Delilik ve Tımarhane Anlatıları

-
Aa
+
a
a
a

Anlatıdaki Hakikat'in bu haftaki konusu "Delilik ve Tımarhane Anlatıları" idi. Konuğumuz akademisyen Fatih Artvinli ile deliliğin ve tımarhanelerin edebiyatta temsili üzerine söyleştik.

Anlatıdaki Hakikat: 26 Ocak 2018
 

Anlatıdaki Hakikat: 26 Ocak 2018

podcast servisi: iTunes / RSS

 

Ahmet Balad Coşkun: Merhaba sevgili dinleyiciler! 94.9 Açık Radyo’dayız, Anlatıdaki Hakikat programında bugün hepinizin ilgisini çekeceğini düşündüğüm bir konuyu tartışacağız. Konuğum Yardımcı Doçent Doktor Fatih Artvinli. Acıbadem Üniversitesi Tıp Fakültesinden. “Delilik ve Tımarhane Anlatıları” başlıklı bir konuyu konuşacağız. Ben Ahmet Balad Coşkun, bugün teknik masada Feryal Kabil bize eşlik edecek. Hoş geldin Fatih!

 

Fatih Artvinli: Hoş bulduk Ahmet!

 

ABC: Bugün size konuğumdan biraz bahsedeyim, Marmara Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler lisansı yaptı, daha sonra Yıldız Teknik Üniversitesi’nde yüksek lisans ve doktorasını tamamladı. Yine bu alanlara yakın konularda Harvard’dan burs alarak Harvard Üniversitesinde bir araştırmada yer aldı, kendisi aynı zamanda yazar. Seraba Harcanmış Bir Ömür: Osman Bölükbaşı isimli kitabı, 2007’de Kitap Yayınevi’nden çıktı. Delilik, Siyaset ve Toplum: Toptaşı Bimarhanesi kitabı ise Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi’nden çıktı 2013’te. İkinci baskıyı da yaptı, çok enteresan bir kaynak kitap, ben ilgiyle takip edildiğini zaten biliyorum. Ayrıca bugünkü konumuz da 2015 yılında yapılmış bir sempozyumun derlenmesiyle oluşan sempozyum kitabı. Bunu yayına hazırlayanlar Banu Öztürk, Didem Ardalı Büyükarman ve Seval Şahin. Seval Şahin aynı zamanda radyomuzun da bir programcısı, benim de arkadaşım. Edebiyatın İzinde / Delilik ve Edebiyat adlı bir kitap bu bahsettiğim… Şimdi biz bu konuyu, Fatih’in kitapta ele aldığı konu üzerinden tartışacağız. Delilik ve Tımarhane Anlatıları’nı geç Osmanlı edebiyatı üzerinden izlerini sürecek. Böyle bir giriş yaptıktan sonra, Fatih biz şöyle bir soruyla başlayalım, yapacağımız çok iş var, müzikler var yine, diğer taraftan bakalım ne sürprizler zaman buldukça size sunmaya çalışacağız. Osmanlı’da tımarhaneler ne zaman görünür olmaya başladı? İstersen bir tarihçeyle de başlayabiliriz.

 

FA: Tamam. Bu biraz önce bahsettiğiniz Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi’nden çıkan kitap aslında benim doktora tezimdi: Toptaşı Bimarhanesi. Burası, 19. yüzyılda Osmanlı Devletinin modern bir akıl hastanesiydi, günümüzdeki Bakırköy’e taşınan bir kurum, 1927 yılında Bakırköy’e taşınıyor.

 

ABC: Yeri neredeydi?

 

FA: Üsküdar’da Valide Atik semtinde, Valide Atik camiinin hemen altında büyük bir külliye var, onun içerisinde bir darüşşifa yer alıyordu. 1873 yılında bu kurum akıl hastanesi olarak çalışmaya başlıyor, ondan önce Süleymaniye Camiinin karşısında bir darüşşifa vardı: Süleymaniye Bimarhanesi. Bu kurum bir salgın nedeniyle 1873 yılında Anadolu yakasına, Üsküdar’a taşınıyor, 1924 yılından itibaren de Üsküdar’dan Bakırköy’e taşınıyor. Dolayısıyla Bakırköy -ki bir dönem benim de 4 yıl kadar araştırma amaçlı çalıştığım kurum- öncesinde Toptaşı  var, Toptaşı ise Süleymaniye’nin devamı; dolayısıyla bu 3 kurumun birbirinin devamı ve süreklilik gösteren 3 akıl hastanesi olduğunu söyleyebiliriz. Tabii ki 19. yüzyılda İstanbul’da çok daha farklı, başka akıl hastaneleri de vardı. Örneğin Katolik Ermenilerin Surp Agop Hastanesi, Ortodoks/Gregoryen Ermenilerin Surp Pırgiç Hastanesi vardı Zeytinburnu’nda Yedikule’de, Balıklı Rum Hastanesi de oradaydı, yine bütün herkesin başvurabileceği bir La Paix (Lape) Hastanesi var Şişli’de, halen devam ediyor bu hastaneler. Dolayısıyla bu kurumlardan bir tanesine odaklandım ben doktora tezinde ve geniş olarak bunu Osmanlı arşivlerinden ve diğer kaynaklardan araştırdım.

 

ABC: Bir de Rahmi Duman vardı.

 

FA: Evet Rahmi Duman Kliniği.[1]

 

ABC: O da aslında eşzamanlı ilk özel psikiyatri kliniği, bu özelliğiyle tarihsel öneme sahip.

 

FA: Doğru, Rahmi Duman’dan daha önce Ortaköy Şifa Yurdu vardı 1920’li yıllarda, eski Alarko binası olan yer.

 

ABC: Öyle mi, burası klinik düzeyinde miydi?

 

FA: Evet evet, yataklı psikiyatri kliniği vardı ama Rahmi Duman da çok önemli bir psikiyatri kliniği idi.

 

ABC: Dr. Rahmi Duman aynı zamanda bizim hastanenin de (Bakırköy Ruh Sinir Hastalıkları Hastanesi)  eski hekimlerinden.

 

FA: Evet. 19. yüzyılda İstanbul’daki bu tımarhanelerin yavaş yavaş görünür olmaya başladığını izliyoruz. Daha önceki yüzyıllara ait kayıtlar da var şüphesiz, Evliya Çelebi’nin Edirne’deki, İstanbul’daki bimarhaneleri, akıl hastalarını anlattığı metinleri var Seyahatname’de yer verdiği. Daha sonra Avrupalı seyyahların ilerleyen yüzyıllarda gelip gördükleri tımarhaneler var. Fakat 1840’lı yıllardan, yani Tanzimat döneminden itibaren bu konu bir kamu meselesi haline gelmeye başlıyor. Yani devletin müdahale alanı olmaya başladığı dönem esasında Tanzimat sonrasıdır diyebiliriz. Bu dönemden itibaren bir ıslah ve reform çalışmaları yapıldığını görüyoruz. Bunu Osmanlı arşivlerinden de takip ediyoruz. Dolayısıyla 19. yüzyılda İstanbul’un en büyük akıl hastanesi Süleymaniye Bimarhane’siydi.

 

ABC: Kaç klinikti?

 

FA: O dönem 1840’lı yıllara baktığımız zaman iki hekim çalışıyordu ve toplam 100-150 civarında erkek hasta var, 1844’den itibaren oraya kadın hastalar da alınıyor, onların da sayısı 50-60 civarında. Fakat tabii bu sayılar 1850’lerden itibaren artmaya başlıyor ve ilk reform söylemi de Tanzimat’tan sonra şekilleniyor. Yani, “şehrin tam ortasında, herkesin görebileceği bir alanda bir akıl hastanesi olur mu?” ya da “burası şehrin dışına taşınmalı, modern bir akıl hastanesi inşa etmek gerekir” gibi söylemler, tartışmalar o dönemde başlıyor.

 

ABC: Belki burada şöyle bir soru sorabiliriz: siyasi iktidarlar, rejime karakter verdiğinde ilk olarak yaptıkları işlerden biri de özellikle hapishaneler ve psikiyatri kliniklerine de biçim vermeye başlıyorlar. Bu doğru olabilir mi?

 

FA: Çok doğru, kesinlikle, özellikle 19. yüzyıl bağlamında çok doğru çünkü devletin kamusal anlamda daha görünür kılındığı yerler ve kendi gücünü gösterebileceği, sergileyebileceği alanlar bu tip kapalı kurumlar, hapishaneler, tımarhaneler veya hastaneler gibi. Dolayısıyla bu doğru, rejimle doğrudan da ilişkisi var, hatta birazdan değiniriz belki İkinci Meşrutiyet’te de gerçekten Toptaşı Bimarhanesi yeniden gündeme geliyor, ilerleyen yıllarda siyasi rejim değişikliklerinde aynı zamanda etkilenen kurumlardan bir tanesinin de akıl hastanesi olduğunu görüyoruz.

 

ABC: Enteresan aslında; günümüze bakıldığında iktidarların projeleri artık akıl hastanelerine pek dokunmuyor, onlar için çok geride kaldı, bu kurumların ıslah edilmesi vs., belki kafalarında farklı projeler de vardır. Şimdi Kanal İstanbul projeleri yapıyor. O zamanın iktidarlarının kendilerini de göstermek istediği şeylerin başında, ilk icraatları, çalışkanlıklarını göstermek istedikleri ilk projeler sosyal kurumlardı. Mesela şimdi Bakırköy’ün (Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi) olduğu yer galiba gökdelenlerin yapılması planlanan bir arazi olarak görülüyor; inşaat şirketlerine verilecek.

 

FA: Evet, doğru…

 

ABC: Şimdiki iktidarlar bu sosyal kurumları ihya etmek yerine ortadan kaldırıp, oraları alışveriş merkezi yapmak istiyorlar.

 

FA: Gerçekten enteresan bir durum bu… O dediğiniz şey çok doğru, iktidarın bir sembolü olarak da okuyabiliriz bu binaları. Osmanlı döneminde büyük camilerin yanında bu tip külliyeleri yapması sultanların bir prestiji, topluma hayırseverliği gibi algılanıyor ama tabii şehrin ortasındaki bu yerlerde giderek kullanılmayan mekanlar akıl hastalarına bırakılıyor, ardından da toplumdan izolasyon süreciyle 19. yüzyıldan itibaren şehrin dışında geniş araziler üzerinde akıl hastanesi inşa etme furyası başlıyor. Bizimkiler de bundan etkileniyor ama hani Bakırköy’e 1924’te taşındığında şimdiki gibi düşünmemek gerekiyor, o dönem şehrin çok uzağında, temiz havası olan, içme suyu iyi olan ve 1000 dönümden fazla arazisi olan bir yer Bakırköy. Halen dahi İstanbul’un yegâne yeşillik alanlarından bir tanesi…

 

ABC: Mantık sanki kendini devam ettiriyor gibi.

 

FA:  Evet, devam ettiriyor gibi bir durum.

 

ABC: Yani şöyle düşünebiliriz, “İstanbul’un en merkezi yerini deliler mi istila edecek?” diye düşünen bir mantık. Onları biraz daha perifere (çepere, uzağa) atalım, şehir büyüyüp Bakırköy merkezde kalınca, bu sefer de daha da uzağa, Yenibosna’ya, Çatalca’ya falan.

 

FA: Ya da şehir hastaneleri modeli gibi… Bu tartışma esasında Süleymaniye’de de var çünkü o dönemde mesela Avrupalı seyyahlar gelip akıl hastanesi olarak Süleymaniye’yi gezdiklerinde çok şaşırıyorlar. Çünkü İstanbul gibi bir büyük kozmopolit şehrin tam göbeğinde, herkesin ziyaret edebileceği bir mesafede bir yerde akıl hastanesinin olması ilginç geliyor onlar açısından.

 

ABC: Sence böyle güzel bir caminin yanında olması, külliye orası biliyorsun aynı zamanda.

 

FA: Evet sosyal bir ortam…

 

ABC: O zamanlar belki de delilik biraz da yüceltilen de bir şey?

 

FA: Evet, tabii klasik dönemin eseri olduğu için, 16. yüzyılda inşa edilmiş pek çoğu, Süleymaniye öyle, Haseki öyle veya Edirne 15. yüzyılda, yani bu o dönemin şehir hayatının merkezinde olan, şehrin tam kalbinde büyük binalar. Bunların bir kısmı hastaların kaldığı yerler.

 

ABC: Enteresan tabii.

 

FA: Bu binalar tabii zamanla işlevini yitiriyor çünkü hasta deyince de 20-30 kişilik bir yatak kapasitesinden bahsediyoruz.

ABC: Yani Edirne’deki külliye de bir şifahane aynı zamanda, biliyorsun akıl hastanesi, şifahane.

 

FA: Evet.

 

ABC: Ama oranın da en kıymetli binalarından birisi orası, aynı zamanda Edirne bir başşehir. Bir dönem zihniyet olarak; ‘delilerin başımızın üstünde yeri var’ denmiş.

 

FA: Doğru; şehrin sosyal hayatının içerisinde yeri var.

 

ABC: Aynı zamanda edebiyatta da.

 

FA: Kesinlikle doğru, dolayısıyla bu şehrin ortasında olma durumu 19. yüzyıl itibariyle temel bir farklılaşma çünkü seyyahların şaşırdığı şey şu: bayram ziyaretlerinde, özellikle kurban ve ramazan bayramlarında akıl hastanesi halka açılıyor. Ve bu arada da Avrupalı seyyahların gezdiğini görüyoruz Süleymaniye’yi, onların yazdıkları yazılar var, bu yazılarda, anlatılarda oryantal bir Osmanlı bimarhanesi, tımarhanesi anlatıyorlar. Yani içeride delilerin zincirlere vurulduğu, bakımın son derece kötü olduğu, modern doktorların hiç olmadığı, çocukların dışarıdan taş, çer-çöp vb. attığı böyle bir anlatı türü oluşuyor, bir janr. Bunu William Goodell[2], Pliny Earle[3], Miss Pardoe[4] gibi o dönemin batılı hekimleri ve seyyahları kendi kitaplarında uzun uzun tımarhane anlatısı olarak yazıyorlar.

 

ABC: Peki neyi karşılaştırmak için gelmişler? Bir kere bu seyyahlar tıp kökenli mi?

 

FA: Pliny Earle mesela tıp kökenli, bir psikiyatrist, Avrupa’daki 13 akıl hastanesini geziyor ve bunların devamı olarak da İstanbul’daki Süleymaniye’yi geziyor. Süleymaniye’yi bütün hepsinin içerisinde sondan ikinci sıraya koyuyor; Yunanistan’daki bimarhanenin daha da kötü olduğunu söylüyor.

 

ABC: Avrupa’da mı?

 

FA: Çünkü diyor “Avrupa’da 1800’lerin başlarından itibaren deliliğin imajı ve tımarhanelerin sistemi değişmeye başlamıştı”. Orada da çok ilginç bir tespiti var Earle’nin: “esasında bilgelik ve hikmet ve insana iyi davranma, hamiyetperverlik doğudan yükselen bir değerdi, fakat bu toprakları artık akıl sulamıyor, susuz kalmış bu anlamda, aklın yeniden döneceği toprakların burası olacağına inanıyorum. O zaman da deliler zincirlerden kurtarılacaktır” diyor yani aslında Avrupa’nın bu anlamda bir parça daha ileride olduğunu vurguluyor tımarhaneler anlamında. Çünkü sembolik bazı değişiklikler yapılıyor Pinel[5] ile beraber. 1789 Fransız Devrimi’nden sonra biliyorsunuz Paris’teki meşhur Salpetrier ve Bicétre akıl hastanelerindeki hastaların zincirlerini çözüyor ve bu bir devrimci eylem olarak alkışlanıyor. Başka ülkelerde de buna benzer tımarhane reformları ve hapishane reformları var. Dolayısıyla işin bir yüzü Avrupalıların gelip bizi görmesi, tabii aynı dönemde Osmanlı bürokratları da Avrupa’ya gidiyor, onlar da oradaki akıl hastanelerini geziyorlar, bir karşılaştırma gereği hissediyorlar esasında.

 

ABC: Aslında bir modernleşme ölçütü de, yani ülkelerin gelişmişlik ölçütlerinden biri bebek ölüm hızları ise, bir diğeri de akıl hastanelerinin durumları, orada nasıl davranıldığı, değil mi?

 

FA: Kesinlikle nefis bir tespit, yani her yüzyılda farklılaşıyor bu parametreler ama 19. yüzyıl için evet hapishaneler ve tımarhaneler birer gösterge.

 

ABC: Bunları istatistiksel döküm haline getirip ülkeler arasındaki farklılıkları ortaya koyma da bir modern Avrupa zihniyeti ve ne kadar doğru bilmiyoruz, hayvan haklarında da sayılar vermeye başlayabilirler. (Sayının diliyle hayvan sevmedikleri hakikatini gizleyebilirler.)

 

FA: Doğru.

 

ABC: Çünkü onlar ne kadar çok kısırlaştırmışlarsa o kadar gelişmiş ülke olacaklarını iddia ederler.

 

FA: Evet, ilginç bir nokta… Hayvan deyince aklıma geldi Ahmet, aslında akılı insana verilen değer ile ölçmelerinin bir karşılığı da gerçekten modernleşme ve aydınlanma düşüncesi çünkü insan şöyle tanımlanmaya başlıyor -Foucault’nun da deyimiyle- yani hayvan + akıl = insan gibi. Yani oradaki rasyoyu ve aklı devreden çıkartınca geriye kalan aslında doğal durumdaki bir hayvandan ibaret. Mesela o dönemin tımarhanelerine baktığımız zaman, Strazburg’daki akıl hastanesini gezen birisi burayı bir ‘insan ahırı’ olarak niteliyor. Yani hayvanlarla delilerin birlikte bulunduğu bir yer. Çünkü aklın olmadığı bir hal vahşi bir durum ve hayvanlaşma olarak adlandırılıyor o dönemde. Dolayısıyla kapatıldığı kurumlar da son derece bakımın olmadığı ve sirk halinde, yani insanların gelip seyirlik olarak izledikleri birer canlı türü, yani aklın yitimi, mahvoluşu, insanlığın ortadan kayboluşu olarak düşünüyorlar. Çünkü insanı elsiz, ayaksız düşünebiliyorlar ama düşüncesiz veya aklı olmayan bir yaratık olarak düşünemiyorlar, nasıl oluyor bu diye kabaca bir merak veya bir gözlem söz konusu.

 

ABC: Ne yapacağını da bilmiyor, böyle aklını yitirmiş bir insan karşısında. Gücünün yetmediği bir farklı insana nasıl bir tutum alacağı, yani deliye, kontrolden çıkmış bir akıl hastanesinde, orada hastasına nasıl davranacağını bilen bir rejim yok; henüz dünyada da yok böylesine tahammüllü, sevecen bakışlı bir sistem. Peki, buraya gelmişken aslında biz kapatılmayı konuşuyoruz değil mi Fatih?

 

FA: Doğru.

 

ABC: Yazdığın kitapta bir not düşmüşsün: “Rejimin görünümü hakkında efsane üretme kapasitesi içerisinden anlamaya çalışmak lazım akıl hastanelerini”. Yani akıl hastaneleri dışarıya biraz kapalı, bu seyyahlar gelip kolayca geziyorlar, ama herhangi bir sıradan vatandaşın Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıklarının kapalı servislerini görme ihtimali neredeyse sıfır. Orada nasıl müdahale edildiği, onların koşullarının ne olduğu tarihler boyunca aslında hep saklanmıştır. Dolayısıyla dışarıda biri için akıl hastanesine yakın olmak çok hoş gözükmez, oranın içerisinde olanlarla ilgili de bir efsane üretme ihtiyacı dışarıdakiler için var. Bunu anlıyorum, ama şöyle bir şey de var, akıl hastanesi aslında siyasi rejimlerin sadece görünümü, biçimi hakkında değil, onların nasıl bir işleyişe sahip olduğu, yani siyasi rejimin çarkları nasıl çalışır konusunda bilgi edinmek için de aynı zamanda önemli kurum bunlar.

 

FA: Kesinlikle.

 

ABC: Yani siyasi rejimler kendi işleyişleri hakkında bilgi vermek istemezler, aynen akıl hastanelerin de olduğu gibi.

 

FA: Doğru.

 

ABC: Dolayısıyla da kendi rejimlerinin nasıl işlediğiyle ilgili sırların en kolay elde edilebileceği yer de aynı zamanda akıl hastaneleri. Dolayısıyla akıl hastanelerinin müdahalelerine, akıl hastalarına nasıl bir tutum alınacağı sadece tıbbi etiğin koyduğu bir gizlilik -bir etik, aynı zamanda bir deontoloji meselesi- değil, aynı zamanda iktidarların da orayı topluma kapatmaya ihtiyacı var. Yani akıl hastasına nasıl davranılacağı konusu bir iktidar sorunsalıdır aynı zamanda ve medikal tutumun ne olacağı ile ilgili metinler de iktidarla iş birliği yapmak zorundadır. Bu yüzden iktidar, akıl hastaneleri işleyişi bir sır, efsane olarak kalsın istiyor.

 

FA: Çok doğru bir tespit, yani bu sosyal ve tıbbi kısmi bir madalyonun iki yüzü gibi, bir yandan sosyal kontrol amacı var bu kurumların; insanları hapsetme, disipline etme, ıslah etme, hizaya getirme…

 

ABC: İnsanların akıllarıyla ilgili karar alma,

 

FA: Doğru, hatta bunu belki hukuki anlamda başka haklara da geçirebiliriz, çünkü biliyorsun medeni hukukun da konusudur delilik. Veraset, miras, adli psikiyatri, vs. gibi diğer şeyler de var ama haklısın, siyasi rejimlerin psikiyatriyle olan ilişkisi önemli ve çok uzun zamandır bunun hakkında yazılıyor, çiziliyor, Nazilerden Güney Amerika’ya, cunta rejimlerinden Sovyetlere kadar.

 

ABC: O teması sıkı tutmaya çalışıyor, özellikle Adli Tıp’la, biliyorsun.

 

FA: Çok doğru, Osmanlı’da da aslında durum böyle çünkü 19. yüzyıl öncesine baktığımız zaman, nasıl darüşşifalar inşa edilmesinin bir simgesel değeri varsa 19. yüzyılda da ilginç bir şekilde kapalılığı var tımarhanenin.

 

ABC: Evet, akıl hastaneleri, Adli Tıp, bunlar siyasi iktidarların aynı zamanda politik makamları da; orayla temaslarını hiç koparmayı, ellerinden kaçırmayı istemezler. Bir de bizim bürokratlar Avrupa’daki akıl hastanelerini ziyaret ediyorlar yine aynı maksatla bir karşılaştırma yapmak için. Onunla da ilgili bize biraz bilgi ver.

 

FA: Doğru, tersine bir yolculuk da söz konusu, İstanbul’dan kalkan Osmanlı bürokratları Paris’teki, Londra’daki hastaneleri ve kurumları ziyaret ediyorlar. Bunlardan en ünlüsü Mustafa Sami Efendi’nin Avrupa Risalesi kitabı, 1840 yılında yayınlanıyor. Mustafa Sami sık sık rahatsızlanan biri olduğu için yolculuk boyunca da hastaneleri ziyaret ediyor ve onlar hakkında ayrıntılı yazıyor. Paris’teki akıl hastanelerini de ziyaret ediyor ve şöyle bir yargıya varıyor, yani esasında bizim klasik dönemde yapmaya çalıştığımız şeyin çok daha iyisi şu an Avrupa’da yapılıyor, hastalara en ufak bir eziyet yapılmıyor, bahçede serbestçe dolaşmasına izin veriliyor, onlara uygun tedaviler sağlanmaya çalışılıyor.

 

ABC: Şaşırıp kalıyor.

 

FA: Şaşırıp kalıyor ve imrenerek anlatıyor. Hatta en sonunda da diyor ki “bütün bunları gördükten sonra, ‘deli kötek ile uslanır’ sözünün ne kadar anlamsız olduğunu anladım”. İlginç olan, Mustafa Sami Efendi döndükten sonra bunları yazıyor. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Ondokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi’nde[6] Mustafa Sami Efendi hakkında yazdığı yazı da çok hüzünlü. Çünkü onun biyografisini anlatırken diyor ki “bu satırları yazan Avrupa’daki akıl hastanelerine imrenerek bakan Mustafa Sami Efendi 1855 yılında İstanbul’da evinde tek başına kafasını duvarlara vurarak, delirerek öldü” diyor “çünkü gideceği, sığınacağı bu anlamda bir kurum yoktu.” Yalnızlık içerisinde ve delirerek öldüğünü söylüyor. Tabii sadece Mustafa Sami değil başka bürokratlar da gidiyor Avrupa’ya. 1851 yılında Londra’ya giden bir bürokrat var, Seyahatname-i Londra’nın[7] yazarı, o da benzer şeyleri anlatıyor.

 

ABC: Tabii o zaman aslında şöyle de bir şey var, ben de uzun yıllar Bakırköy Ruh ve Sinir’de çalıştım, neredeyse bir çeyrek asır, sonuçta o zamanki güdülenme şuydu siyasi iktidarların kendi bulundukları hastanelerle diğer hastaneler arasında bir tür reform ve onları birlikte aynı düzeye getirme. Hatta Avrupa Birliği’nin fasıllarından, başlıklarından da biridir ve insan hakları örgütlerinin de bu hastaneler üzerinde çok gözlem yaptığı bir vaka. Artık dünyada o motivasyon çok var mı bilmiyoruz, çünkü dünya fazla modernleşmek istiyor; kadınlara, çocuklara, insanlara ve akıl hastanelerine çok zaman ayıracak zamanı kalmadı. Yani yavaşlık, hüzün, duyarlılık, romantizm çok ender, yaşlılara terkedildi. Bu arada ülkemizde biliyorsun bir de savaş var, savaşa karşı olduğunu bildirmek de suç oldu. Bu arada söyleyeyim, ben de savaşa karşıyım, geçen bir bildiri geldi imzalayamadım, sonradan gördüm telefonumda. Ayşegül’e (Ayşegül Tözeren) de buradan merhaba. Şimdi bizim Çimen, yani program ortağım sorular hazırlamış ve ben bir miktar şey yapmak üzere Aura dergisi bölümünden başlayayım ikinci soruyu da sana sorayım. Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde epeyce önemli dergiler çıktı, bunlardan bir tanesi Şizofrengi diğeri Aura, bunun içinde ben de yer aldım. Tabii bu dergiyi çıkaranlardan önemli isimler var, Ali Babaoğlu bir dönem derginin yazı işleri müdürü, daha sonra Erdoğan Özmen oldu, Cemal Dindar’ın önemli bir yeri var tabii, Lale Çığşar, Salman Ünlügedik, Cem Mumcu, Afşar Timuçin, Ülkü Çakır var da var efendim. Ben buradan diğer arkadaşlarıma merhaba diyorum. Bu dergi şöyle bir şey, bu dergi çıkartılırken o hastanede çalışanlardan daha çok yani sadece hekimlik düzeyinde edebiyata ya da dergiciliğe ilgi duyanlardan daha çok orada yaşayan, uzun yıllar, 40-50 yıl yaşayan hastalar var. Kronik serviste, onların da kurduğu cümleler ve yazdıklarının bir edebiyat olduğunu varsaydık, dolayısıyla bu dergiler o yüzden çıktı. Uzun süre orada çalışanlarına, personel düzeyinde, hemşire düzeyinde yıllarca çalışanlarına da dergide yer verildi.

 

FA: Bu dergiciliğin kökeni de bizim Bakırköy’de 1961-65 arasında çalışan Bedia Tuncer’in İnilti şiir derlemesinden başlıyor, sonra Şizofrengi, Kendi Sesimiz derken Aura 40 hafta gerçekten

 

ABC: Haftalık gazete olarak çıktıktan sonra aylık dergi olarak çıktı 96’da başladı. O zaman ben elimde şu anda Aura’nın bir sayısı var, bu dergide hastaların yazdığı şiirleri ya da öyküleri yazarken baş harflerini kullanıyoruz, dolayısıyla böyle bir etik toplantı da yapmıştık, sonuçta burada bir etik problemimiz yok. Bana şunu soruyor, diyor ki “akıl hastalarının hastanede yazdıklarının bir edebiyat olduğunu varsayıyorsak, deliliği nasıl yazıyor akıl hastaları? Yani acı verici olarak mı yazıyorlar yoksa deliliğin özgürleştirici bir etkisi olduğunu mu?” Bunun hakkında bana bir soru soruyor, bu soruyu ben cevaplamak için B.U. baş harfli kişinin yazdığı şiiri okuyayım ve hep beraber incelemeye başlayalım. Şiirin adı Bildiğin:

 

Bildiğin[8]

Bir zamanlar kötü sözler söylendi,

Son zamanlar,

Bildiğin ihtilal

Çok şahane sonuç gool

Aç insanlar Bakırköy hastanesinde

Demokrat Parti otobüse biner

Beypazarı Ankara giderdik

Gölbaşı Ankara’da oturuyoruz

Yıllar çabuk geçti

1964 yılı futbol oynadım

Kurban bayramı Nisan ayı

1964 30 Ağustos’u İzmir’deydim

Sonra İstanbul’a geldim

1969 ilkbahar İçel’e gittim

İki defa okuyordum fakültede

Başşehir Ankara

Gölbaşı Ankara güneyinde göl var

Önceden burada yattım çıktım fakültede okurken

1969 ilkbahar İçel’e iki defa gittiğimde

İlk defa buraya yattığımda

1965 yaz Hukuk fakültesinde okuyordum Ankara’da

Burası Bakırköy hastanesi

Bakırköy İstanbul’da işte o yatış

Sıkıyı görünce ağlayış

Bakırköy hastanesinde yatarken

1965 yılı yattığımda

1966 yılı yattığımda

A.Ü. amca bağlayıp getirseydiniz dedi

1969 yılı Haziran 9 ve Cumartesi

Babamın ahbabıyla kendim geldim

İhtilal bu işte!

 

FA: Muhteşem bir şiir, daha önce de sabah konuşmuştuk bu şiiri, gerçekten “ihtilal bu işte” kendisinin kalkıp gelmesi.

 

ABC: 25 yıl tanıdığım biri o, ben oradayken zaten 15 yıl önce gelmiş, hukuk fakültesinden ayrılmış bir kronik şizofreni hastası, şimdi rahmetli oldu. Şimdi dönersek soruya, burada bir özgürleştirme mi var? Yoksa acı verici bir şey olarak mı işliyorlar konularını? Önce edebiyatla bir miktar ilgilenen biri olarak şunu söyleyeyim, aslında şiirin zihnin işleyişiyle, özellikle de zihnin kendiliğinden yani kontrolsüz işleyişiyle bir ilgisi var. Yani şiir şöyle çıkıyor; bir miktar eksik, tamamlanmamış bir şey olarak çıkıyor. Yani bir tür düşüncenin sembolize edilerek daha ilkel halleriyle ortaya çıkıyor olması. Dolayısıyla ritmi de bu ilkellik (ilklik dili de denebilir) kendiliğinden sağlamış oluyor. İmajinasyon yetisi dilden çok daha etkin ve çok daha önce, toplumsallaşmanın bir sonucu olarak önemli bir çapta da atrofiye (küçülüyor) oluyor, oldu. Hâlbuki çok daha yaratıcı bir özelliğini kaybediyor insan zihni. Can katmaya çalıştığımız dilden farklı olarak ehlileştirilmesi yapılmamış bir dille neredeyse bir resim çiziyor deliler (Bir bakıma toplumsallaşmayarak dile de direnmiş oluyorlar). Dolayısıyla bütün bu tür insanların (Şair-Deli) konuşmalarından dil değil, tamamlanma işçiliği bize bırakılan bir eksik-resim çalışması alıyoruz. Şair diyor ki “beni zorla getirdiler, zorla getirdiler, zorla getirdiler ama en sonunda kendim geldim, işte kendimi devirdim”.

 

FA: İhtilal bu işte!

 

ABC: Burada bir acı var bir taraftan, özgürlük bence de var, hiç böyle içine kapanık bir şiir gibi görünmüyor, her türlü müdahaleye umudunu yitirmiş bir şiir gibi görünmüyor. Diğer taraftan başka ne var? Delilik var mı? Delilik varsa da bu bize çok yakın görünen bir şey, yani dolayısıyla artık ben burada haddimi bilerek durayım. Sana Çimen’in sorusunu sorayım, biraz uzun geldi ama vazgeçtim tamamını okuyayım. “Delilik bizim edebiyatta yani Osmanlı klasik şiirinde, vs. aşkla da çok iç içe. Aşkın da -mecnun olursun ya âşık olunca- burada o delilik itibarlı bir durum yani vecd haline gelmeyi herkes beceremez, yani deliremez herkes aşık olarak. Deliliğin bu aşkla iç içe olma halinin modernleşmeyle birlikte yani rasyonelleşmesi hakkında ne diyorsun? Aşk dönüşüyor ya da rasyonelleşiyor mu yoksa modern hayatta tımarhanenin oluşmasıyla iki ayrı dünya oluşsa da aşk yine de delilik vasfı taşıyabilir özelliğini sürdürebiliyor mu?”

 

FA: Çok zor bir soru ama çok da keyifli bir soru, yaratıcı bir soru. Şöyle söyleyebiliriz, Osmanlı klasik şiirinden söz etmiş Çimen, evet orada “cünun, delilik, mecnun” imgeleri çok yoğun olarak kullanılıyor ama ondan önce iki tanım ile başlamak daha doğru olur. Mecnun aslında “örtülmüş, aklı gitmiş, cinlenmiş” demek ve “cin” kökünden geliyor, aynı kökten gelen “cennet, cinnet, cenin” gibi kelimeler var, örtülü olmak, gizlenmiş olmak, ele geçirilmiş olmak anlamlarında. Dolayısıyla mecnunun da “aklı örtülü” demek yani... Mecnunun bir anlamı bu, meczup ise “cezbeye tutulmuş olan, bir başka etki altına girip o etkiyle aklını yitirmiş olan” demek.  Dolayısıyla bu ikisi arasındaki tanımlar, farklar çağlar boyunca değişiyor.

 

ABC: Birisi gizemli, öbürü de biri tarafından çıldırtılmış.

 

FA: Ama tabii daha sonra bunlar iç içe geçer halde de kullanılıyor, özellikle 19. yüzyılda daha da pratik anlamda şöyle bir ayrım da yapılıyor, bir parça pratik bir ayrım: “Akıl insanı terk ederse mecnun, insan aklı terk ederse meczup olur” yani bilerek bu akıldan vazgeçme durumu. Fakat mecnunda şöyle bir durum var, Leyla ile olan aşk ilişkisinden şöyle bir delilik çıkarsaması var (Fuzuli’den itibaren kullanılan imgeler bunlar): Mecnun’u böyle çöllerde, dağlarda, bir başına toplumun dışında gezen, Leyla için arayışta olan, mezarlıklarda, izbe yerlerde dolaşan, toplum ile uyum sağlayamayan, toplum tarafından dışlanan, kendi öz bakımını kaybetmiş ve aklı dolaşık halde ve tekrarlayıcı bir şekilde düşüncelere sahip olan ve başka türlü bir zihinle karşımıza çıkan bir imge Mecnun. Dolayısıyla elbette aşkın delilik ile ilişkisi çok daha erken yüzyıllarda ve sadece bizim edebiyatta ya da bizim kültürümüzde değil, farklı kültürlerde de bu ilişki üzerine yazılmış, edebiyatta işlenmiş bir konu. Fakat ne zaman Mecnun psikotik bir özne olarak kapatılması gereken veya bir tımarhaneye konulması gereken bir kişi olarak düşünülüyor, bu önemli, bu daha geç dönemlerde oluyor. Yani “deliliğin tıbbileştirilmesi” dediğimiz süreç, 18-19. yüzyıllara dayanıyor. Fakat divan şiirinde de bu imgeler var yine, klasik tımarhanelere göndermeler var, mesela klasik tımarhanelerde, minyatürlerden ve anlatılardan, Çelebi’den biliyoruz ki ağır ruhsal sorunu olan hastalar zincirlerle sabitleniyordu ayaklarından ve ellerinden duvarlara. Mesela bunun şiirdeki kullanımına baktığımız zaman yine zincir var, fakat sevgilinin saçları olarak anlatılıyor, yani “onunla zincirlendim ben tımarhaneye” gibi veya delilik mevsimi “eyyam-ı cünun” diye geçiyor, ilkbahar mevsiminde aşkın artması, aynı zamanda bugün modern anlamda belki psikopatolojik olarak mani dönemi falan gibi anlatılabilecek duygular esasında klasik dönemde yani baharda bir coşkunun olması, aşk ile baharın ve delilik mevsiminin adlandırılması gibi ortak imgeler var. Ama günümüzde aşkın tabii ki biyokimyasından psikopatolojisine pek çok şey söyleniyor, delilik ile ilişkisi üzerine, hatta bazıları bir mikro-paranoya durumu olduğunu da söylüyorlar aşkın. Tabii ki şüphesiz aşk bildiğimiz rasyonelliğin yitimi ve başka türlü bir düşünce ve cezbe hali.

 

 

ABC: Ben de bu sorunun aklımda yarattığı şeyleriyle cevap vermek isterim. Şimdi aslında edebiyatta aşk ve delilik bir tür iç içe ve sen bunun tarihteki izlerini izliyorsun. Şimdiki romanlar da aşkı yine delilikle iç içe mi ele alıyor bunu bir miktar cevaplamış oldun. Ama ben daha klinik düzeyde ya da sosyal ilişkiler düzeyinde bir ruh hekimi olarak şöyle gözlemlere sahibim, sevgilisinden ayrılmış bir gençte benim kafamdaki tahayyül şu; bir miktar hüzün olur, biraz keyifsiz görünürdü, o hüzne anlam vermeye çalıştığı günleri, estetize etmeye çabalardı. Yani bir miktar müzik dinler, hatta o arada yazmaya da başlardı. Çektiği acıya anlam vermeye çalışırdı. Ama sanki şimdi, o aşk durumunu yüzünde, tutum ve davranışında hüzün taşıyan insanı bulmak da zor. Şimdi aşk dönemlerine bir psikoz, depresyon demek ve ilaç vermek de olmaz. Yas, keyifsiz olduğumuz durumlar, terk edilmedeki hüzün…

 

FA: Melankoliye daha yakın

 

ABC: Evet, melankoli bir miktar deliliğin bir parçası ve özelliği gibi düşünürsek, benim klinik gözlemlerde gördüğüm şizofrenilerde de bir hüzün var, depresyonda da bir hüzün var. Çok da yaygın gözüken bir durum; o normal bireyleri yani akıl hastası olmayanları akıl hastalarına yaklaştıran bir şeydi o hüzün. Ama artık çok sert, yani rasyonel reaksiyon veriyorlar (bu da bir tür sertlik). Ayrılmış birisi yenisini bulurum demekle başlıyor güne, dolayısıyla canın yandığı yerde, onunla baş etmede estetik olmayan, saldırgan tutum alan bir çağda yol alıyoruz. Dolayısıyla da şizofrenlerden uzaklaşan, bir başka delilikle karşı karşıyayız.

 

FA: Çok doğru…

 

ABC: Dünyayı yıkan insanlar artıyor. Kuzey Kore başkanı “bombalar patlatacağım!”, diyor, ülkeler birbirlerine dalıyor, aslında bu da bir akıl hastalığı, bir çıldırma.

 

FA: Hiç şüphesiz! Diğerleri daha naif bir noktadan, daha farklı zihin…

 

ABC: İnsanın zihin tarihine baktığımızda hüzünden saldırganlaşan bir insana gidişat var; yani çektiği acıya anlam veriyor, ondan hüzün çıkarıyor, onu titizlikle işliyor, öbürü ise çektiği acıyı bastırıp, bombayı patlatıyor, öldürüyor!

 

FA: Aslında şey de diyebiliriz, bu aşk için yani o koyu durumundan sanki geldiğimiz nokta farklı. Hani melankoli aslında koyu bir sıvıdır ya, kara bir safra, beyinde yer eden bir sıvı melankoli.

 

ABC: Ama antikalaştı gibi sanki.

 

FA: Arapçası malihülya, Türkçesi daha orijinal bir kelime: karasevda. Yani aşk hastalığı olarak da Türkçe ’de kullanılıyordu depresyon, ama şimdi tabii karasevda…

 

ABC: Şimdi karasevda karaborsa oldu.

 

FA: Ara ki bulasın karasevdayı.

 

ABC: Fatih, Evangelinos Misailidis’in Temaşa-i Dünya isimli bir kitabı var, bu Grekçe (Rumca) harflerle yazılmış Türkçe bir roman.

 

FA: Çok önemli bir roman…

 

ABC: Çok da gözden kaçmış, bir Rum vatandaşımızın yazdığı güzel bir roman. Bu, edebiyat tarihinde bir tür tımarhaneleri de içeren bir roman. Onunla başlayıp edebiyatta tımarhane nasıl temsil ediliyor, akıl hastalarına nasıl davranılıyor, bununla devam edelim.

 

FA: Tabii bütün bir Osmanlı edebiyatında ve Türkiye edebiyatındaki tımarhanelerin hepsini konuşmamız mümkün değil ama bir mekan olarak tımarhane romanlarda nasıl yer alıyordu? Bunların örneklerine baktığımız zaman bulabildiğim ilk örneklerden birisi, gerçekten kıymeti az bilinmiş bir anlatı, bir roman: Temaşa-i Dünya. 800 sayfalık bir kitaptan bahsediyoruz.

 

ABC: Türkçesi var mı şu an?

 

FA: Var ama maalesef yeni baskısı yok, 1986’da en son baskısı. Vedat Günyol hazırlamıştı, tam adı Seyreyle Dünyayı (Temaşa-i Dünya ve Cefakâr-u Cefakeş).[9] Evangelinos Misailidis esasında bir gazeteci, yayıncı, onun yazdığı bir yaşam öyküsü, pikaresk diye adlandırılan bir anlatım biçimi bu; yani baş kahraman böyle maceracı, maceradan maceraya sürüklenen, bu arada toplumun alt sınıflarını gözleme imkanı olan, tımarhaneye giren, hapishaneye giren, tersaneye giren, kadınlarla buluşan, işçilerle çalışan filan pek çok farklı kesimlere girip çıkıp bu arada toplumun genel bir panoramasını sunan bir metin. Bu metinde Favini (başkahramanımız) bir de tımarhaneye gidiyor, orada tabii durumu hicvediyor, içeride 16 tane farklı, birbirinden ayrı mecnunun her birinin hikâyesini ayrıntılı anlatıyor.

 

ABC: Ne güzel.

 

FA: Çok. Hepsi birbirine lafı bağlıyor bir şekilde.

 

ABC: Hikâye var mı kitapta, aklında kalan?

 

FA: Tabii mesela miras nedeniyle delirmiş olanı, aşk nedeniyle, veraset nedeniyle, kavga nedeniyle, aile ilişkileri yani sosyal nedenlerle pek çok mecnunun farklı hikayeleriyle zenginleşiyor metin. Kendisinin de oraya girişi aslında bir yanlış kapatma... Batı edebiyatında çok işlenen bir konu bu yanlış kapatma (wrong confinement), kendisi (Favini) aslında bir avukat ve oraya başka bir şekilde giriyor, hatta onu da hicvediyor, “benim babam Katolik, annem Rum, ben Fransa vatandaşıyım, beni Patrikhane bir emirle tımarhaneye koyuyor, bu nasıl bir sistem?” diyor.

 

ABC: Sistemi eleştiren şeyler de var yani.

 

FA: Tabii içeriden bir eleştiri şöyle var kuruma yönelik: bir defa insan muamelesi yapılmıyor burada, “bir davar gibi bağladılar beni” diyor. Bu imge mesela çok önemli, genellikle biraz önce bahsetmiştik, “insan ahırı” şeklinde anlatılması tımarhanenin, bizim edebiyatta da “koyun gibi”, “ağıl gibi”, “ahır gibi” veya “davar gibi bağlamak” şeklinde benzetmeler var, başka metinlerde de geçiyor.

 

ABC: Peki içeriden ve dışarıdan bir bakış olarak şurada bir inceleme yapsak, mesela içeride biz seninle biliyorsun bir klinikte 4 yıl birlikte çalıştık, sen orada gözlemciydin, tarih doktora tezini yazarken, ben de klinisyendim. Senin şimdi içeriden baktığında bağladıklarımız koyun gibi mi gözüküyor, mesela dışarıdan biri olsaydın sen de böyle mi söylerdin?

 

FA: Doğru, şüphesiz öyle düşünürdüm.

 

ABC: Bir karşılaştırma yapsan?

 

FA: Kitabın önsözünde de demiştim, benim bütün yargılarım ya da temel apriori düşüncelerimin pek çoğu Bakırköy’de, klinikte, acilde sağlık memuru olarak çalışırken veya birlikte aynı serviste çalışırken pek çok şeyin aslında değiştiğini gördüm düşünce düzeyinde. Çünkü elbette ki felsefi bir konu bir yandan delilik ama bir yandan da reel ve gerçekten başa çıkılması gereken bir konu... İşin biyolojik kısmı da bir tarafa, gerçekten içimizden birilerinin çıkıp toplumdaki bu ciddi ruhsal sorunlara yönelik bir şifa vermemiz gerekiyor, bir gerçeklik var ortada. Dolayısıyla aslında o imgeler 19. ve 20.yüzyıl için doğru.

 

ABC:  Hasta ve hastalığı romantize etmeden, yüceltmeden değil mi? Birinin de yardım etmesi lazım? Hekimler orada çalışıyorlar, hemşireler, sağlık memurları.

 

FA: Tabii ki, mutlaka, şüphesiz… Çünkü aynı zamanda acı, ıstırap ile ilişkili bir durum delilik. Tabii bu arada biz delilik derken şimdi günümüzde artık böyle tek tip bir delilik filandan bahsetmiyoruz genel bir psikozdan, bunu da ayrıca söylememiz lazım.

 

ABC: Tabii tabii, koca koca kitaplar var, bu bir ihtisas alanı efendim, 400 çeşidi var.

 

FA: Son DSM’ye[10] göre 385 çeşit bir alt hastalıktan, kategorilerden bahsediyoruz.  Bu Misailidis’ten sonra da tabii romanlarda tımarhane konusu işlenmeye devam ediyor, şiirlerde de geçiyor. Benim çok sevdiğim bir şair var Osman Nevres, onda rastlamıştım mesela.

 

ABC: Bu Osman Nevres Osmanlıca mı yazıyor?

 

FA: Evet, 19. yüzyıl şairi.

 

ABC: Sen bunu çevirebiliyorsun.

 

FA: Tabii ama zaten Nevres’in Divanı Türkçe (Latin) harfli olarak yayınlandı.[11]

 

ABC: Senin çeviri yaptığın kitaplar da var değil mi?

 

FA: Evet.

 

ABC: Osmanlıca da biliyorsun, okuyorsun.

 

FA: Evet.

 

ABC: Bunu da mahsus söylüyorum ki dinleyicilerimiz bilsin, konuğumuzun bilmediği çok az şey var!

 

FA: Aşk olsun! Bu tabii Türkçe yayınlanmış bir Divan. 1873 yılında Toptaşı’na getiriyorlar Osman Nevres’i, şöyle bir şiir yazıyor iki dize: “Bu yağan yağmur değildir sanmayın gök gürlüyor / Sille-i darüşşifâdır âsumân ağlar bana”. Yani esasında bu yağan yağmur değil, gökyüzü benim durumuma ağlıyor, gök gürlemiyor aslında ben içeride kabaca dayak yiyorum ya da bu bir tımarhane dayağının sesidir gibi bir anlatım var. Ama Osmanlıca metinlerde de, yani ikinci meşrutiyet döneminde de tımarhane yeniden gündeme geliyor, o dönemde yazılan İsyan romanı var Mehmet Celal’in,[12] henüz Latin harfleriyle Türkçe’de okuyamadık ama çok güzel bir kitap o da. Orada da Toptaşı ve La Paix hastanelerini karşılaştırıyor yazar. Toptaşı siyasi bir kurum olarak anlatıyor.

 

ABC: Orası da zengin kısmı için akıl hastanesi…

 

FA: Evet, La Paix’yi de ekonomik açıdan değerlendiriyor, “La Paix birinci sınıf hastaların gittiği, hatta hastaların özel bir arabayla Kâğıthane sırtlarında dolaştırıldığı, zengin hastaların iyileştiği halde yakınlarına hastalığının devam ettiğinin söylendiği” gibi içeriden çok güçlü bir eleştiri var. 1912’den bahsediyoruz bu arada. Mehmet Celal’in kendisi de çünkü La Paix’de aralıklarla 3-5 defa yatmış birisi.

 

ABC: Biliyorsun, bazen böyle siyasi ve ekonomik konumu yüksek olanlar kendini Bakırköy’de bulduğunda “ben burada yatmam! Ben daha paralı delilerin yanında yatmak istiyorum” diye öyle bir küçümserler ki Bakırköy’ü değil mi?

 

FA: Doğru

 

ABC: İkna etme şeyleri, konuşmaları olurdu, yakıştıramıyor kendisine (hasta yakınları).

 

FA: Doğru, hatta şöyle şeyler de var Osmanlı arşivinde, onunla ilgili bir makale[13] yazmıştım geçen yıllarda, vatandaşlıkla delilik arasındaki ilişki. Osmanlı son döneminde, İstanbul’daki bazı zengin vatandaşların İsviçre’ye ve Avusturya’daki özel kliniklere gidip yatıp, tedavi olup geldiklerini görüyoruz. Bir tür ‘erken sağlık turizmi’ gibi…

 

ABC: Bir taraftan da hastalığı gizliyor işte.

 

FA: Bir yandan da gizlemiş oluyor. İsyan romanında daha çok Mehmet Celal kendi tecrübelerini de anlatarak iki kurumu ele alıyor. Bir de yine az bilinen, baskısı olmayan bir kitap Mehmet Hamdi isimli Balıkesirli bir romancı, çok sayıda romanı var. Enteresan bir isim, bu aslında bir imam fakat çağdaş bir imam öyle diyelim; yani şöyle 30’a yakın roman yazmış, daha sonra oğlu milletvekili olmuş, onların bir kısmını kendi adına yayınlamış, enteresan bir taşra romancısı diyelim.

 

ABC: Maşallah! Ne çok yazmış!

 

FA: Fakat bunların bir kısmı tabii Osmanlıca kalmış, bu kitaplardan birisi 1912’de yazılıyor Tımarhane isimli bir kitap[14], ancak 1933’de yayınlanabiliyor.

 

ABC: O da Manisalı.

 

FA: Yok, hayır bu Balıkesirli ama Süleymaniye Bimarhanesini anlatıyor.

 

ABC: Biliyorsun Manisa Ruh Sinir de en fakir olanların mekanı.

 

FA: En sefil olanı… Manisa tımarhanesi, Amak-ı Hayal’de[15] anlatılıyor.

 

ABC: En sefil olan evet, bir de Elazığ Ruh Sinir Hastanesi var böyle. İstanbul’da mı tedavi görüyorsun Manisa’da mı? Manisa hastası mısın İstanbul hastası mısın?  Her yerde olduğu gibi orada da bir hiyerarşi var.

 

FA: Doğru. Bu Tımarhane romanında Süleymaniye anlatılıyor, 1810 yılında 4 yıl içeride kalan bir roman kahramanının hikâyesi anlatılıyor. O kitabın kapağı da enteresan bir güllabi var, artık yeni kuşaklar bu kelimeyi bilmiyordur, güllap “çengel” demek, güllabici “tımarhaneci” anlamına geliyor, tımarhanedeki gardiyan, görevli. Elinde bir kırbaç ile hastaları hizaya getirmeye çalışan, onları döven bir figür olarak yer alıyor güllabi.

 

ABC: Bunlar var tabii.

 

FA: Tabii, zaten

 

ABC: Baştan enjektöre gelene kadar. Enjeksiyon; hızlı, modern tedavi...

 

FA: Aslında zincirlerin yerini gömlekler, gömleklerin yerini anti-psikotikler alıyor.

 

ABC: Sünger kaplamalı odalar filan. Bizim zamanımız da sanki doluyor gibi, dolayısıyla bir programın daha sonuna geldik. Bir dahaki program görüşmek üzere allahaısmarladık. Çok güzel bir program oldu Fatih, belki bir kez daha konuşuruz.

 

FA: Hızlı geçtik galiba.

 

ABC: Yeniden birlikte oluruz, sen zaten beni kırmazsın!

 

FA: Tabii ki, keyifle…

 

ABC: Allahaısmarladık efendim.

***

[1]  Bakırköy-İncirli’de bulunan özel yataklı psikiyatri kliniğiydi. Eski Çamlık Hastanesinin olduğu tarihi bina.

[2]  “Extracts From the Journal of Mr. Goodell”, The Missionary Herald, Ekim 1832.

[3] Pliny Earle, “Medical Education and Institutions: A Visit to Thirteen Asylums for the Insane, in Europe, With Statistics”, The American Journal of Medical Sciences, 25 (1839): 127-128.

[4] Miss Pardoe, Şehirlerin Ecesi İstanbul Bir Leydinin Gözüyle 19. Yüzyılda Osmanlı Yaşamı. Çev. Banu Büyükkal. 2. Baskı. İstanbul: Kitap Yayınevi, 2009.

[5] Fransız hekim/alienist Philippe Pinel (1745-1826) modern psikiyatrinin kurucularından biridir.

[6] Ahmet Hamdi Tanpınar, Ondokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul: Çağlayan Kitabevi, 1985.

[7] Fikret Turan (Hazırlayan), Seyahatname-i Londra Tanzimat Bürokratının Modern Sanayi Toplumuna Bakışı, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2009.

[8]  B.U, “Bildiğin”, Aura, sayı:3, 1997

[9] Evangelinos Misailidis, Seyreyle Dünyayı (Temaşa-i Dünya ve Cefakâr-u Cefakeş), Haz. Robert Anhegger, Vedat Günyol, İstanbul: Cem Yayınevi, 1986.

[10] Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders (DSM), Amerikan Psikiyatri Derneği tarafından yayımlanan, psikiyatrinin temel ya da “kutsal” kitabı kabul edilen psikiyatrik hastalıkları sınıflandırma kitabıdır. Mayıs 2013’de beşincisi (DSM-5) yayımlandı.

[11] M. Kayahan Özgül, Osman Nevres Hayatı ve Eserleri, İstanbul: MEB Yayınları, 1999.

[12] Mehmed Celâl, İsyan, İstanbul: Meşrutiyet Matbaası, 1910.

[13] Fatih Artvinli, “Insanity, belonging and citizenship: Mentally ill people who went to and/or returned from Europe in the Late Ottoman Era” History of Psychiatry 2016; 27 (3): 268-277.

[14] Hatip Mehmet Hamdi, Tımarhane, İstanbul: Güneş Matbaası, 1933.

[15] Filibeli Şehbenderzâde Ahmet Hilmi, A’mak-ı Hayal-Raci’nin Hatıraları, İstanbul: Ahmet Saki Bey Matbaası, 1910. Yeni baskısı: Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi, A’mâk-ı Hayâl Râci’nin Hatıraları Karşılaştırmalı Tam Metin. 2. Baskı. Haz.N.Ahmet Özalp. Resimleyen:Hasan Aktaş, İstanbul:Büyüyen Ay, 2016.