetersiz bulmuştu ve şu notu düşmüştü: “Şahsi mütalaa ve araştırmaya sevk eden tarzda tedris yok. Ansiklopedik malumat veriliyor.” Böylece Mustafa Kemal Atatürk, geçici olarak özerkliğin kalkmasını ve hızlı bir tasfiye yapılmasını desteklemişti. Malche, akademisyen sayısını azaltmanın ve odak noktasını araştırmaya kaydırmanın gerekliliğini altını çizerek vurgulamıştı. Ancak bu değişikliğin önemini ifade etmesine rağmen nasıl yapılabileceğini belirtmemişti. Üniversitede öğrencilerin araştırmalara katılımını teşvik eden bir sistemin olmasını gerektiğini vurguluyor ve üniversitelerin sadece öğretmeye odaklanmadan aynı zamanda araştırmaları hakkında tartışmalara katıldığı bir atmosfer oluşturma amacını da taşıması gerektiğini belirtiyor. Tüm bunlar umut verici görünüyordu fakat bugün baktığımız resim, o dönemdeki temel amaçlardan çok farklı bir perspektife sahip. Akademik personel sayısının neredeyse 200 binlere ulaştığını özellikle belirtmek isterim. 250’lerden tasfiyelerle şekillenmeye başlayan çağdaş akademik yapı, tasfiyeler sonrası sınırlı ve nitelikli kadrolar oluşturmaya çalışırken, bugün inanması zor bir akademik personel sayısıyla şekillenen onlarca ‘üniversite’nin olduğu bir yapıya dönüşmüş durumda.

Bugün, üniversitenin adeta bir ileri liseye dönüştüğü görülüyor ve bizler, öğretim üyeleri olarak, üniversitede belki de ortaöğretimin eksikliklerini kapatmaya çalışıyoruz ve üniversite 1933’teki
reformun da gerisine düşerek tamamen evrensel tanımından uzaklaşıyor. Bu bağlamda, Tuğba Hanım’la yaptığım söyleşi çok verimli bir sohbet oldu. Bu giriş de söyleşimizin ana eksenini özetler nitelikte. Taşra Üniversiteleri - Ak Parti’nin Arka Kampüsü başlıklı kitabı, söyleşiyi dinleyen ve bu metni okuyan herkese şiddetle tavsiye ediyorum. Bu girişi bitirirken kısa bir not da düşeyim; bu yazının farklı bir versiyonu Yetkin Report’da yayımlandı. Bu versiyona metnin sonundaki kaynaklar kısmından ulaşılabilir. İyi dinlemeler ve şimdiden iyi okumalar…



Utku Perktaş: Merhaba, iyi akşamlar herkese! Antroposen Sohbetlere hoş geldiniz. Ben Utku Perktaş. Bugün Antroposen Sohbetlerde, bugüne geçmeden önce, geride bıraktığımız söyleşide Sahada kitabını konuşmuştuk ve üniversite reformundan, üniversitedeki ilk bilim kadınlarından bahsetmiştik. Bu kitaptan sonra ben bugün de yine üniversite ile devam etmek istiyorum söyleşimize ve önemli bir konuğum var; çok hayranlıkla okuduğum bir kitabın yazarı. Birazdan söyleyeceğim ismini ama geçtiğimiz haftadan sonra yani üniversiteden, Türkiye'de üniversitenin durumundan bahsedince, İletişim Yayınları’ndan 2023’de bir kitap çıktı; Taşra Üniversiteleri - AK Parti'nin Arka Kampüsü. Tuğba Tekerek hazırladı bu kitabı ve Tuğba Hanım bugün benim konuğum. Birazdan yayına alacağım kendisini. Kitap, 2023’ün başında yayınlandı ve şimdiye kadar da dört baskı yaptı. Oldukça güzel bilgiler var içinde. Geçmişten bugüne geldiğimizde Türkiye'deki üniversitelerin durumu nedir, ne noktaya geldik? Yani konuyu çok derli toplu tartışan eserlerden bir tanesi. Sekiz yıllık bir araştırmanın ürünü olduğunu ben okumuştum. Kendisine soracağım ama çok uzatmayayım bu girişi. Tuğba Hanım, hoş geldiniz. Öncelikle davetimi kabul ettiniz ve vakit ayırdınız, eksik olmayın! Nasılsınız?

Tuğba Tekerek: Merhabalar, hoş bulduk. Davetiniz için çok teşekkür ederim. Benim için kitabımı anlatmak bir keyif. Hoş bulduk!

U.P.: Eksik olmayın. Çok teşekkürler, vakit ayırdığınız için. Şimdi ben kitabı okuyunca çok heyecanlanmıştım. Kitabı görür görmez de almıştım. Şöyle bir hikayesi var esasında;
şimdi kitabı bulmaya çalışıyorum, İstanbul'daydım o tarihte ama kitabı bulamıyorum tabii ilk çıktığı zaman ve ben reklamını gördüm internet üzerinden. Can Kozanoğlu ve Mirgün Cabas'ın hazırladığı bir podcast serisi var, o podcast serisine davetliydim. İstanbul'daydım ve buluştuk onlarla. Mirgün Bey'in elinde de sizin kitabınız vardı. Ben de dedim ki - ben kitabı arıyorum ve hazır onun elinde görünce ve bu arada Nereden başlasam? podcast serisi - hemen bakmak istedim kitaba. O da notlar almış ve ‘Tuğba Hanım'ı yarın yayına alacağım’ dedi. GAIN'deydi o zaman kendisi. O sırada biraz konuştuk tabii. Ben de üniversite ile ilgili o zaman birtakım şeylerin altını çizmiştim. Şu ara üniversitelerin içerisinde öyle bir durum var ki niceliğin niteliğe savaş açtığı bir dönem gibi bir dönemden bahsediyoruz esasında, her şey sayılarla konuşuluyor. Atamalar, öğretim üyesi olmak, üniversite öğrenci sayısı, bunların hepsi... Hep sayılarla konuşuyoruz ama nitelikten yana çok fazla bir şey söylemiyoruz. Dolayısıyla sizin kitabınızda aslında bu ana fikrin de altı çiziliyor yani değersizleştirme politikası üzerinden gittiğimiz bir dönemin içindeyiz. Yani tek anahtar kelime bence bu dönemi özetleyen üniversiteler ve başka şeyler açısından da bence tüm sektörler açısından da söylenebilir ‘değersizleştirme’. Şimdi ben buradan yola çıkarak aslında sizinle konuşmak istedim ama öncelikle şunu soracağım; bu kitabın fikri nasıl ortaya çıktı? Dinleyicilerimiz için, biraz da kitabı tanımak adına böyle bir soruyla başlasak nasıl olur? Buyurun söz sizde.


T.T.: Harika olur! Sekiz yıl önce ya da sekiz yıldan biraz daha önce gazetede çalışırken başka bir haber vesilesi ile Anadolu kentlerindeki akademisyenleri aramıştım. Anlattıkları şeyler bana çok enteresan gelmişti. Biz İstanbul'da akademisyenler üzerinde baskıdan falan haberdardık, bunların haberlerini yapıyorduk ama onlar çok daha başka bir dünyayı anlatıyorlardı. Ben de gazeteden ayrılıp derinlikli bir araştırma yapmak için ilk fırsat bulduğumda hemen bu konuya eğildim. Biz gazeteciler, genel olarak İstanbul'a, Ankara'ya odaklanıyoruz. Maalesef medyamızın sınırlı imkanları nedeniyle de böyle. Ben ne zaman bir fırsat bulsam, ne zaman bir imkanım olsa hemen bakıyorum; Bingöl'de ne olmuş, Kars'ta ne olmuş, Ardahan'da ne olmuş falan diye. O şekilde başladım diyebilirim. Çünkü değişimlerin aslında Anadolu'dan daha derin dalgalar halinde geldiğini düşünüyorum ve siyasi iktidarın da oralarda çok ciddi dönüşümler yarattığını ve bunu bizim genellikle gözden kaçırdığımızı… O yüzden haberci olarak da, akademisyen olarak da bu ülkeye dair analiz yaparken, o analizler Anadolu'da ne olduğunu bilmediğimiz için eksik kalıyor, böyle olduğunu düşünüyorum. O yüzden ben de ilk fırsatta hep Anadolu'ya bakıyorum. Hikayesini kısaca böyle özetleyebilirim.

U.P.: Çok teşekkürler. Şimdi ben şeyi merak ediyorum; 1933, Türkiye'de üniversite reformunun yapıldığı yıl. Bu reform aslında çok büyük bir konu, çok derin bir konu. Başlı başına belki bir program, birkaç program bile olur. Ama şimdi kitabın ilk bölümü biraz tarihçe ile başlıyor, buradan başlıyor. Ben de biraz üniversitenin bu tarihiyle ilgileniyorum. 1932'de Albert Malche adında bir profesör Türkiye'ye geliyor bu reformu başlatmak adına ve onun Dârülfünûn’da yaptığı birtakım gözlemler var. Bu gözlemler arasında da çok ilginç olan gözlemler var. O dönemde çok ciddi bir sayı var. O dönem için zannediyorum 200'e yakın ya da 200 akademisyenden bahsediliyor, kadrolu çalışan. Ama bunlar içinde onun altını çizdiği bir şey, dünyanın hiçbir yerinde görmediğimiz, Türkiye'de gördüğümüz bir şey var; muallim ve müderrisler üniversitede yer alıyor diyor. Şimdi bunların Türkçe karşılıklarına baktığınız zaman, öğretmenler gibi algılanabilir ama üniversite bugün kamudaki en üst düzey bilgi üreten kurum olarak tanımlanıyor. Bunların bir şekilde sayılarının azaltılmasından bahsediyor. Bu sayı azaltması ve daha çok üniversitede araştırmaya odaklanılması gerektiğini söylüyor. Bu sayının nasıl azaltıldığını – azaltılacağını? - söyleyemiyor bir türlü çünkü, ‘Ben teker teker karar verecek değilim bunlara ama bunu yapın’ diyor. Öğrencilerin araştırmaya katılmasını istiyor yani insanların üniversitede sadece kitaplara bakıp ders anlatmak için yer almamasını, araştırmalarını belli ölçüde tartıştıkları bir atmosfer yaratmaktan bahsediyor. Şimdi bunların hepsini böyle görünce çok güzel ama bugün geldiğimiz noktada da... Sonra da reform yapılıyor ama zannediyorum Reşit Galip’le bu reform tamamlanıyor. O zamandan günümüze, belli ölçüde bu ilkelerle de baktığımız zaman bir ilerleme görmek istiyoruz. Ama ciddi anlamda bir akademisyen sayımız var. Üniversitede yardımcı doçent, doçent, doktor, öğretim üyesi, profesör, yardımcı doçentlik değişti. Şimdi bunlara bakınca nasıl bir ilerleme katettik diye soruyorum. Ben kitaptaki hikayelere baktığım zaman fazla iyimser olamıyorum. Bir kısmı gerçekten Aziz Nesin öyküleri gibi, trajikomik hikayeler de var. Ne yazık ki var! Yani bunlar hayatımızın gerçeği olmuş üniversite içerisinde. Şimdi ben bu noktada size o geçmişten günümüze geldiğimizde, sizin yaptığınız araştırma ile üniversiteyi siz de dışarıdan bakan - biraz daha nesnel baktığınızı düşünüyorum, akademisyen değilsiniz sonuçta - bir kişi olarak bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz? Ben çok uzattım belki soruyu ama kusura bakmayın, bunu sormak istiyorum size.

T.T.:Onca zamanın sonucunda yaşanan bir değişim, bir dönüşüm, bir gelişme; tüm bunlardan bahsetmek mümkün. Ama bir yandan da hakikaten sizin söylediğiniz şey niceliğin niteliğe savaş açması, bence gayet iyi bir özet. Bununla ilgili şunu söyleyebilirim; bizim dönemimizde de, bundan 20 yıl önce üniversite mezunu olmak kıymetli bir şeydi, diploma kıymetli bir şeydi ama şimdi çok enteresan. Öğrencilerle konuşuyorum: öğrenciler bir bölüm okuyorlar, o bölümün sonunda Kamu Personel Seçme Sınavı (KPSS) ile bir yere atanabilirler mi emin değiller. O yüzden o bölümü okurken başka bir bölüm daha okuyorlar yani eş zamanlı olarak Türkiye'de önlisans ile lisans birlikte okunabiliyor mesela. Bu hakikaten bir trend, çok farkında olmadığımız bir trend. Üç diplomalı, beş diplomalı… Bugün böyle pek çok üniversite öğrencisi var. Yani açık öğretimden diploma almak zaten son derece kolay bir şey ve onunla da KPSS ile atanabiliyorsunuz. Sonuçta gençlerin beş diploması var ama bu diplomalar bir işe yaramıyor, bir işe giremiyorlar. Hedefleri o. Ne yapıyorlar? Diyelim ki ön lisanstan güvenlikçi olarak ya da tekniker olarak işe girmek istiyor ya da lise mezunu temizlikçi aranıyor kamuda, lise mezunu olması gerekiyor. Bunun için, o işe başvurabilmek için lisans diplomasını iptal ettirmeye çalışıyor ya da ön lisans diplomasını iptal ettirmeye çalışıyor. Yani bunun için hakikaten Meclis’e, CİMER'e yapılan yüzlerce başvuru var. Bu diplomanın değersizleştirmesine dair aslında çok çarpıcı bir örnek. Akademisyen sayımız 2006'da 85 bindi, 17 yılda 100 bin arttı, şu anda 185 binlerde. Yani az önce dediniz, 200 tane akademisyen vardı ama şimdi 185 bin ve bunlar gerçekten ne kadar akademisyen? Çok çok çok tartışmalı. Özetle sizin söylediğinizi tekrar edeyim; niceliğin niteliğe savaş açmış olduğu ve kazanmakta olduğu bir dönemdeyiz maalesef.

U.P.:
Ne yazık ki öyle görünüyor. Ben tabii kitabı okuduğumda, ben de temel bilimlerde çalıştığım için - Fen fakültesinde öğretim üyesiyim - şimdi bir de şöyle, yurt dışında da gözlemlerimiz var. Ama şimdi tabii Biyoloji bölümündeyim ben ama mesela moleküler biyoloji, genetik bölümleri çok fazla artık. Temel bilimlere bakınca özellikle her ilde bir üniversite var ve moleküler biyoloji genetik bölümü de var. Dolayısıyla moleküler biyoloji genetik bölümlerine baktığımız zaman buraya giren öğrencilerin en azından lisede temel bilim anlamında, biyoloji anlamında bir alt yapıyla gelmesini bekliyoruz ama bu kitaptaki istatistiklere bakınca, son üç dört yıllık istatistiklere, sıfır biyoloji ortalaması, kimi zaman eksi kimya ortalaması gibi değerlerle bizim karşımıza çıkmış. Böyle olunca da ben şöyle bir değerlendirme yapıyorum, bu konuda ne düşünüyorsunuz? Yani lise ve ortaöğretimi bu değersizleştirme içerisinde tamamen tüketmiş durumdayız, galiba hiçbir şey ifade etmiyor. Üniversiteyi de aslında bambaşka bir alana doğru, bambaşka bir tanıma doğru götürüyoruz. Reform falan dedim, ben; nereye geldik? Ama üniversitede sanki ileri lise olmuş gibi. Biz sanki ortaöğretimin eksiğini burada kapatmaya çalışan öğretim üyeleriyiz ve öğretim yapan kurumlarımız, aslında tamamen evrensel tanımdan uzaklaşıyoruz gibi bir durum var. Sizin yaptığınız gözlemler ve kitaba yansıyan istatistikler çerçevesinde bu konuda ne düşünüyorsunuz?

T.T.:
Evet, ben kitapta Bartın Moleküler Biyoloji örneğini vermiştim; biyolojiden sıfır, kimyadan sıfır, fizikten sıfır net yapıyor öğrenci ve bunun üzerine ona nasıl moleküler biyoloji öğretebilirsiniz ve nasıl diploma verebilirsiniz? O öğrenci nasıl diploma alabilir? Ama bu öğrenciler gerçekten de diploma da alıyorlar. Yani çok fazla öğrenci sınıfta kaldığı zaman, hoca genellikle CİMER'e şikayet edilebiliyor. Bir şekilde bunları kolayca mezun edelim diye çok kolaylıklar da sağlıyorlar. Ben o zaman bu Bartın örneğini vermiştim. Mesela son dönemde baraj da kaldırıldı, baraj kaldırıldıktan sonra netler daha da aşağıya gitti. En son bu yıl, Türk Dili Edebiyatı bölümüne eksi yedi buçuk Türkçe netiyle giren bir örnek bayağı popüler oldu. Hakikaten, ben o zaman da konuştuğumda, Türk Dili ve Edebiyatı bölümündeki bir hoca bana şey diyordu, “Yani buraya gelirken tek bir kitap okumamış. Ben üniversiteden mezun ederken bir kitap okutmaya çalışıyorum, onu da çoğu zaman beceremiyorum.” Moleküler biyoloji bölümünden bir hoca anlatıyordu, “Yani sizin ders anlatabilmeniz için öğrencinin öğreniyor olması en önemli motivasyon. Ama öğrenci öğrenmiyor ise, öğrencinin alabilecek kapasitesi yoksa, ilgisi yoksa o vakte kadar ilgisi, merakı tamamen köreltilmişse, hoca orada o öğrenciye ne anlatabilir?” Başka bir hocanın söylediği söz aklımda, “Biz derslerde dersi anlatıyormuş gibi yapıyoruz, öğrenci dinliyormuş gibi bile yapmıyor,” diyordu. Yani ortada gerçek anlamda öğrenme süreci yok. Yani öğrenci açısından öğrenip öğrenmiyor olmak, öğrenemiyor olmak, hocanın verdiği makaleyi ya da ödevi yapmıyor olmak, onu mahçup düşüren ‘Hay aksi hocam, yapamadım’ diye özür diler pozisyona getiren bir şey değil yani. Hoca diyor ki, “Ödevi yapmıyorlar, makaleyi okumuyorlar; okumamak ile ilgili de en ufak bir mahcubiyet duymuyorlar.” Yani bu hocanın ‘Biz ders anlatıyormuş gibi yapıyoruz, öğrenci dinliyormuş gibi bile yapmıyor’ demesi aslında durumun vahametini çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor bence.



U.P.:
O zaman şu aklıma geliyor benim; bu taşrada açılan yani taşra üniversiteleri olarak tanımladığımız merkez üniversiteler dışındaki küçük illerde açılan ‘küçük üniversiteler’, öğrencilere iyi gelen alanlar mı, yoksa başka bir amaca mı hizmet ediyorlar? Yani buradan bir fikir, bir şey çıkar mı acaba? Bu kitaptan bakınca buna ne söylenebilir?

T.T.:V
erdiğimiz örneklerle olumsuz yanlarına daha çok ışık tutuyoruz. Mesela Bingöl Üniversitesi'ne göktaşı düşmesi ve üniversitedeki hocaların pek de ilgilenmemesi çok Aziz Nesin tarzı bir hikaye hakikaten. Böyle Aziz Nesin tarzı çok hikaye var. Ya da Ağrı Üniversitesi’nde sadece tarih lisansı olan bir hoca, Avrupa Birliği, demokratikleşme, insan hakları, İlk Çağ, Orta Çağ diye bütün dersleri veriyor. Bu tip pek çok örnek var ama bunun yanı sıra - biraz Aziz Nesin de olmayan - dışarıdan bakıldığında hiç de fena değil, ders işliyorlar falan diyebileceğiniz bölümler de var. Yani kimi idealist hocalar bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Özellikle genç akademisyenler, nitelikli yerlerde de eğitim almışlar, eğitimin niteliğini yükseltiyorlar. Böyle örneklere de rastlıyoruz. Ama eğitimin niteliğini yukarıya çıkarıyor dediğimizde en fazla ders işlenen bir ortam var. Mesela öğrenci işlediği bir hukuk dersinde ‘İstanbul Sözleşmesi’nden KHK ile çıkılabilir mi, Cumhurbaşkanı kararnamesiyle çıkılabilir mi?’ diye sorduğunda, hoca buna rahatça cevap veremiyor ya da öğrencisiyle bunu rahatça tartışamıyor. Ya da mesela aile dersinde aile nedir, çocuksuz aile olur mu, eşcinsellerin kurmuş olduğu aile olur mu gibikonuların konuşulması lazım, sosyolojik bir mesele... Ama bunların konuşulmadığı yani eğitim fena olmayan bir seviyeye çıktı desek bile gerçekten özgürce bir tartışma olmadığı, gençlerin ufukların açılması meselesinin çok sınırlı kaldığı bir üniversite ortamından bahsediyoruz. Bu bizi nereye götürür? Böyle bir eğitim ortamında bazı gençler meslek sahibi olabiliyorlar. Diyelim ki acil tıp teknisyenliği de okuyorlar, Türkiye'nin sağlıkçı ihtiyacı var ve KPSS ile çokça sağlıkçı alınıyor. Kimisi meslek sahibi oluyor. Aldıkları eğitim tabii ki çok tartışmalı, nitelik açısından çok tartışmalı. Böyle şeyler görebiliyoruz ya da kadın öğrenciler açısından önemli bir pencere açıyor. Diyelim ki Ağrı Patnos’da başka türlü, Ağrı'da bir üniversite olmasa asla üniversiteye gidemeyecek bir genç kadın, muhafazakar ailede 10 kardeşi olan bir kadın, orada üniversite var diye üniversiteye gidebiliyor. Kadınlı erkekli bir ortamda bulunuyor, o onun hayatına bir pencere açıyor. Ama dediğim gibi bu pencereler çok sınırlı. Onunla feminizm üzerine konuştuğunuzda diyor ki, ‘Feminizm kadınların traktör kullanması, traktör de kullanabiliriz diyorlar, öyle değil mi? O yüzden ben feminizmi sevmiyorum.” Yani sonuçta, evet, birtakım yan etkileri, olumlu etkileri oluyor ama bunlar çok sınırlı. Yani şehre bir katkısı oluyor, oradaki muhafazakar havayı kırıyor. Bu açıdan olumlu ya da genç kadınların hayatına açtığı pencere açısından olumlu. Ama dediğim gibi bunlar hem sınırlı hem de üniversitenin asli fonksiyonu; Nitelikli eğitim vermek, gençlerin özgürce eleştirel düşünmesini sağlamak, akademisyenlerin uluslararası standartlarda, nitelikli araştırmalar yaptığı kurumlar oluşturmak. Maalesef bundan çok uzağız.

Şebinkarahisar’daki Moda Tasarımı Yüksekokulu

U.P.:Bir de özellikle özgürlükçü bir ortam olması, dediğiniz gibi, birçok şeyi aslında çok rahatlıkla konuşabileceğimiz, öğrenebileceğimiz ya da araştırabileceğimiz bir ortam olması ortaöğretimden bizi ayıran en önemli özelliklerden bir tanesi. Ama bunu da kaybettik gibi görünüyor ya da çok sınırlandı artık. Şimdi 41 ile 41 üniversite düşüncesi var. Üniversiteler açılıyor, iktidarın yaklaşımıyla o dönemlerde... 70 kadar üniversitemiz şimdi 200 binin üzerine çıkmış durumda sayı olarak bakınca. Şimdi siz de anlatıyorsunuz - çok tekrar olacak, olmayacak zannediyorum - ama bu her ile bir üniversite açılmasının amacı sizce nedir? Yani sizin araştırmanızdan nasıl bir cevap çıkarılabilir bu duruma? Çünkü ne kadar gerekli bilmiyorum, benim bakış açım şöyle; örneğin Van'da bir büyük üniversitemiz var ama Hakkari'ye üniversite açmanıza gerek yok. Üniversite sonuçta öğrencilerin sosyalleşmeye, entelektüel yüklerini artıracağı, araştırma gibi farklı şeyleri öğrenebileceği bir kozmopolit ortamın oluşacağı bir yer. Merkez üniversitelere çekip, insanların yetişmesini sağlayan bir rekabet ortamı da oluşturacaksınız esasında. Ama bundan uzaklaşıyoruz. Hemen hemen her ile bir üniversite. Bu yetmiyor, her ile birkaç üniversite derken üniversite enflasyonu yaşıyoruz sanki ülkede. Bunun bir sebebi var mı?

T.T.:
Bunun sebebini geçmeden önce bir şey söyleyeyim; her ile bir üniversite, her ile birkaç üniversite, ilçelere üniversite açıyoruz. Yani Şebinkarahisar’daki Moda Tasarımı Yüksekokulu dört yıllık lisans programını burada anmak isterim. Yani Şebinkarahisar, Giresun merkeze üç saat uzaklıkta. Böyle tepelerin arasında virajlı yollardan gidilen bir yer. O zaman hesaplamıştım; sanıyorum ilçedeki her yedi kişiden birisi öğrenci. Yani ilçe göç veriyor. O göçle giden nüfusu, gelen öğrenciyle telafi etmeye çalışıyorlar ve yani bu öğrenciye moda tasarımı öğreteceksiniz. Bu öğrencilerin kumaş bulması lazım, bu öğrencilerin aksesuar bulması lazım, bu öğrencilerin sektörle bağlantı kurup staj yapması lazım ama bunların bulunmasının mümkün olmadığı yani en mümkün olmadığı yere üniversite açmışlar. Buradan da sizin sorunuza gelebilirim. Neden buralarda üniversite açıyorlar? Çünkü Şebinkarahisar esnafı para kazansın diye! Sonra AK Partili siyasetçiler gitsinler, ‘Bakın biz size öğrenci getirdik, burada ilçenin ekonomisini kalkındırdık,’ desin diye. Önemli faktörlerden bir tanesi ilçelerde ekonomik hareketlilik sağlamak. Burada şu örneği de söyleyeyim; bir dönem Giresun Üniversitesi üç hafta geç açılıyor ve o zaman açıklama yapan, buna itiraz eden Giresun Otelciler ve Kahveciler Odası oluyor ve diyorlar ki, “Bu sene fındık rekoltesi de kötüydü zaten. Şehrimizde öğrenciden başka para sirkülasyonu yoktur. Dolayısıyla yönetimin, üniversite yönetiminin bu kararı gözden geçirmesini istiyoruz.” Düşünün, yani fındık rekoltesinin yerine öğrencinin getirdiği parayı koymaya çalışıyorlar. Böyle bir anlayış var, böyle bir sistem var. Ekonomik kısmı birincisi. Ekonominin ayrıca büyük sermaye sahiplerine ihalelerle, inşaat ihaleleriyle para aktarma kısmı da var. Ayrıca oralarda istihdam da sağlanıyor yani temizlik görevlileri, temizlik görevlisi için kura ile çekiliş yapılıyor ve o kurayla yapılan çekilişte, çekilişin başında rektör konuşma yapıyor. Yani rektörün konuşma yaptığı bir temizlikçi alımını düşünün ve sonra da şanslı adaylar mülakatla seçiliyor. Mülakat demek, AK Parti'ye yakın birisi ise alınma ihtimali daha yüksek. Yani birincisi ekonomik diyebilirim.

İkincisi, ülkenin 81 ilinde AK Parti çizgisinde konuşacak entelektüeller, tırnak içinde ‘profesörler’ yani sahadan bu yönde bilgi toplayacak, Kürt meselesi konusunda da, kadın konusunda da bu yönde bilgi toplayacak ve bilgileri bu yönde süzecek, AK Parti'ye yakın bir ideolojiyle süz
ecek akademisyenler ve akademik çalışmaların olduğu bir ortam oluşturuluyor bu üniversitelerle ve tabii ki en önemlisi dindar ve milliyetçi bir nesil yetiştirmek. Yani bunun için mesela ‘ÜniAK’ toplulukları var; Üniversiteli AK Gençlik toplulukları, AK Parti'nin birebir üniversitedeki uzantıları mesela. Bu da büyük şehirlerde dikkatimizden kaçan bir şey. Ya da okçuluk kulüpleri var mesela. Artık felsefe kulüpleri ya da sinema kulüpleri yok, okçuluk kulüpleri, ÜniAK'lar var. Üniversitedeki sosyal etkinlikler ya da yurtlarda manevi rehberler, genel olarak öğrencileri dindar ve milliyetçi şekilde yetiştirmek üzere tasarlanıyor. Bunu birebir başaramasalar bile en azından gençleri bir kampüste toplayıp onları kontrol altına almış oluyorlar. Başka şekillerde örgütlenmelerini, başka dünyaları uzanmalarını engellemiş oluyor böylece.



U.P.:Anlıyoru
m.Böyle konuşunca hep söylüyorum, zaman o kadar hızlı akıyor ki 25 dakika aslında hiçbir şey, çok az zamanımız kaldı. Son olarak size şunu soracağım; şimdi üniversitelerde aslında bir akademisyen olmak belli ölçüde bir aidiyet duygusunun da gelişmesiyle mümkün oluyor. Sadece yaptığımız araştırmalarla değil, bulunduğumuz kurumu da bu şekilde sahipleniyoruz. Ama son dönemdeki atamalar olsun, üniversitenin geldiği durum olsun bu aidiyeti de belli ölçüde sarsmaya başlıyor. Herkesin akademisyen olduğu bir Türkiye'de, yani ne bileyim dışarıya çıksanız, sayıları biraz önce söyledik, hemen hemen herkes öğretim üyesi oluyor artık. Kendi üniversitem için de bu geçerli. Kimi zaman çok ciddi kadro ilanları çıkıyor, bunları eleştiriyoruz da. Şimdi böyle baktığımızda, akademisyenlerin son olarak sizin gözlemlerinizle durumları nedir? Bu aidiyet kelimesini nereye yerleştirebiliriz? Aslında bu küçük üniversitelerde, taşra üniversitelerinde akademisyenin bir aidiyeti var mı? Bingöl Üniversitesi’ndeki hikayeye bakınca kitapta yani aidiyeti olan, biraz üniversiteyi benimsemiş olan bir insan, 22 milyon yıldır uzayda seyahat eden bir taşın peşinden koşa koşa giderdi. Ben olsam hiç beklemezdim ama inanılmaz bir hikaye yani. Böyle bakınca bu durumun bu kelimeyle bir bağlantısı olabilir mi? Bu konuda ne düşünürsünüz? Bir de son olarak, buna ek olarak, bu sorun çözülür mü acaba? Yani bu enflasyonda, üniversite enflasyonunda...

T.T.: Yani aidiyet meselesiyle ilgili olarak birebir o kuruma, Bingöl Üniversitesi’ne değil de akademik kuruma ait hissetmek gibi bir şeyden bahsediyorsunuz.

U.P.: Evet, evet kesinlikle…

T.T.:Şöyle; b
ir araştırma görevlisi diyor ki dekanına, ‘Ben bırakacağım doktorayı.’ Dekan, çekmeceden hesap makinesini çıkartıyor ve hesap makinesiyle hesap yapmaya başlıyor. “Bak” diyor, “İşte doktoranı bitirirsen, şu kadar maaş alacaksın. Ek dersle bu maaş şuna çıkacak, sınavlara gireceksin, şöyle olacak,” diye ne kadar maaş alacağını hesaplıyor. Yani aslında böyle. Bir bilim aşkı, araştırma yapalım, öğrenelim, gençlerle birlikte öğrenelim, öğretelim; böyle bir hevesin en azından böyle üst kademelerde dekan, bölüm başkanı gibi yerlerde çok çok az olduğu yani daha çok devlet memuriyeti şeklinde, özellikle taşrada bir de Anadolu'da olduğunuz için, ekstradan da maaşınıza bir ek ödeme alıyor, gayet güzel, maaşınızın yüksek olduğu ortamlarda bir memur zihniyetiyle genellikle görev yapıyor en azından yönetici kadrosundakiler. Dediğim gibi genç akademisyenler arasında böyle daha bir mesleğine hevesle, tutkuyla sarılanlar var ama böyle bir ortam onları çok sınırlıyor. Yani eminim ki büyük üniversitelerdeki insanlar bile olan biteni gördüklerinde sürekli bir hayal kırıklığındave o hayal kırıklığı içinizdeki hevesi de tüketiyor. Zamanınız az kalmış olabilir ama bir örnek söylemek istiyorum.

U.P.:Lütfen rahatlıkla konuşabiliriz.

T.T.:Bir üniversite
ye araştırma görevlileri alınıyor. Bir WhatsApp grubu kurulmuş durumda ve yönetimden birisi de var. Araştırma görevlilerine şöyle bir mesaj geliyor, kadroya girişinizi kutlamak için yönetici hanıma - yönetici hanım işte bir üst seviye birisi - , ‘Beymen'den çanta almanız uygun olur’ deniyor mesela. Yani bu bana sembolik olarak da çok çarpıcı geliyor. Üniversiteye ilk adımınızı atarken, attığınız anda boyun eğmenizi, sizin aslında akademik ahlakla, etikle hiç alakası olmayan bir şey yapmanızı istiyorlar. Üniversiteye böyle adım atabiliyorsunuz. Genç araştırma görevlileri de maalesef böyle ortamlarda kendilerini koruyabildikleri kadar korumaya çalışıyorlar. Bunun sonrasında ne yapmak gerekir, bu üniversitelerden ne olur? Yani maalesef kanıksıyoruz, bu değersizleştirme var, görüyoruz. Her gün neredeyse bir haber çıkıyor durumun komikliğine dair ama artık bunları kanıksamış vaziyetteyiz ve açıkçası diğer partilerde, yani atıyorum, bir küçük şehirde üniversite kurulurken, Giresun'da, Şebinkarahisar'da CHP'liler de bunu destekliyorlar. Dolayısıyla bu gidişat bu şekilde hayra alamet gibi görünmüyor. Ne yapmak lazım? Kesinlikle ilçelerdeki yüksekokulları, meslek yüksekokullarını kapatmak lazım. Üniversiteleri çok ciddi bir budamadan geçirmek lazım çünkü şu anda mevcut şişkinlik içerisinde yükseköğretim çürümekte. Yani bu çürümeden korumak için gerçekten çok ciddi bir budama yapmak lazım ve asıl mesele, en başta da konuştuğumuz gibi, üniversite öncesi eğitimde. Türkiye gerçekten eğitimini yükseltmek istiyorsa yapması gereken şey, üniversite öncesi eğitime bakmak.Üniversiteye sıfır netler ile eksi netler ile öğrenci taşımak, bize bir şey getirmeyecek. O öğrencilerin sıfır net yapmayacak şekilde üniversite öncesinde eğitilmesi gerekiyor.

U.P.:
Çok teşekkürler Tuğba Hanım. Gerçekten çok kıymetli bir söyleşi olduğunu düşünüyorum ben.
Hayalimdeki söyleşiyi sizinle beraber gerçekleştirdim, kitabınızı okuduktan sonra gerçekleştirdim. Ben dinleyicilerimize de şiddetle tavsiye ediyorum Taşra Üniversiteleri’ni; çok iyi bir araştırma örneği, çok iyi bir araştırma kitabı. Türkiye'deki hem üniversitenin tarihi hem de bugünkü durumunu net bir şekilde gösteren sayılı eserlerden bir tanesi. Bence son dönemlerdeki tek eserden bir tanesi, bunun da altını çizmek istiyorum. Programın sonuna geldik. Ben size tekrardan çok teşekkür ediyorum, iş yükünüz arasında geldiğiniz, vakit ayırdığınız için.

T.T.: Son derece keyifli bir sohbetti benim için. Davet ettiğiniz için çok teşekkür ederim.

U.P.:Eksik olmayın! Önümüzdeki haftalarda Antroposen Sohbetlerde tekrar beraber olacağız. Ben bu vesileyle dinleyicilerimize de iyi akşamlar diliyorum. Görüşmek üzere, hoşça kalın.


Kaynaklar:

Taşra Üniversiteleri - AK Parti’nin Arka Kampüsü, Tuğba Tekerek, İletişim Yayınları, 400 sayfa. ISBN: 9789750534218, 2023
 
Akademik İflas: Türkiye'de Yükseköğretim Arenasındaki “Değer” Erozyonu, Utku Perktaş, Yetkin Report, 2023.