Antroposen Sohbetler'de Utku Perktaş, iklimsel dengesizliklerden, mikroplastiklerden ve henüz literatüre girmiş bir konu olan yok oluşların sorgulanan çerçevesi üzerine konuşuyor.
İçinde yaşadığımız çağ, doğanın ritminin bozulduğu, insan müdahalesinin gezegenin en derin dokularına işlediği bir döneme işaret ediyor: Antroposen. Bu çağda doğa artık yalnızca bir arka plan değil, kırılgan bir özne. Son dönemde yayımlanan üç farklı bilimsel araştırma, bu kırılganlığı farklı düzlemlerde gözler önüne seriyor. İklimin dengesizleşen karakteri, plastikle kirlenen ekosistemler ve kitlesel yok oluşların kavramsal sorgusu... Yok oluşların sorgulanan çerçevesi henüz literatüre girmiş bir konu ve gerçekten biz bilimcilere ilginç bir bakış açısı sunuyor. Kısaca buradaki konuların her biri, içinde bulunduğumuz çağın sarsıntılarını anlamak için kritik ipuçları sunuyor.
İklimsel Whiplash: Doğa Sarsıldığında
'Whiplash' kelimesini orijinal haliyle bırakmak istedim, zira bilimsel camiada iklimsel salınımlar için yaygın olarak kullanılan bir kelime statüsünde. Ancak ben bu kelimeyle iklimsel dalgalanmalardan, ani değişimlerden bahsettiğimi belirteyim.
California Üniversitesi’nden Daniel Swain ve ekibinin Nature Reviews Earth and Environment dergisinde yayımlanan çalışması, yakın geçmişte, özellikle de son on yıllarda dünya genelinde gözlenen ani iklim geçişlerine odaklanıyor. Bilim insanlarının 'whiplash' olarak tanımladığı bu olgu, kısa süre içinde kuraklıktan sele ya da aşırı yağıştan kuraklığa geçişi ifade ediyor.
Veriler, 1950’lerden bu yana dünyanın hemen her bölgesinde bu tür olayların %30 ila %66 oranında arttığını gösteriyor. Bu ani geçişlerin ardında yatan başlıca neden, küresel ısınmayla zayıflayan jet akımları, bozulan nem döngüleri ve atmosferik istikrarsızlık. Doğanın artık bir senfoni gibi düzenli değil, doğaçlamaya dönüşen bir ritimle ilerlediği bu yeni iklim rejimi, özellikle tarım, göç hareketleri ve şehir altyapıları açısından ciddi tehditler barındırıyor.
Bu veriler, iklim krizinin sadece ortalama sıcaklık artışlarıyla değil, ani ve aşırı uçlarda gerçekleşen dalgalanmalarla da kendini gösterdiğini ortaya koyuyor.
Mikroplastiklerle Kirlenen Su ve Doğadan İlham Alan Bir Çözüm
İkinci bulgu Çin’de, Wuhan Üniversitesi’nde geliştirilen yenilikçi bir filtreleme yöntemiyle ilgili. Pamuk ve kalamar kemiğinden üretilen yeni bir sünger, laboratuvar testlerinde sudaki mikroplastiklerin %99.9’unu temizlemeyi başardı. Üstelik bu sünger, sanayi ölçeğinde üretime uygun görünüyor.
Mikroplastiklerin doğadaki yayılımı artık inkâr edilemez boyutta: denizlerde, içme suyunda, hatta yağmurda ve anne sütünde bile bu parçacıklara rastlanıyor. Sorunun bu denli yaygın ve görünmez oluşu, çözüm çabalarını daha da karmaşıklaştırıyor. Bu bağlamda, doğanın kendi biyolojik yapılarından ilham alarak geliştirilen çözümler, sadece mühendislik değil, aynı zamanda etik bir dönüşüm ihtiyacına da işaret ediyor.
Altıncı Yok Oluş: Tanım mı, Yanılsama mı?
Üçüncü başlık ise, kitlesel yok oluş kavramının kendisini hedef alıyor. Arizona Üniversitesi’nden John Wiens ve New Mexico Doğa Tarihi Müzesi’nden Spencer Lucas’ın katkı sunduğu tartışma, 'altıncı kitlesel yok oluş' söylemini kavramsal bir eleştiriye tabi tutuyor.
John Wiens’e göre, türlerin %75’inin yok olduğu beş büyük yok oluş (Ordovisiyen, Devoniyen, Permiyen, Triyas ve Kretase) tanımına göre, bugün yaşanan biyolojik kriz bu eşiğe henüz yaklaşmamış durumda. Son 500 yılda yok olan türlerin oranı %0.1’den az. Dolayısıyla 'altıncı yok oluşu engelledik' demek kolay ama yanıltıcı bir hedef. Wiens, gerçek koruma hedefinin, insan kaynaklı tür kayıplarını %0.2 seviyesine bile ulaşmadan durdurmak olduğunu savunuyor.
Ancak tartışma yalnızca günümüzde değil, geçmişteki yok oluş olaylarına dair yeni paleontolojik bulgularla da destekleniyor. Spencer Lucas, karasal canlıların – özellikle dört uzuvlu omurgalıların (tetrapodlar) – beş büyük yok oluşun hiçbirinde deniz canlıları kadar etkilenmediğini öne sürüyor. Aynı şekilde, bitkiler ve böceklerin de bu olaylardan büyük ölçüde etkilenmeden çıktığı gösteriliyor.
Örneğin, bitkiler uzun süre hayatta kalabilen tohum ve spor stratejileriyle çevresel krizleri atlatabiliyor. Böcekler ise kısa nesil döngüleri ve geniş popülasyonları sayesinde hızlı adaptasyon yeteneğine sahip. Tüm bu bulgular, kitlesel yok oluşların sadece deniz fosil kayıtlarına dayanarak inşa edilen bir tarihsel anlatı olduğunu, karasal biyolojinin farklı bir direnç hikâyesi barındırdığını düşündürüyor.
Sonuç: Ne Kayıp Ne Kazanç – Bakış Açısı Belirler
Bu üç sarsıntı – iklimin savrulması, plastiğin yayılması ve yok oluş kavramının çözümlenmesi – bize bir şeyi hatırlatıyor: Bilimsel gerçekler kadar, onları nasıl adlandırdığımız ve anlamlandırdığımız da önemli.
Altıncı yok oluşu durdurmak, iklimsel whiplash’i ölçmek ya da mikroplastikleri süzmek, temizlemek… Bunların her biri, ancak doğru bakış açılarıyla anlam kazanır. Aksi takdirde bilimsel göstergeler, ya rehavet üretir ya da karamsarlığa dönüşür.
Bugünün gerçek sorusu belki de şudur:
Doğaya ve zamana hangi bakış açısıyla yaklaşıyoruz?
Çünkü bazen tanımı değiştirmek değil, bakışı değiştirmek daha dönüştürücü olabilir.