Biyoçeşitliliği özgürlük denklemine almak: Daron Acemoğlu ile “Dar Koridor” teorisine farklı bir bakış

-
Aa
+
a
a
a

Konuğumuz ekonomist Prof. Daron Acemoğlu ile toplumların özgürlüklerinden başlayarak biyoçeşitliliği ve "Biyoçeşitliliğin Dar Koridoru" perspektifini konuştuk.

Acemoğlu'nun fotoğrafı
Daron Acemoğlu ile "Biyoçeşitliliğin Dar Koridoru"
 

Daron Acemoğlu ile "Biyoçeşitliliğin Dar Koridoru"

podcast servisi: iTunes / RSS

(Bu metnin kısa bir versiyonu Türkçe ve İngilizce olarak ‘www.yetkinreport.com’ sitesinde de yayımlanmıştır.)

“Dar Koridor” teorisindeki argümanımız, özgürlüğün ortaya çıkması ve gelişmesi için hem devletin hem de toplumun güçlü olması gerektiğidir.

Söyleşinin satır başları

  • “Siyasi tarihin en önemli paradokslarından biri, son on bin yılda küçük kabilelerden uzaklaşıp toplu yaşamaya geçerek, toplumları güçlü merkezi devletler içinde bir düzene sevk etmeye çalışan eğilim ve güçlü devletin kendi toplumunun özgürlüğü ile uzlaşmaya çalışması.”
  • “Devlet kurumları olmadan gerçek özgürlük olamaz. Devlet kurumlarının gelişmesi aslında insan medeniyetinin sağladığı en önemli şeylerden biri. Ama aynı zamanda tarihin başka bölümlerine baktığınızda devlet kurumları insan özgürlüğünü en çok kısıtlayan, en baskıcı, en sömürücü sistemlerin de bir parçası. Bu iki elemanı bir araya koyduğunuz zaman dar koridora neredeyse hemen ulaşıyorsunuz.”
  • “Sanayileşme sayesinde milyarlarca insan eskiden oldukları fakirliğin üstüne çıktılar. Ama aynı zamanda çok da kötü bir şey, çünkü sanayileşme fakirlik de getirdi. Daha da önemlisi doğaya negatif etkiler getirdi. Yani, özgürlük tek başına bize iyi şeyler getirecek diye bir durum söz konusu değil.”
  • “Özgürlüğü geliştirdikten sonra onu doğru bir şekilde yönlendirmek gerekli.”
  • "İnsan toplumunun dünyayla olan ilişkisi çok hızlı değişiyor. Burada bir tek değişmeyen var: Kurumların önemi. Eğer dünya değişiyor ve kurumların önemi devam ediyorsa yeni kurumlar yaratmamız lazım.”

Özgürlük toplumlar için önemli bir kavram ve bu kavramı düşündüğümde aklıma ilk olarak Daron Acemoğlu ve James Robinson’un ortaya attıkları “Dar Koridor” teorisi geliyor. Teori, “Dar Koridor - devletler, toplumlar ve özgürlüğün geleceği” başlığıyla ilk olarak 2019 yılında İngilizce olarak kitaplaştırıldı. Sonrasında, 2020 yılının başında Doğan Kitap etiketiyle Türkçe’ye kazandırıldı. Yazarlar, teoriyi geliştirirken öncelikle tarihe bakan kişiler olarak ve aynı zamanda da ekonomist gözüyle devlet, toplum ve özgürlük kavramlarını detaylarıyla incelemişler. Esasında siyasi tarihin en önemli paradokslarından biri, son on bin yılda küçük kabilelerden uzaklaşıp toplu yaşamaya geçerek, toplumları güçlü merkezi devletler içinde bir düzene sevk etmeye çalışan eğilim, fakat burada bir ikilem var: Güçlü devlet kendi toplumunun özgürlüğü ile nasıl uzlaşır? Dar Koridor teorisi bu ikileme ışık tutuyor.

Bu noktaya ben de kendi perspektifimden yaklaşıp, çevremizdeki canlı bileşenlerin özgürlüğünü dikkate alarak bu teoriye biyoçeşitliliği uyumlamaya çalışmıştım. İki yıl önce, Yetkin Report’da biyoçeşitlilik hakkında kaleme aldığım bir yazımda[1] da kısaca bu uyumlamadan bahsetmiştim. Şimdi bir adım daha öteye giderek konuyu Açık Radyo’da sürdürdüğüm radyo programım Antroposen Sohbetler’e taşıdım ve teorinin sahibi Prof. Daron Acemoğlu programa konuk oldu. Konu hakkında merak ettiklerimi kendisine sordum. Özgürlük gibi temel kavramlardan başlayarak kendisinin konu hakkındaki yorumlarını öğrenme şansım oldu. Oldukça verimli geçen söyleşi 9 Ağustos 2022 tarihinde yayınlandı, burada da söyleşinin satır başlarını yazıya dökmeye çalıştım.

Özgürlük nedir?

Kitabın en önemli özelliği belli kavramlar açısından tarihe detaylı bir şekilde bakılması ve tarihsel gözlemlerin bugünün bakış açısıyla yorumlanması olmuş. Prof. Acemoğlu, “Dar Koridor[2]” teorisinin ortaya çıkmasının temel nedenlerinden birinin günümüzde özgürlüğün nasıl düşünülmesi gerektiği konusunda James Robison ile birlikte yaptıkları tartışmalar olduğunu söylüyor. Ve eğer özgürlük kavramı klasik manasıyla, yani 17. yüzyılda felsefeciler tarafından tanımlandığı gibi ele alınırsa, bunun çok tek taraflı ve dar bir tanımlama olacağının da altını çiziyor. Şöyle devam ediyor: “Eğer özgürlüğü basit bir şekilde bazı 17. yüzyıla giden felsefecilerin de tanımladığı gibi, yani insanın yapmak istediğini yapabilme olanağı olarak tanımlarsak çok dar bir tanımlama yapmış oluruz. Çünkü bu tanım içinde bazı bileşenler yok. Mesela ‘yapmak istediklerimi yapabilmek için kaynaklarım var mı?’, ‘devletin dışındaki toplumun bana verdiği sinyaller, getirdiği yaptırımlar, limitler neler?’, bu soruların cevaplarını düşünmeden bir özgürlük tanımı çok tek taraflı oluyor. Bu bazen bazı insanların dediği negatif özgürlük kavramına tekabül ediyor”. Prof. Acemoğlu’na göre özgürlük kavramının insan toplumlarındaki en çarpıcı gelişimi aslında devlet kurumlarını kullanarak özgürlüğü artırmak.

Peki, bu nasıl mümkün olacak?

Devlet kurumlarının iki önemli rolü olduğundan bahseden Prof. Acemoğlu, bunlardan ilkinin devletin kaynak ve fırsat sağlama görevi olduğunu söylüyor. Fakir bir insana bu fakirliğin içinden çıkması için fırsatlar sağlamak, mesela yollar yapıp, okullar açıp, sağlık sistemi sağlamak, yani bu insanın isteklerini rahatlıkla yapabileceği özgürlük altyapısını bu insanın hizmetine sunmak yukarıda bahsedilen özgürlüğün çok önemli bir parçası. İkincisi ise, devletin özgürlüğü toplum içinde örseleyen töreleri ve normları yavaş yavaş yıpratması. Bu konuda Prof. Acemoğlu şu örneği veriyor: “Örneğin kadınların durumunu düşünün. Birçok ülkede, birçok toplumda son on bin yıl içinde kadınlar hiç bir zaman özgürlüğe sahip olamadılar, çünkü erkekler tarafından karakterize edilen bir sistem içinde yaşadılar. Bu dengeyi devlet kurumları sayesinde değiştirmek aslında özgürlüğün, yani dünya toplumunun yüzde 50’sinin özgürlüğünün ortaya çıkabilmesi için çok önemli. Burada gördüğümüz şey şu ki, devlet kurumları olmadan bu gerçek özgürlük olamaz. Devlet kurumlarının gelişmesi aslında insan medeniyetinin sağladığı en önemli şeylerden biri. Ama aynı zamanda tarihin başka bölümlerine bakın, devlet kurumları insan özgürlüğünü en çok kısıtlayan, en baskıcı, en sömürücü sistemlerin de bir parçası. Bu iki elemanı bir araya koyduğunuz zaman dar koridora neredeyse hemen ulaşıyorsunuz. Yani devlet kurumları hem en kötü şeylerin kaynağı hem bazı en iyi şeylerin... Bu nasıl oluyor? Bu, dengeyle oluyor. Devlet kurumlarının güçlü olması lazım ki fırsatları, kaynakları ve olanakları sağlasın. Aynı zamanda denetlenebilmeleri de lazım. Peki, kim denetleyecek? Kitabın başında da vurguladığımız gibi, bu denetlemeyi devlet kendi kendine yapamaz. Bunu elitler de yapamaz. Bunu toplumun denetlemesi lazım. Bu yüzden, toplumun tabandan gelen bir gücü ve organizasyonu olması lazım. Bu da bizi devlet toplum arasındaki dengeye getiriyor.”

Özgür insan kendi refahını oluşturmak ve ideal düzeye getirmek için çevresine duyarlı olmak zorunda

Prof. Acemoğlu, özgürlüğe bir limit getirmemizin gerekliliğinden bahsediyor. Zira özgür insan bencilce yaklaşımlar içinde girebilir. Bu noktada Prof. Acemoğlu şunları söyledi: “İnsan özgürlüğüne kavuştuğu zaman, bu özgürlüğü başkalarını sömürmek için bencilce de kullanabilir. “'Dar Koridor' kitabında Avrupa’da bir süreç içinde özgürlüğün nasıl ortaya çıktığını anlatıyoruz. Bir taraftan Roma İmparatorluğu'nun devlet kurumları ve Almanlar’dan gelen organizasyonların devlete karşı toplum içinden gelen, yani tabandan organizasyonların bir araya gelmesi, çok uzun bir süreç içinde yavaş yavaş dar koridorun gelişmesi. Ama geliştiği zaman ne oluyor? İngiliz insanları, Fransız insanları başka ülkelerde olmadığı kadar özgürlüğe ulaşıyorlar. Sonra bu özgürlükle ne yapıyorlar? Dünyanın diğer taraflarını sömürgeleştiriyorlar. Oralardaki insanların üzerine korkunç bir baskı getiriyorlar. Yani, örneğin, bu özgürlük sürecini anlamadan İngiliz koloniyalizmini anlayamazsınız. Ama İngiliz koloniyalizminin dünya üzerine çok negatif etkileri de var. Yani özgürlük kendi başına her şeyi iyi yapacak diye bir şey yok. Neden bu örneği veriyorum, çünkü aynı şey doğayla da ilgili. İnsanlara özgürlük verdiğiniz zaman gerçekten kendi yapmak istediklerini yapma fırsatları getiriyor. Fakat bunlar içinde bir sürü şey de doğaya çok büyük zarar getiriyor. Bu özgürlük kolonyalizmden başka bize sanayileşmeyi de getirdi. Peki, sanayileşme iyi bir şey mi? Evet, sanayileşme sayesinde milyarlarca insan eskiden oldukları fakirliğin üstüne çıktılar. Ama aynı zamanda çok da kötü bir şey, çünkü sanayileşme fakirlik de getirdi. Daha da önemlisi doğaya negatif etkiler getirdi. Yani, özgürlük tek başına bize iyi şeyler getirecek diye bir durum söz konusu değil. Peki, neredeyiz o zaman? Bunun yeni bir teoriye doğru adım olarak görülmesi gerekli. İnsanların artık özgürlüğe organik olarak bazı limitler getirmeleri lazım. Özgürlüğe limit getirmemiz gereken şeyler çok basit. Örneğin, koronavirüs zamanında benim özgürlüğüm maske takmadan istediğim gibi çıkıp herkese virüs geçirmek. Bu özgürlüğü istiyor muyuz? Hayır! Benim özgürlüğüm gidip orman yakmak. Bu özgürlüğü de istemiyoruz. Kimseye zarar vermesem de ormana, çevreye ve gelecek nesillere zarar veriyorum. Benim özgürlüğüm, güneşten gelen enerji yerine orman yakmak. Bu özgürlüğü de istemiyorum.”

Çevre söz konusu olduğunda da bencilce yaklaşımları görebiliyoruz. Prof. Acemoğlu bu konuda da şunları söyledi: “Biz şu anda bir çevre acil durumu içindeyiz. Benim görüşüm iklim değişimini durdurmak için her konuda bir organizasyon yapmamız lazım. Yani özgürlüğü geliştirdikten sonra özgürlüğü doğru bir şekilde yönlendirmek gerekli. Bunu nasıl yapacağız? Dar Koridor’da vurguladığımız gibi… Toplum törelerini ve normlarını geliştirmemiz lazım. Şu anda hiçbir zaman Türkiye gibi bir yerde iklim problemine yanıt getiremeyiz, çünkü toplum diyaloğu hala iklim probleminin ne kadar önemli olduğunu vurgulamadığı için buna göre bir norm gelişmedi. Bu normları geliştirmemiz lazım. Aynı zamanda devlet kurumlarını da geliştirmemiz lazım. Dar Koridor’da vurguladığımız şeylerin burada bir rolü var, ama bunun ötesine gitmemiz gerekiyor.”

“Biyoçeşitliliğin Dar Koridoru” kavramı ortaya atılabilir mi?

Dar koridoru genel olarak algılayıp denge üzerine düşündüğümüzde bunun doğru bir perspektif olduğunu söyleyen Prof. Acemoğlu, soruyu daha net bir şekilde şöyle yanıtladı: “İnsan ilk ortaya çıktığı zamandan bu yana biyoçeşitlilik[3] üzerine etki etti. Yani tarıma geçmeden önce bile, insan çevresindeki biyoçeşitliliği çok hızlı bir şekilde değiştirmeye başlamıştı. Birçok organizma ortadan kalktı ve literatürden anladığım milyonlarca organizma da son on bin sene içinde ortadan kalktı. Peki, insanların yapması gereken biyoçeşitliliği maksimize etmek mi? Hayır… Böyle olsaydı hiçbir zaman tarımı keşfedemezdik. Demek ki buradaki doğru perspektif biyoçeşitliliği tamamen maksimize etmek değil, ama aynı zamanda biyoçeşitliliği ortadan kaldırmak da değil. Eğer biyoçeşitliliği ortadan kaldırırsak çevreyi mahvetmiş olacağız. Yani burada bir denge olması lazım. Bu dengeyi insanlar kendi başlarına özgürlükleriyle mi getirecekler? Hayır… Çünkü her bireyin yapmak istediği şu anda ‘ben üretimimi artırmalıyım’, ‘paramı artırmalıyım’... Bu sırada biyoçeşitliliğe yeterince değer vermiyoruz. Burada tekrar toplumun normlarına ve devletin kurumlarının önemine geliyoruz. Aynı zamanda burada bir şey daha var. İnsanlar bir tek biyoçeşitliliği azaltmıyor, yeni organizmaların da ortaya çıkmasına yol açıyorlar. Koronavirüs gibi bilmediğimiz bir organizmayı insanın çevreye etkisi sonucu öğrendik. Burada hem biyoçeşitliliği korumamız hem de ortaya çıkan yeni organizmaların bize getirdiği tehlikeleri de düşünmemiz gerekiyor. Yine burada denge olayı önemli. Ayrıca benim buradaki düşüncemin en önemli kısmı, dünya çok hızlı değişiyor. İnsan toplumunun dünyayla olan ilişkisi çok hızlı değişiyor. Burada bir tek değişmeyen var, kurumların önemi. Eğer dünya değişiyor ve kurumların önemi devam ediyorsa yeni kurumlar yaratmamız lazım.”

İnsanın tüketim bağımlılığı, bu dönemde insanın en dikkat çeken özelliği. Peki, bugün koridorda başka organizmalarla da sıkışmamak için, ekonomideki değişim değeri yerine, kullanım değerini devreye sokarsak doğa için bu ekonomik krizde olumlu bir adım atmış olur muyuz?

Ekonomide, sosyolojide ve biyolojide artık insanlığın büyümemesi gerektiğini savunan çok sayıda tez olmasına karşın, Prof. Acemoğlu’nun bu tezlere üç farklı reaksiyonu var:

Birincisi, eğer ekonomide büyümeyi bırakırsak, hatta yavaşlatırsak, bunun hem siyasi hem insanı sonuçlarının tamamen bir felaket olacağı. Şu anda dünyada 5 milyarın üzerinde insan günlük 10 USD gelirin altında yaşıyor. Bu çok çarpıcı bir rakam ve eğer büyümeyi bırakırsak, tercihimiz bu insanların fakirlik içinde kalması yönünde olabilir. Prof. Acemoğlu, “bunun insanı masrafı çok” diyor. Ayrıca, şu sözlerle devam ediyor: “Amerika’da, Avrupa’da, Fransa’da, Yunanistan’da, Türkiye’de bir senede büyüme durduğu anda politik problemler kendini hemen gösteriyor. Ne devrimler ne karmaşıklıklar ortaya çıkar. Bu masrafları önce düşünmemiz lazım.” Prof. Acemoğlu’nun belirttiği ikinci reaksiyon noktası çok daha çarpıcı: “Şu anki problemimiz çok büyümemiz mi, yoksa yanlış büyümemiz mi?... Bunu düşünmemiz lazım. Şöyle düşünelim, eğer kişi başına düşen üretimi değiştirmeden nüfusu yüzde 20 artırsak, ama fosil yakıtlar yerine, yani, kömür ve petrol yerine tüm enerjiyi rüzgâr ve güneşten alsak, bunun çevreye olan etkisi on kat daha iyi olur. Demek ki problem nüfus artışından ziyade, tüketimden ziyade, nasıl büyüdüğümüz. Bugün insanların tüketmek istediği şeylere bakarsanız, çok azı makine, tişört ya da çelikten yapılmış eşyaları tercih ediyor. İnsanların tüketmek istediği şeylerin çoğu hizmet, bilgi… Hizmet ve bilgiyi çok daha temiz üretmek mümkün. Şu an böyle yapmıyoruz. Hizmet üretmek için her şeyi buluta geçirdik, bulut sistemini de çok yüksek bir şekilde enerji ile besliyoruz. Peki, bu enerjiyi nereden alıyoruz? Kömürden... Bitcoin gibi şeyler icat ettik, kimseye yararı olmaksızın bunları kömürle besliyoruz. Bunun büyümeyle hiçbir alakası yok. Bunun yanlışlıklarla, kurumsal problemlerle ve insanların doğru normları seçmemesiyle alakası var. Bu da beni üçüncü reaksiyonuma getiriyor.”

Prof. Acemoğlu’nun üçüncü reaksiyon noktası ise problemlerin kaynağını anlamamızı sağlıyor; o da bugün insanlığın normlarının elimizdeki problemlere uyum sağlamaması. Şöyle devam ediyor: “Türkiye, Çin, Hindistan ve Amerika’ya bakın. Hiçbir yerde nüfusun yüzde 10'undan fazlası çevreye yaptığımız zararın boyutunu anlamış durumda değil. Bir tek Avrupa’da genç kuşakta bu oran yüzde 40 ila 50 arasında. Bizim elimizdeki problem bu. Hâlâ politikacılar nedeniyle eğitim sisteminde ve basında doğruları veremiyoruz. Hâlâ insanlar çevreye yaptığımız zararın farkında değil. Öyleyse bu üç maddeyi bir araya koyarsanız sonuç çok basit: Önce insanları eğitmeye başlayacağız. Bunun için de bir politik değişimden geçmemiz lazım. Sonra çevreye çok daha saygı duyan yeni kurumlar kurmamız lazım. Bunu yaptıktan sonra ekonominin daha temiz bir şekilde gelişmesi çok kolay. Şu anda bakarsanız, örneğin, güneşten ya da rüzgârdan gelen enerji kömürden gelen enerjiden daha ucuz, kullanmamız tamamen bir seçim. Normları ve kurumları değiştirdikten sonra bu değişimi yapmak çok kolay. Ve bu değişimlerden sonra ekonomik büyümenin daha adil bir şekilde büyümesinde hiçbir problem görmüyorum.” Bu ifadeden anlaşılacağı üzere tercihler en önemli faktör olarak karşımıza çıkıyor.

Dar Koridor teorisinde Alice Harikalar Diyarı’ndan bir alıntı yapılıyor: “Kızıl Kraliçe”. Kızıl kraliçe evrimsel biyoloji için de önemli hipotezlerden birine ilham vermiş. Canlılar bulundukları çevredeki değişime ne kadar hızlı uyum sağlıyorlarsa, yani değişen çevre hızına uyumlu bir şekilde değişiyorlarsa, hayatta kalabilme güçleri de o kadar yüksek oluyor. Bu da Lewis Carroll’un tasvir ettiği duruma tekabül ediyor. Benzer durum Dar Koridor için de geçerli: “Devlet güçlendikçe toplum da güçlenirse ilerleme söz konusu.”

Peki, insanın nüfus artışı ve tüketim biyoçeşitlilik bileşenlerinin koridor içinde yer bulamayıp, yaşam içinde insanın kendi geleceğini tehlikeye atmasına neden oluyor olabilir mi?

Prof. Acemoğlu yukarıda açıkladığı şeylere ek olarak, İsveç modeline dikkat çekiyor. Esasında bu model belli ölçüde gelecekteki ekonomik modeli de tanımlar nitelikte. Şöyle devam ediyor: “Toplumun normlarının güçlenmesi gerekiyor. İsveç'e bakın. İsveç şu anda iklim değişiminden dünyada en az etkilenecek ülkelerden biri. Bundan altı ya da yedi yıl önce, bir ton karbona 120 dolar vergi getirdiler. İsveç bunu kendi başına yaptı. Kendi endüstrisine negatif etkide bulundu. Çünkü şu anda hiç kimse İsveç’te çelik üretemez. İsveç’teki normlar ve kurumlar çevreye olan etkinin ne kadar önemli olduğunu görmeye başlayıp buna adım atmanın insanı bir ödev olduğunu anladılar. Bu diğer ülkelerde neden olmasın? Bu otomatik olarak olmayacak.” Öyleyse devletin kurumlarıyla somut ve güçlü adımlar atması şüphesiz çok önemli.

Söyleşimizin önemli noktalarından biri kapitalizm kavramı üzerineydi. Kapitalizmin paradigmaları bireyin ve toplumun özgürleşmesi üzerine. Fakat geride bıraktığımız zaman diliminde görüldü ki, bu özgürleşme sağlanamadı. Hatta tüm canlı hayatı tehdit eder hale geldi. Özellikle pandemi döneminde gördük ki, kapitalizm insanı belli ölçüde köleleştirdi.

Peki, kapitalizm çıkış paradigmaları ile çelişir hale mi geldi?

Prof. Acemoğlu, bu soruya söyleşinin genel çerçevesini de çizmek adına her şeyi bir araya getirerek yanıt verdi. Şunları söyledi: “Benim uzun zamandır söylediğim bir şey var; bu soru da her şeyi bir araya getirmek için çok güzel son bir soru. Ben zaten kapitalizmin iyi bir kavram olduğunu düşünmüyorum. Çünkü, kapitalizmi basitleştirerek anlattığınız zaman çok fazla şeyi bir araya getiriyorsunuz ve çelişkileri de çok hızlı bir şekilde birbirine karıştırıyorsunuz. Kapitalizmden bahseden herkes bunun İngiltere’de başladığını söyler ve kapitalin önemine vurgu yapar. Ama özgürlük İngiltere’de başlamadı. Özgürlüğün tarihi binlerce sene öncesine gidiyor. İngiltere’de devrim aynı zamanda özgürlüğü artırmadı. Eğer İngiltere’deki işçi ve çocuk haklarına bakarsanız, endüstri devrimi o hakların azalmasından başka bir şey değil. İnsanlar evde olan, kasabalarda olan özgürlüklerini bırakıp çok daha hızlı bir disiplin altına giriyorlar. Çocuklar beş yaşından itibaren gidip kömür madenlerinde çalışıyorlar. Ama 19. yüzyılın ikinci yarısıyla İngiltere dünyanın hiçbir yerinde olmayan bir hızla demokratik gelişimini ortaya çıkarıyor. Peki o zaman kapitalizm özgürlüğü mü koruyor, yoksa özgürlüğü ortadan mı kaldırıyor? Hiçbiri değil. İngiltere 19. yüzyılın ikinci yarısında kendi insanı için adım atarken sömürgelerinde hâlâ insanlara baskı kurmaya devam ediyor. Yani bu kapitalizm altında çok fazla değişik nokta var. Bu nedenle bir kavram olarak ne kadar bizim işimize yarıyor emin değilim. Yani, ‘gelecekte kapitalizm çevreye karşı duyarlılığımız konusunda ne diyor?’ gibi bir soru manasız bir soru. Şu çok açık, bir ekonomist ve tarihe bakan bir adam olarak, gelecekte nasıl bir sitem kurarsak kuralım, piyasa, bir serbest piyasa, bunun bir parçası olacak. Tabii ki bunun üzerinde regülasyonlar olacak, devlet kontrolü olacak, insanlara devletin getirdiği olanaklar olacak… Bu çerçeve içinde kuracağımız ekonomi ve siyasi sistemin o kadar çok değişik olanak veren versiyonları var ki, kapitalizm çevreye zarar verecek ya da çevreyi geliştirecek algıları doğru değil. Bu bir seçim. Gelecekte yenilenebilir enerjiyle daha temiz bir şekilde büyümemiz mümkün. Bu seçimleri bizim yapmamız lazım. Kapitalizm bunu engelliyor dediğimizde, kendi sorumluluğunuzu almıyormuşuz gibi bir durum söz konusu oluyor. Bu nedenle kapitalizm söylemlerinin zararlı olduğunu düşünüyorum. Amerika şu anda kapitalist olduğu için değil politikacılarının ve halkının bencilliği sonucu çevreye zarar vermeye devam ediyor. Bu bir seçim ve bunu değiştirebiliriz.”

Prof. Acemoğlu gelecekteki ekonomik düzen üzerine de çok önemli noktalara değindi. Söyleşiden de anlaşılacağı gibi karbon ayak izinin azaltılması, sürdürülebilir kaynaklardan enerji elde etme yollarının yaygınlaşması gelecek ekonomik düzenin şekillenmesinde oldukça önemli. Tabii bir ekolog gözüyle şunu da söylemem gerekli, değişen dünyada insanın, yaşadığımız ve tükettiğimiz bu gezegende yeni roller üstlenmesi kesinlikle gerekli. Kapitalizm bu anlamda yanlış anlaşılan bir ekonomik kavram olarak da değerlendiriliyor sanırım. Çünkü yaptığımız tercihler kapitalizmin önüne geçiyor ve birçoğumuz da kapitalizmi suçlayarak sorumluluktan kaçıyoruz.

Özetle, toplumsal ilerlemeyi ekonomik anlamda sürekli hale getirmek için biyoçeşitliliği ekonomi denklemleri içine sokmanın ve bireysel, toplumsal ve karar vericiler nezdinde sorumluluk almanın artık kaçınılmaz bir gereklilik olduğu ortaya çıkıyor. Bunu yaparken de kendi geleceğimizi korumak istiyorsak, biyoçeşitliliği doğru bir şekilde değerlendirip, dengeden uzaklaşmadan bu denklemleri kurmamız dikkat etmemiz gereken bir diğer durum.


Referanslar

[1] Biyoçeşitlilik kayboldukça biz de tükeniyoruz. - U. Perktaş, 4 Temmuz 2020, Yetkin Report.

[2] Dar Koridor, despotik devletin yol açtığı korku ve baskı ile devletin yokluğu sonucunda ortaya çıkan şiddet ve kanunsuzluğun arasına sıkışmaktır.

[3] Biyoçeşitlilik, yaşamın çeşitliliği anlamında kullanılmıştır. Bugün yaşadığımız gezegende yaklaşık 1.9 milyon tanımlanmış tür var. Bu sayı bilim insanlarına göre 8 milyona ve hatta 12 milyona kadar ulaşabilir. Biyoçeşitlilik, bu türlerin tamamını ve bunlar arasındaki ilişkileri kapsayan bir kavram.