Sadelikte Derinlik: Mimarlık ve ekoloji arasında azın gücü

-
Aa
+
a
a
a

Antroposen Sohbetler'de Utku Perktaş, peyzaj mimarı Enise Burcu Derinboğaz ile mimarlık ve ekoloji arasındaki ilişkiyi, sadelik kavramının tasarım süreçlerindeki yerini ve azın çok olduğu anların yaratıcılığa nasıl yön verdiğini konuşuyor.

""

Bugünkü programımızda sadeleşmenin mimarlık ve ekoloji arasındaki güçlü etkisini ele alacağız. Bu nedenle program başlığımız ‘Sadelikte Derinlik’ oldu. Peyzaj mimarı Enise Burcu Derinboğaz ile sadelik kavramının tasarım süreçlerindeki yerini ve azın çok olduğu anların yaratıcılığa nasıl yön verdiğini konuşacağız. 

Satırbaşları

  • Peyzaj kavramı, Türkçe'de yeterince zihinsel bir çağrışım yapmıyor. Ancak bahçe gibi somut ve anılara dayalı kavramlar doğa farkındalığı yaratmak için güçlü bir başlangıç sunuyor.
     
  • Mimarlık ve peyzaj tasarımında sadeleşme, karmaşık süreçlerden geçerek doğaya kendi gücünü kullanabileceği alanlar tanımakla mümkün oluyor.
     
  • Doğaya bakarak onun taklidini yapmak değil, ona bir alan vererek kendi olma haline bırakmak, mimarlık ve peyzaj tasarımında sadeleşmenin en gelişmiş noktasıdır.
     
  • Bir tasarım sürecinde, tüm problemleri çözmeye çalışmak yerine odaklanılacak noktaları seçmek ve diğerlerini geride bırakmak, sadelik sürecinin önemli bir parçasıdır.
     
  • Bahçe tasarımı, tarihsel süreçte üretimden estetiğe, doğayla derin bir ilişki kurmanın farklı yollarını yansıtarak sadeleşmenin bir modeli haline gelmiştir.
     
  • Sadelik; hem mimarlıkta, hem de ekolojik tasarımda karmaşayı aşıp netliğe ulaşmayı ve nitelikli bir çözüm sunmayı gerektirir.
     
  • Tasarımdaki sadelik, yalnızca estetik değil; aynı zamanda doğanın kendi süreçlerine saygı gösteren bir yaklaşımı ifade eder.

Utku Perktaş:Antroposen Sohbetler'e hoş geldiniz, ben Utku Perktaş. Bugün programda çok kıymetli bir konuğum var. Kendisiyle ne zamandır buluşmayı istiyorduk, bugüne nasip oldu, buluştuk. Çok da güzel bir başlığımız var; Sadelikte Derinlik: Mimarlık ve ekoloji arasında azın gücü. Az, kimi zaman çok oluyor ve bu felsefe üzerinden sorularım var benim.

Ben biraz heyecanlı başladım. Enise Burcu Derinboğaz ile beraberim bugün. Kendisiyle New York'ta tanıştık ve çok da mutluyum tanıştığıma açık söylemek gerekirse. New York'ta çok verimli bir toplantımız da olmuştu ve belli işbirliklerini de yapabileceğim çok dolu bir arkadaşım diye tanıtayım Enise'yi. Kendisi mimar, bu nedenle de mimarlıkla ekoloji arasındaki bağlantıyı bugün sadelikle buluşturmaya çalışacağız. Böyle kısa bir giriş yapayım ve çok da lafı uzatmayayım, Enise bekliyor beni. Hoşgeldin Enise, çok teşekkür ederim. Bir şeyleri eksik bırakmış olabilirim ama heyecanla söyledim. Tanıştığımıza çok sevindiğim için bunun da altını çizmek istedim girişte. Nasılsın, ne var ne yok? Eksik olma, iyi ki geldin.

Enise Burcu Derinboğaz: Utku merhaba, çok teşekkürler davetin için. Ben de gerçekten çok mutluyum. Biliyorsun, Antroposen Sohbetler'in dinleyicisiyim aynı zamanda. Umarım güzel bir sohbet olur ve herkes için de keyifli olur.

U.P.: Evet, bizi güzel bir sohbet bekliyor diye düşünüyorum ben de. Öncelikle kısa da olsa seni tanıma şansımız olabilir mi? Seni senin ağzından tanısak, ben değil de sen biraz kendinden bahsetsen dinleyicilerimiz için kısaca. Sonra da ben sorulara geçsem başlığımız ölçüsünde, ne dersin?

E.B.D.: Tamam. Bu hep en zor sorudur, kısaca kendinden bahsetmek. Sen mimar dedin ama peyzaj mimariyim ben - tabii peyzaj da mimarlığın bir kolu ya da uzantısı diyeyim. Ben doğayla ilgili çalışıyorum, çevreyle ilgili çalışıyorum. Çok uzun süre peyzaj mimarlığı yaptım; belediyelerle, bakanlıklarla, özel sektörlerde farklı ölçeklerde projeler yaptım. Yani bahçe ölçeğinden master plan ölçeğine kadar ekolojik restorasyon projelerinde, kamusal alan projelerinde çalıştım ve yaklaşık dört yıldır da doğa farkındalığı üzerine odaklanıyorum. Yani doğa ile ilgili ilişkimizin nasıl iyileştirileceği ve bu konuda bir farkındalık yaratmaya çalışıyorum. Bunu daha önce tasarım aracılığıyla mimarlık projelerinde yapıyordum, şimdi ise biraz daha iletişimi odağıma aldım. 

U.P.: Çok teşekkürler, güzel bir başlangıç oldu. O zaman ben yavaş yavaş sorularıma geçebilirim. Mimarlık ve landscape ekoloji arasında - landscape ekoloji diyorum ama landscape’i Türkçeye biz peyzaj diye çeviriyoruz ki ne kadar doğru çeviriyoruz onu da bilmiyorum ama bu peyzaj ekolojisi olarak geçiyor ekoloji içerisinde de; konuya yabancı olmayanlar aslında ne demek istediğimizi daha iyi anlayacaklar belki çünkü bazı kelimeleri Türkçeye çevirmek de zor olabiliyor - nasıl bir ilişki görüyorsun deyip başlasam ve sonra da sadeliğe geleceğiz tabii.

E.B.D.: Aslında o ilişkiden önce belki tam da bu landscape, peyzaj karışıklığına bir not verebilirim araya. Peyzaj; Osmanlı Ressamlar Cemiyeti mecmuası ile 'paysage' olarak ilk kez Türkçeye giriyor. Tırnak içinde: Fransızcadan aldığımız, ödünç aldığımız bir kelime yerine dilimize uygun bir şey koyamıyoruz, o yüzden de peyzaj olarak kullanılmaya devam ediyor. Bu problemli bir konu çünkü bizim zihnimizde hiçbir şey çağrıştırmıyor. Bunu da şöyle açıklayabilirim; diğer dillerdeki karşılıklarına baktığınızda; Fransızca, İtalyanca, İngilizce, Almanca hatta Japonca’da bile hep böyle toprakla, doğayla değil ama arsa ile ilişkili bir çağrışımın olduğunu görüyoruz. Bunların hepsinde bir bileşik kelime karşımıza çıkıyor ve o yüzden arsayla, toprakla, doğayla, açık alanla ilgili bir zihinsel resim ortaya çıkartıyor. Türkçede ise bunu göremiyoruz, o yüzden bu problemli bir kavram ki bununla ilgili çokça da yazı yazılmıştır. Peyzaj mimarlığında da konumuz peyzaj olduğu için bunu hep düşünürüz, yerine de bir şey koyamayız. Ne yazık ki bu konudaki algımız dille ilişkili olarak çok şeyi değiştiriyor. Ben de hakikaten Türkçede bunun yerine ne kullanabilirize yanıt veremiyorum. 

Senin soruna dönecek olursak, mimarlıkla ekoloji, mimarlıkla peyzaj ekolojisi, ilişkisi sorunu şöyle daraltmak isterim; mimarlık çok geniş bir konu: Kamusal alan var, kent var. Birçok alanda mimarlıktan söz edebiliriz. Ben yapı ve ekoloji olarak soruna yanıt verebilirim bence ve oradan da yine mimarlığın farklı ölçeklerine konuyu açabiliriz. Sonuçta yapı inşai bir faaliyetin sonucu, o nesne bir zemine oturuyor ve bu zeminin içinde bir topografya var, kültür var, doğa var, kent var - herhangi bir şey ve o zeminle kurduğu ilişkide de yapının çeşitli diyaloglar kurması gerekiyor ya da bazen kuruyor, bazen ise kuramıyor. Topografyayı, kültürü, türleri içeren zeminin içinde ekoloji de var, çeşitli türler de var, biyoçeşitlilik de var. Yapı bu zeminle ilişkiyi kurarken ya da çevresiyle diyaloglar oluşturabilir yani daha açık olabilir, daha kapalı olabilir, daha mesafeli olabilir, daha yukarıda olabilir, sadece manzara sunan bir bakış açısı olabilir, saygılı olabilir, saygısız olabilir - yapının zeminiyle ve ekolojisiyle kurduğu ilişki olarak orada birçok metaforik şey kurabiliriz. 

Ben pratikten gelen biri olarak yani mimarlık, peyzaj mimarlığı içinden gelen biri olarak yapıların peyzaj ile ilişkisinde geçirgenliği ve diyaloğun nasıl kurulacağına çalışmış biriyim. O yüzden bununla ilgili çok farklı şeyler yani iyi örnekler de, kötü örnekler de gördüm. Aslında iyi veya kötü de değil bazen, az önce bahsettiğim gibi sadece mesela yapının peyzajı, bir ekolojiye bakıp mesafe alması kötü bir örnek de olmayabilir. Bu arada bütün bunlardan bahsederken ben şundan bahsetmiyorum yani yapının sürdürülebilirlikle ilgili inşaat faaliyetlerinde kullanılan kriterlerinden kesinlikle bahsetmiyorum - yapının kendini ekolojiyle, peyzajla nasıl pozisyonladığını, nasıl bir ilişki kurduğunu, çevresiyle ve o yapının kullanıcısına ne mesajı verdiğinden bahsediyorum. 

Burada geçirgenliğin önemli olduğunu düşünüyorum ama bazen şöyle yapılar görüyoruz; kendini öyle konumluyor ki ve öyle doğaya ve çevresine bir bakış sunuyor ki kullanıcısında inanılmaz bir saygı ve duygusal bir şey uyandırıyor. Mesela böyle yapılar da çok. Yapının içinden peyzaja bakmak, peyzajdan yapıya bakmak, bunlar gerçekten çok yoğun ve derin konular.

U.P.: Çok teşekkürler, çok güzel başladığımızı düşünüyorum. O zaman bu aralar biraz taktım bu sadeliğe ve daha az karmaşanın, daha fazla netliğin ortaya çıkmasına sebep olduğunu düşünüyorum yani daha az karmaşa, daha fazla netlik demek diye de not almışım. Sence mimarlığa ve landscape ekoloji alanlarına bunu nasıl uygulayabiliriz, neler söylersin?

E.B.D.: Sadeleşme bence bayağı zor bu arada özellikle de bugün. Mimarlık, ekoloji, zihinsel sadeleşme yani birçok anlamda incelmiş olmayı gerektiren bir bakış açısı gerektiriyor diye düşünüyorum. Buna belki iki tane de örnek verebilirim; bahçe tarihi üzerinden sadeleşme konuşabiliriz ve bir de benim üniversitede öğrencilerde gözlemlediğim yani tasarım yapmayı öğrenirken bir projeye başlamak ve onun kendi süreci içerisinde birçok fikri bir araya getirmeye çalışırken sadeleşmenin ne kadar zor olduğuyla ilgili gözlemlerimden bahsedebilirim. Bahçeden başlayalım istersen, biliyorsun ben bahçelerle ilgili konuşmayı çok seviyorum.

U.P.: Senin bahçelerin bana çok iyi geliyor. Çok da merak ettim ve katılmak da isterim derslere. Çok çok önemli bir soru bence ve çok da temel bir soru, benim aklıma gelmemişti ama ekolojik olarak da çok şey anlattığını düşünüyorum.

E.B.D.: O da nasıl oldu, biliyor musun? Belki bir peyzaj sorusuyla bunu ilişkilendirebilirim - dedim ya, peyzaj aslında kimsenin kafasında bir çağrışımı yok yani bizim alanlarımızdan olmayanların zihninde bir çağrışımı yok. Mesela ben peyzaj mimarlığı okumaya başladığımda onun ne olduğunu bile anlatmakta zorlanıyordum ve bütün metodik derslerimde peyzajın etimolojisinin anlamının insanlarda uyandırdığı çağrışımlarla ilgili çalışmalar yapmıştım ve işin içinden çıkamadım yani peyzajla ilgili hiçbir şey canlanmıyor kafamızda. Ama şunu düşünüyorum; bahçe deyince herkesin aklında bir şey canlanıyor yani herkesin bir anısı, bir düşüncesi, bir hayali var. Bu illa bir saray bahçesi olmak zorunda da değil; büyüdüğümüz bahçe, evimizin bahçesi, kentteki bahçe, çocukluğumuzdaki bahçe, köyümüzdeki bahçe de olabilir. Yani çok fazla şey canlandırıyor ve o yüzden ben bahçenin üzerinde duruyorum ki doğa ile ilgili, doğa farkındalığı ile ilgili çalışırken de böyle. 

İklimle konuyu karıştırmak, bulandırmak istemiyorum ama insanların harekete geçmesini istiyoruz yani bir şeylere ‘dur’ demeye çalışıyoruz. O insanlara ulaşmamız lazım. Koruma kültürü, senin de çok iyi bildiğin gibi,’hadi bunu alın koruyun’ deyince olmuyor, onu sahiplenmesi gerekiyor, onu tanıması gerekiyor. Neyi koruyacak, ne ile neyi savunacak? O farkındalık da ancak peyzaj gibi, iklim gibi soyut kavramlarla değil, çok iyi bildiği, çok iyi tanıdığı, onunla ilgili anlamlar yaratabileceği bir kavramla da olabilir diye düşünüyorum. Bahçe bunun için iyi bir başlangıç. Bunun bu kadar altını çiziyor olmamın tek sebebi aslında insanlara çok kolay ulaşabiliyor olmamız. 

Bahçe tarihi üzerinden sadeleşmeye dönecek olursam; bahçe, avcı toplayıcı dönemde tarım devrimi, daha sonra kentlerin kurulması, yenilebilir bahçeler ve üretimle ilgili faaliyetlerle kapalı bir alan olarak hayatımıza giriyor yani kendi sınırının olması çok önemli. Ekolojik bahçenin her zaman bir sınırı vardır ve olacaktır da - bu insanın teritorisidir yani burası benim dediğim şeydir. Mülkiyeti de karıştırmıyorum ama her zaman kapalıdır. Bahçe, öncelikle kendi sınırları içerisinde bir üretim amaçlı başlıyor. Tabii yerleşkeler kurdukça bizim gıda ile ilişkimiz değişiyor ve üretime başlıyoruz. Üretimle ilgili teknolojileri keşfettikçe, geliştirdikçe işin içine estetik girmeye başlıyor. Sanatla, şiirle, müzikle yoğrularak, çok hızlı bir geçişle Rönesans'a geliyoruz - tabii bu Batı tarihi okuması, Doğu’yu karıştırmıyorum çünkü o benim konum değil, onun üzerinden de başka bir okuma yapabiliriz ama inan bana gerçekten çakışmalar oluyor yani Batı ile Doğu’yu biraz karşılaştırmış birisi olarak oradaki çakışmaları da gördüğüm için gönül rahatlığıyla bundan bahsedebilirim. Bizim coğrafyamızda da bir tık daha geriden geliyor ama yine aynı zaman çizelgesinde bahsedebiliriz. Bahçe, şatafat. Bahçe, politik bir sembol. Bahçe, büyük bir güç. Büyük bahçeler, geometrik düzenler, dev fıskiyeler, dünyanın her yerinden keşiflerden gelmiş ürünlerin, eserlerin sergilendiği büyük bir resim. İçinde olmak için değil, yürümek, zaman geçirmek ve bakmak için olan bir yer bahçe. Sonra sadeleşme konusundan çok uzaklaşmadan yavaş yavaş natüralist akımla - tabii bunlar içinde şey çok var; edebiyat, felsefe çok etkili. Doğayla ilişkimizi sorgulayan, onu şiire, onu müziğe yansıtan sanatçılar çok önemli. Bu dönemde zaten herkes bir arada üretiyor ve bahçe de bunun bir parçası yani bahçe apayrı bir şey değil, şiirden ayrı bir sanat alanı değil o dönemde. Dolayısıyla doğaya bakıp uzaklaştıkça aslında ona yakınlaşmanın yollarını aramakla ilgili arayışlar bahçe sanatına da yansıyor. Turist akımını da ben böyle çıkmış olarak yorumluyorum. Naturalist akımla birlikte bahçeler doğalmış gibi görünmeye başlıyor yani bunlar kesinlikle süksesyonla, ekolojik süreçleriyle olan bahçeler değil. Naturalist bahçeler gerçekten her bir metrekaresi tasarlanarak, doğalmış gibi görünen bahçeler olarak ortaya çıkıyor ama biz orada o çizelgenin içinde bir sadeleşmeyi de yavaş yavaş görüyoruz - en azından böyle görüntü olarak daha doğalmış gibi görünüyorlar. Biraz daha bakmakla değil, içinde olmakla ilgili bir deneyim sunmaya başlıyorlar.

Bugüne geldiğimizde de biliyorsun, artık ekolojinin prensiplerini daha iyi biliyoruz, daha iyi tanıyoruz ki tasarımla da bu artık daha iyi buluşuyor. Tasarımcılar bu prensipleri öğrendikçe ve sahada inşa ettikçe bunun bilime de yansıması oluyor. O ilişki çok geçirgen artık ve o yüzden bir şeyleri kendi haline bırakarak tasarlama pratiği bugün artık oturmuş durumda, bunu çok net söyleyebilirim ve buna ben sadeleşme olarak bakıyorum açıkçası yani doğayı kendi gücünü kullanarak, kendi yaratabileceği alanı tanımlamak bence bahçe tasarımında, peyzaj tasarımında bugün geldiği en gelişmiş nokta ve sadeleşmeyi ben orada görüyorum; Doğaya bakarak onun taklidini yapmak değil, ona bir alan vererek onun kendi olma halini bırakmak. Bence mimarlığın da sadeleşme anlamına geldiği en üst nokta da bu.

U.P.: Benim aslında bir sorum daha vardı bununla alakalı olarak, zannediyorum ona da cevap vermiş gibi olduk - şimdi tekrar da olsun istemem çünkü sadelikten de bahsettik ve senin bu bahçe üzerinden verdiğin açıklama benim açımdan tam oturdu, o yüzden ben sana bıraktım sözü.

E.B.D.: Senin sorun mimarlıkta ve ekoloji ve sadeleşmenin nasıl olabileceğiydi değil mi? 

U.P.: Evet. Burada demek istediğim daha az karmaşa netlik demek ve bu sadelik prensibini ele aldığımızda bu sadeliği mimarlık ve ekoloji alanına nasıl uygulayabiliriz dediğimde, aslında senin yaptığın açıklama belli ölçüde bahçeler üzerinden yeterince tanımladı gibi geliyor bana. O yüzden sorum aslında sadeliğin altını çizmekti ama sadeliğe yeterince vurgu yaptık diye düşünüyorum.

E.B.D.: Biraz vurgu yapıyorum aslında yani bu sadelik nasıl oluyor sorusunun cevabını ben de bilmiyorum. Belki onu konuşabiliriz. 

U.P.: Söyleyeyim ben yani benim sadelikten kastım şu; aslında gerek ekolojide, gerek evrimsel biyolojide ya da biyolojinin genel alanları içerisinde ‘parsimoni’ diye bir tanımımız var - olayları çok karmaşıklaştırmadan bir açıklama getirebilmek çünkü karmaşığı açıklarken her zaman spekülatif tarafları daha fazla olacak. Dolayısıyla nasıl açıklayabilirim bunu bilmiyorum ama şöyle açıklanabilir belki, en yalın açıklama, en basit cevap aslında en doğru cevaba götürecek bizi. Biz bunu biyolojide çok kullanıyoruz ve evrimsel ağaçları çizerken yani akrabalık ilişkilerini türler arasında ortaya koyarken karmaşık bir takım sorular sorabiliriz, işin içine bir sürü faktör katabiliriz. Bunları katmaktansa en yalın açıklamayla evrimsel olarak açık, en doğru açıklamaya gitmeye çalışıyoruz. 

Yıllar önce doçentlik sınavına girerken bir arkadaşım bana bir örnek vermişti yani sınava gireceğiz ertesi gün ama gece parsimoni konuşuyorduk. Ona da bir atıf yapmış olayım, aynı şeyi burada sana da söyleyeceğim: Şimdi gece saat 12 sularında çıktın eve gidiyorsun. Eve giderken çok kuytu, karanlık bir sokağa girdin. Sen kaldırımın bir tarafında yürüyorsun, yolun diğer tarafındaki kaldırımda da birisi yürüyor ama o birisinin böyle sendeleyerek yürüdüğünü görüyorsun ve bu adam hakkında ben orada bir anda beliriyorum senin yanında ve diyorum ki, ‘Sana üç tane şık veriyorum, bu adam hakkında bir çıkarımda bulunacağız. Birincisi, bu adamın orta kulak problemi var ve dengeyi sağlayamıyor. İki, bu adamın ortopedik bir problemi var. Üçüncüsü ise bu adam çok fazla alkol almış, içki içmiş olabilir ve dolayısıyla buna bağlı olarak sarhoştur belki o yüzden sendeliyordur. Senin aklına gelen hangisi olur, bu üç tane şıktan hangisini tercih edersin, en en basit açıklama ne olabilir?

E.B.D.: Üçüncüsü herhalde.

U.P.: Herkesin aklına üçüncüsü geliyor ki büyük ihtimalle de adam öyle çıkacaktır. İşte bu parsimoni yani ‘Ockham'ın usturası’ - kısadan kesip atıp, açıklama yapabilmek. Tamam ama adamın belki de orta kulak problemi var, bilmiyorum, gidip sormadık, adamı muayene etmedik. Adamın belki de belinde bir problem var, bilmiyorum, belki de ortopedik bir sıkıntısı var ama karşımıza çıkan kişide eminim ki %95 örnekleme yapsak böyle çıkacak. Dolayısıyla en yalın açıklama en doğru açıklamaya götürüyor, biyolojide böyle bir şey var.

E.B.D.: Evet, kuşkuculuk da var işin içinde yani iyi bir bilim insanı olmak için yeterince de kuşkucu olmak gerekiyor.

U.P.: Muhakkak.

E.B.D.: Aslında ilk aklına geleni kabul etmemeyi de öğretiyor. Benim bildiğim kadarıyla bir bilim eğitiminde - tasarım ile de çok paralellikler var - çok zor sadeleşme. Mesela şöyle bir örnek vereyim; bir tasarım projesine başlarken problemi çözülmesi gereken bir alan var ve onunla ilgili talepler var, beklentiler var. Belki bir yapı inşa edilecek, belki oradaki işveren kamu olsun, STK olsun, özel sektör olsun orada bir talep var ve oranın mesleki, ahlaki çerçevesinde en iyi şekilde doğaya kazandırılması, ilişkilerin düzgün kurulması gerekiyor. Oradaki prensipler yani altyapı, mimarlık, kültür, topografya, ulaşım yani bütün şeylerin en iyi şekilde anlaşılması gerekiyor. Birincisi, bunların içinde potansiyeller var, problemler var, çok fazla denklemin bir araya getirilmesi gerekiyor. Dolayısıyla biz cebimizdeki her şeyi, bütün analizleri öncelikle önümüze koyuyoruz. Sonra sadeleşme süreci başlıyor. Mesela şimdi bir fikir geliyor yani senin verdiğin örnekte üçüncü şık da diyemedim. Aslında bir demek istedim ben yani kuşkucu olduğum için bir de diyebilirdim muhakkak.

U.P.: Bu benim sana söylediğim çok indirgemeci de olmasın ama genel olarak örnek vermek adına söyledim. Tabii ki kuşkucu olmakta fayda var. Yalın derken de yanlış ifade etmiş olmayayım kendimi. Dolayısıyla sadeliğin içindeki netliği yakalayıp bunu gösterebilmek zannediyorum biraz daha nitelikli bir bilgiyi gösterebilmek oluyor yani niteliği artırıyoruz. Sadeliği belirtmeyip karmaşıklığın içinde kaybolduğumuzda nitelik de aşağıya inmeye başlıyor ve dolayısıyla farklı bir şey söyleyebiliriz. Ama hangisi doğru? 

E.B.D.: İşte bence o bir süreç yani sadeliğe uzanan bir süreç, ben öyle görüyorum ve bu karmaşadan geçiyor. 

Tasarım sürecini anlatmaya geri dönecek olursam, kendimden örnek vereyim. Büyük bir master plan projesine başlıyoruz ve bir sürü problem var; ulaşım var, altyapı var, sosyokültürel yapı var, koruma alanları var, dere var vs. Bunların hepsi önünüzde bir problem seti gibi duruyor. Önce biraz eskizlerle başlıyorsun, bir şeyleri ekliyorsun, sonra başka bir şeyler yapıyorsun, sonra başka bir şeyleri ekliyorsun. Bütün resmi çizdiğinde aslında acayip dağınık yani yapmak istediğin her şeyi, çözmek istediğin problemlerden oluşan ve hiçbir anlama gelmeyen bir puzzle ortaya çıkıyor ama teknik olarak bütün problemleri çözüyor. Korkunç bir tasarım ama çözüyor, alt yapıyı çözüyor, korumayı çözüyor. Altyapısını çözdükten sonra yavaş yavaş orada biraz daha zihinsel bir süreç gerekiyor. Sonuçta bunların da bir zamanı var. Bilimsel çalışmalarda da öyledir. Biraz onu bırakmak lazım yani zihinde onun pişmesi lazım. Tasarım da aynen böyle. Onu bir zamana bırakıp biraz ortamın, zihnin dinginleşmesini bekledikten sonra yavaş yavaş öyle bir şeye evrilebiliyor ki bunu sadece iyi tasarımlar yapabiliyor. Aslında bu gerçekten hiç kolay bir şey değil yani mimar öyle, peyzaj da öyle. Öyle bir çizgi yaratırsın ki senin çözmek istediğin bütün problemleri kendi içinde çözer ve bunu çok güçlü bir şekilde yapar, bütün dokunmak istediği alanlara dokunup o problemi çözer ve aslında çoğunlukla bir tasarım bütün problemleri de çözemez. Neyi çözmeyeceğini de geride bırakmak gerekir yani bunlar bunun konusu değil, ben bunu çözüyorum diyebilmek de önemlidir. Her tasarım her problemi çözemez ama neyi çözeceğine odaklanmak o sadelik sürecinde gereken bir karardır. O da ancak böyle sürecin ortalarında karar verilebilen bir şeydir. 

Nedense sen bilimsel araştırma süreçleriyle ilgili konuştukça tasarım projeleriyle ilgili paralellikler de görüyorum aslında ama soruna tekrar geri dönecek olursam, o sadeleşme önce karmaşayı gerektiriyor diye düşünüyorum.

U.P.: Anladım. Bu, başka türlü bir felsefi yaklaşım oldu. Çok teşekkürler, çok da iyi oldu bence. Şimdi ben aslında şöyle bir soruyu atlıyorum. O zaman şunu soracağım sana ve aslında bir programı daha seninle rezerve etmek istiyorum burada çünkü burada bitirmemeliyiz bence biz bu sohbeti. Mimarlık ve peyzaj tasarımlarında bu konuştuklarımız ölçeğinde düşünecek olursak, senin limitlerimiz dediğin noktalar var mı? Bu noktalar neler olabilir ve fiziksel ya da yaratıcı sınırlamaları nasıl aşabiliriz?

E.B.D.: Benim pratiğim gereği aslında o limitsiz düşünme yani biz limitsiz düşünmeye çalıştırırız çocukları, o algı önemlidir. Yani konumuz ekoloji ya aslında konumuz ekolojinin sınırları kadar limitli, öyle söyleyeyim ama pratikte çalışma alanının her zaman kendi sınırları olduğu - tıpkı bir bahçe gibi. Yani bir peyzaj mimarlığını ya da mimarlığı bir arsa sınırı olmadan inşa edemezsin yani büyük bir alan da olsa, kentsel tasarım da olsa o sana zaten limiti verir, sınırın odur fiziksel olarak ama düşünsel olarak limitsiz düşünebilmelisin ve bence yok. Bu da zaten hem karmaşayı, hem de sadeliği konuştuğumuz konuları daha da zorlaştıran bir şey belki de. Kimine göre kolaylaştırıyor olabilir, ilk başta zor değil ama o inceltme daha sofistike olma sürecinde çok odaklanma gerektiren bir konu. Bence limit yok. 

Hatta Utku, şunu düşünüyorum; sergilerde yapay zeka ile ilgili, dijital teknolojilerle ilgili – biliyorsun, burada da çok var - birçok deneyim, doğa ile ilgili yeni çalışmaları gördükçe, özellikle de sanatta şunu bile düşünüyorum. Yani bu başka bir konu ama limit soruna yanıt verir diye düşünüyorum. Augmented Reality'de ya da işte sesle ilgili çalışmalarda yani benim doğanın fiziksel olarak bildiğim doğanın içinde olmamam bu çalışmaların doğal olmadığını göstermez diye düşünüyorum. Yeni doğa dediğimiz şey ya da yeninin yenisi olan doğa konuya başka bir boyut kazandırıyor. Bu ve buna doğa dememek elde değil diyorum. Bazı sanatçıların çalışmalarına baktığımda o da beni çok etkiliyor. Dolayısıyla insan olarak, bedensel ve zihinsel olarak bizim limitlerimiz var ama konunun limiti yok.

U.P.: Enise, çok teşekkür ediyorum yani akıcı bir sohbet olduğunu düşünüyorum, benim açımdan çok da faydalı oldu. Ne kadar soruları konuşsak da birtakım şeyler doğaçlama çıkıyor zaten, bence o akışı da böyle zenginleştiren bir şey o doğaçlama. Şimdi burada bir programı daha seninle rezerve etmek istiyorum ve aslında karmaşık ve aşırı bilgi yerine odaklanmış sorularla derinlemesine keşifler yapmanın, mimarlık projelerinin ve ekolojik tasarımların nasıl etkisi olabileceğini yine beraber tartışabiliriz diye düşündüm ama bu açılabilecek bir konu. Programın süresi yaklaşık 25 ila 30 dakika ile sınırlı ve yaklaşık 30 dakikaya yaklaştık. Zaman çok hızlı akıyor, hep de böyle oluyor. Dolayısıyla ben şimdiden dinleyicilerimize söylemiş olayım. Rezerve ederek seninle bir program daha yapabilirsek bence güzel bir resmi oluşturmuş olacağız Sadelikte Derinlik’ başlığı altında ve senin için de uygun olursa çok mutlu olurum. Çok teşekkür ediyorum bugün için.

E.B.D.: Ben teşekkür ediyorum.

U.P.: Eksik olma diyorum, ağzına sağlık.

E.B.D.: Çok sevgiler.

U.P.: Çok teşekkür ediyorum. Dinleyicilerimize de bu vesileyle iyi akşamlar diliyorum. Önümüzdeki günlerde Antroposen Sohbetler’de tekrar buluşmak üzere hoşçakalın.