Prof. Dr. M. Nuray Aydınoğlu ile gerçekleştirdiğimiz dört programlık seride Aydınoğlu, meslekteki 50 yılını ve deprem mühendisliğinin nereden nereye geldiğini anlatıyor.
(13 Ekim 2021 tarihinde Açık Radyo’da Altın Saatler programında yayınlanmıştır.)
Gürhan Ertür: Açık Radyo’da Altın Saatler programını dinleyeceksiniz. Bugünkü programı Mehmet Nuray Aydınoğlu, Elvan Cantekin, Muzaffer Tunca ve ben Gürhan Ertür birlikte sunacağız. Evlerimizdeyiz ve programın kaydını Selahattin Çolak arkadaşımız gerçekleştirecek. Açık Radyo’nun teknik ve idari bu zor dönemde sesimizi sizlere ulaştırdıkları için çok teşekkür ederiz. Bugün 13 Ekim Çarşamba ve saat şu anda 11:00, siz bu kaydı bugün saat 15:30’da dinleyeceksiniz. Telefon numaramız alan kodu 212 343 40 40, elektronik posta adresimiz [email protected] Altın Saatler programlarının ses kayıtlarını Açık Radyo’nun internet adresinde podcast bölümünde dinleyebilirsiniz. Bugünkü programımızın destekçileri İkbal Kırlıdoğ’a teşekkürlerimizi iletiyoruz. Bugün Nuray Aydınoğlu hocamızla birlikte yaptığımız 3.programı gerçekleştireceğiz. Mehmet Nuray Aydınoğlu’nun 50.akademik yılı vesilesiyle ‘50 yılda dünyada ve Türkiye’de deprem mühendisliği nereden nereye geldi?’ üzerine sohbetimiz geçtiğimiz 2 haftada sohbeti gerçekleştirdik. Şimdi de bugünkü programımızda 3.programı gerçekleştireceğiz. Evet ve nerede kaldığımız falan Nuray hocaya sorarak ilerleyeceğiz ama ondan önce ben Elvan’a söz vermek istiyorum çünkü Elvan’da 2 tane bilgi var. Evet Elvan.
Elvan Cantekin: Evet, herkese merhabalar tekrardan. Bugün 13 Ekim, biliyorsunuz 13 Ekim BM Genel Kurulu’nun 1989 yılında aldığı bir kararla Uluslararası Afet Riskini Azaltma Günü (UARA). Bugün esasında afet risklerinin azaltılması konusunda dünya geniş bir farkındalık yaratmak için kutlanıyor. Bu konuda bir takım çalışmalar da yapılıyor. Her sene bugün bir teması belirleniyor, bu seneki tema UARA Günü’nün bu yılki teması gelişmekte olan ülkeler için afet riskini ve afet kayıtlarını azaltmak için uluslararası işbirliği olarak belirlendi. Bu konuda işte gerek BM genel sekreteri, gerekse de bu konudaki uzman kişiler yetkili kişiler tarafından çeşitli bilgilendirmeler yapıldı, çeşitli konuşmalar yapıldı. Bu konunun gündeme gelmesi esasında oldukça önemli çünkü gerek Sendai çerçeve anlaşmasında gerekse de 2015 yılında imzalanan Paris anlaşmasında gelişmekte olan ülkelerin afet risklerinin azaltılması konusunda desteğe ihtiyacı olduğu zaten belirlenmişti ve bu konuda bir takım hedefler de konulmuştu. Bu hedefleri bir kez daha hatırlatmak, bir kez daha bu konuda kamuoyunun ilgisini ve farkındalığını arttırmak amaçlanıyor. Tabii bu senenin yahut da geçtiğimiz 2 senenin diyeyim artık bir önemli konusu bu ayrıca, Covid 19 aşılamasıyla bağlantılı olarak karşımıza çıkıyor. Gelişmekte olan ülkelerin önemli bir bölümü Covid 19 aşısına ulaşma konusunda çok büyük sıkıntılar yaşıyorlar. Esasında baktığımızda dünyada bugüne kadar uygulanan Covid 19 aşısının 85%’i 10-12 ülke, aralarında Türkiye de var bu ülkelerin, bu ülkelerin içinde uygulandı. Yani geri kalan 217 -10 dersek 200 civarında ülkedeki bu Covid 19 aşı uygulamaları ancak toplam uygulamaların %15’i kadar. Bu konuda çok ciddi de bir sakınca olduğunu uzmanlar belirtiyorlar. Hatta şöyle bir alıntı yapacağım, IMF’nin baş ekonomistlerinden birisinin bir lafı var “eğer pandemi her yerde sonlanmadıkça hiçbir yerde sonlanmış olmayacaktır” bu nedenle gelişmekte olan ülkelerde aşılamanın yapılabilmesi ve bunun da tabii ki dışarıdan gelecek desteklerle mümkün olabilecek bu, bir kez daha önemini gösteriyor. O anlamda bu yıl UARA Günü’nün teması gelişmekte olan ülkeler için afet riskleri ve afet tehditlerini azaltmak için uluslararası işbirliği olarak belirlendi. Çok önemli, gerek iklim değişikliği gerek Covid 19 aşı dağılımı, gerekse iklim değişikliği içerisinde sadece mitigasyon değil yani sera gazlarının azaltılması değil adaptasyon önlemlerinin alınması da önemli. Bu konularda gelişmekte olan ülkelerde en az gelişmiş ülkeler diye tanımlanan ülkelerde çok büyük kaynak yetersizlikleri var. Bunun hem de sadece kaynak yetersizliği, mali kaynaklar değil teknolojik kaynaklar, insan kaynakları da bunun içerisinde. Bu anlamda bu ülkelere ciddi destek verilmesi gerekiyor. Bu nedenle de bugünün teması bu seçilmiş durumda. Diğer bir konu da dün öğlen saatlerinde Girit’te 6,3 büyüklüğünde bir deprem meydana geldi. Bu depremle ilgili esasında çok bir ciddi hasar ve can kaybı bilgisi yok, bu sevindirici. Zaten uzun bir süredir Girit’in o bölümünde arka arkaya deprem fırtınası diye nitelendirebileceğimiz depremler oluyor. Dünkü bunlar içerisinde birazcık daha magnitüd olarak daha yüksek olan bir depremdi. Evet bunlar kısaca notlarım, ben burada sözü sana bırakıyorum Gürhan.
GE: Elvan çok teşekkürler, sağ ol ve hemen Nuray hocamla kaldığımız yerden devam edelim lütfen.
Mehmet Nuray Aydınoğlu: Evet, geçen hafta 1997 deprem yönetmeliği hazırlıklarını etraflıca gözden geçirmiştik. Bu önemli bir aşamaydı deprem mühendisliğinin Türkiye’deki uygulaması açısından. Şimdi bu programa ondan sonra meydana gelen gelişmelerle başlamak istiyorum. Belirtmek istediğim önemli bir konu, deprem tasarımı, yani depreme dayanıklı yapı tasarımı konusunda 1990’ların başından başlayarak gelişen ve giderek 90’larda, 2000’li yılların başında hız kazanan, ağırlık kazanan bir takım çalışmalar var. Bunları hazırlayan bir takım bilimsel çalışmaları takiben bu tasarım konseptini değiştiren ve daha gerçekçi hale getiren, yani binaların, yapıların deprem sırasındaki davranışlarını daha iyi idealize eden, daha iyi temsil eden hesap-analiz yöntemleri geliştirilmeye başlandı. Buna nereden ihtiyaç duyuldu? Biraz tabii bütün olaylarda olduğu gibi bu gelişmelerin kaynağı biraz da o dönemde yani 1980’lerin sonuyla 90’larda meydana gelen birkaç büyük deprem bunu tetikledi diyebiliriz. Çok ilginç üç tane depremden söz edeceğim. Birincisi 17 Ekim 1989 Loma Prieta depremi. Bu deprem kuzey California’da San Francisco şehrine çok yakın bir noktada meydana geldi, San Andreas fayı üzerinde. Özellikle San Francisco ve çevresinde önemli hasara yol açtı. Altyapı tesisleri büyük hasar gördü, çok önemli bir viyadük, bir üst yol resmen çöktü. Orada bir sürü can kaybı oldu, çünkü trafik yürürken, yanılmıyorsam akşamüstü saat 5 civarında olan bir deprem bu. Yangınlar çıktı, Amerika’da biliyorsunuz ahşap konut inşaatı yaygındır. Çok fazla insan ölmedi ama hasar büyük oldu ve bundan 5 yıl sonra, bu kez güney California’da Los Angeles civarında Northridge denilen bölgede büyük bir deprem oldu. İlginç tarafı, bu da yine ayın 17’sinde. 17 Ocak’ta, bakın 17’lerde bir terslik var herhalde, bunu yıldız falcıları belki yorumlamışlardır. 17 Ekim’de Loma Prieta oldu, 17 Ocak 1994’te Northridge oldu, 1 yıl sonra tam aynı gün 17 Ocak 1995’te Japonya’da Kobe depremi oldu ve nihayet 1999’da 17 Ağustos’ta Kocaeli depremi oldu.
EC: Hocam çok polemik çıkartacaksınız bu konuda! 4 gün var 17’sine, yani ona göre!
10 yıl içinde dört büyük deprem
MNA: 4 tane deprem var yani 10 sene içinde olan. Bazı kişiler biliyorsunuz böyle şeylere meraklıdırlar, anlatayım dedim. Northridge depreminde önemli hasarlar meydana geldi, biraz önce belirttiğim gibi tam 1 sene sonra 1995’te Kobe’de çok büyük bir deprem oldu. Kobe Japonya’nın önemli şehirlerinden biri, aslında bir ihracat kenti, büyük bir liman kenti. Japonya’nın ihracatının büyük bir kısmı oradan yapılıyor. Bu deprem benim açımdan da önemli çünkü biz Mustafa Erdik arkadaşımla sanırım 10-12 gün Kobe’ye gittik ve oradaki felaketi gördük. Hakikaten çok yaygın bir hasar vardı her türlü yapıda, özellikle liman tesisleri, ki dediğim gibi Japonya’nın en önemli liman tesisleri, ihracat merkezi, tamamen tahrip olmuştu. Onu da hani bu vesileyle hatırlatayım. Biz Mustafa’yla döndükten sonra 2 ay sıkı çalıştık, orada çok doküman ve bilgi toplamıştık, resimler çekmiştik, vs. Küçük bir kitap yazdık, yani bir rapor ve Nisan ayında bitirdik, dünyada daha Kobe’yle ilgili yayınlar çıkmamıştı hiçbir yerde. Biz onu hemen yayınladık ama Türkçe olarak yayınladık, hatta o zaman rektör olan –Allah selamet versin–Üstün Ergüder’in desteğiyle hemen Boğaziçi Üniversitesi Yayınları [1] onu yayınladı. 250 adet basıldı o zaman, şimdi sanıyorum mevcudu bitti ama güzel bir kitaptı, onu okuyanlar yararlanmışlardır. Biz de çok uğraşmıştık ama hakikaten çok dersler çıkarılacak bir depremdi ve geçen gün bir vesileyle bu konuyu konuşurken kitabı okuyan bir arkadaşım şunu söyledi: “O kitabı okuduktan sonra bizim gözümüzde çok büyüttüğümüz Japonların da hani deprem konusunda o denli büyük olmadığını anladık hocam” dedi. Hakikaten orada yapılan müthiş dizayn hataları, mühendislik hatalarını gördük. Tabii epey bir zaman geçti, 25-26 yıl oldu ama yani bu da önemlidir, bizim için de çok ilginç olmuştur. Bu önemli bir gelişme. Şimdi bu depremler tabii çok etki yarattı dünyanın her tarafında.
Bu noktada şunu söyleyeyim. Amerika’da orijinal deprem mühendisliği çalışmaları genellikle California’dan başlar, yani dünyada bu işin merkezi California’dır. California’daki üniversiteler, artı California’daki mühendislik kuruluşları, bunlar da üniversitelerle çok sıkı işbirliği yaparlar. Tabii en büyük faktörlerden biri de hükümetin yani kamunun bunları desteklemesi, bu araştırmaları desteklemesi. Gerek FEMA (Federal Acil Durum Yönetim Kurumu) vasıtasıyla, gerek kurdukları Applied Technology Council (Uygulamalı Teknoloji Konseyi) gibi çok başarılı, hâlâ çalışan bir kuruluşları var. Bunun gibi kuruluşlarla özellikle Amerika’daki 1989 ve 1994 depremlerinin ışığında şunu düşünmeye başladılar: Yahu biz hep yeni binaların nasıl dizayn edileceğini, nasıl depreme dayanıklı yapılacağını hedefliyoruz ama mesela San Francisco’da büyük bir deprem tekrar bekleniyor. Biraz önce belirttim: Loma Prieta depremi hasar meydana getirdi ama daha ziyade San Francisco’da lokal bir hasar meydana getirdi. 1906’da muazzam bir deprem olmuştu ve bütün San Francisco yanmıştı o zaman yangınlardan. Bilim insanları San Francisco ve civarında çok büyük bir depremi uzun süredir bekliyorlar – biz nasıl İstanbul için bekliyorsak. Şimdi şunu düşünmeye başladılar: böyle büyük depremler oluyor ve bu depremler işin ilginç tarafı kırsal deprem değil. Bu sözünü ettiğim 3 deprem de şehir merkezlerini vuran depremler olduğu için kentlerde ve altyapıda önemli hasara yol açtı. Peki mevcut altyapımızı ve mevcut binalarımızı nasıl değerlendireceğiz? Çünkü biz o zamana kadar hep yeni yapı, yeni bina, yeni altyapının nasıl yapılacağına yoğunlaşmıştık.
Anlaşıldı ki bizim yaklaşımlarımız yani teorik çalışmalarımız ve yöntemlerimiz bu mevcut binaları objektif olarak değerlendirmek için yeterli değil. Bu düşünce tabii birden çıkmadı, aslında 1980’lerde başlamıştı ama bu depremler kavram değişikliği çabasını geliştirdi ve “performansa göre tasarım” veya “performansa dayalı tasarım” başlığı altında biraz daha sofistike ama ayağı yere basan bir takım yeni yöntemler geliştirildi. Bunlar benim de meslek hayatımda çok önemli yer tutan konular oldu; o zamandan sonraki çalışmalarım ve uygulamaya yansımaları açısından. Tabii bilimdeki bu gelişmeye paralel olarak gelişen bir durum, geçen haftalarda da belirttik, bilgisayarların gelişmesi. Bu çok önemli, çünkü performansa göre tasarım konsepti içinde binaların davranışını, gerçek davranışını, yani hasar gören bir binayı veya hasar görebilecek bir binayı da modellemek ve hasarın gerçek, birebir simülasyonunu yapmak gibi bir iddia var. Daha önce bunu yapmıyorduk – daha doğrusu yapamıyorduk. Biraz da bilgisayarların, daha doğrusu hesap imkânlarımızın sınırlı olması yüzündendi. Şimdi yavaş yavaş yapabilir duruma gelmiş idik o tarihte ve Amerikalılar hakikaten çok akıllıca bir şekilde bu kavramı mühendislik camiasına, mühendislik uygulamalarına sokabilmek için oldukça pratik yöntemler de geliştirmeye başladılar. Bunu büyük ölçüde üniversite-sanayi işbirliğiyle yani California’daki mühendislik camiasının da çok aktif katkısı ile yaptılar. Bu yöntemler 1990’lar boyunca çok hızlı bir biçimde geliştirildi.
Amerika’da yeni yayınlar bakımından hep gözümüz California’da olduğu için tabii bizim de çok ilgimizi çekti. Benim esasen teorik olarak, kişisel ilgi duyduğum bir konuydu hemen bu konuda çalışmaya başladık, hatta herhalde Türkiye’de ilk defa bu konuda ben ders açtım Kandilli’de, yıl 1996’dır. Ondan sonra verdiğim master tezlerinin pek çoğunda ve doktora tezlerinde hep bu konsepti esas alan çalışmalar yaptık. Çünkü bunlar, dediğim gibi, yeni ve aynı zamanda istikbale yönelik çalışmalardı. İşin enteresan tarafı tabii Amerikalıların biraz önce belirttiğim gibi pratik yöntemleri öyle gelişti ki bunlar zaten o zaman da görülüyordu, bunlar kısa bir süre sonra şartnamelere de yansıyacaktı ve böylece özellikle mevcut binaların, yapıların değerlendirilmesi ve icabında güçlendirilmesi için çok rasyonel ve daha önceki hesap yöntemleriyle gerçekçi bir biçimde yapamadığımız işleri yapar duruma geldik. Buna ben devrim diyorum, çünkü kuvvete dayalı bir tasarımdan, yani zorlamaya dayalı bir tasarımdan, deprem kuvvetinden hep bahsederdik, şimdi depremde bina nasıl şekil değiştiriyor, ona döndük. Dolayısıyla kuvvete veya dayanıma göre tasarım konseptinden deformasyona veya şekil değiştirmeye göre tasarım konseptine geçtik. Bu hakikaten bir devrim, kavramsal bir devrim, hepimiz böyle düşünmeye başladık. Bu konuda çalışmalara ben de katkıda bulundum, hemen bir takım yayınlar da yaptım. Bu bağlamda bir yöntem geliştirdim, pratik yöntemleri biraz daha geliştiren bir yöntem. 2003 yılında yayınladım. Bu yöntem oldukça ses getirdi, hâlâ referans alır. Ondan sonra bu konuda yapılan hemen hemen bütün çalışmalarda atıf verilen bir yayın oldu. Ondan sonra da hep çalıştım hatta hâlâ çalışıyorum bu konuda. Tabii son zamanlarda artık yaşlılığım dolayısıyla biraz yavaşlattım çalışmaları – ama hâlâ sürdürüyorum ve halen bir takım makale çalışmalarım var.
EC: Estağfurullah hocam!
GE: Elvan’ın bir sorusu var hocam.
MNA: Tabii.
EC: Hocam, şimdi dediniz ki kuvveti esas alan tasarım çalışmalarından binanın performansına, deprem kuvvetleri altında nasıl davrandığına dayanan bir başka yönteme geçtik. Şimdi bu iki yöntem arasında mühendislik ekonomisi açısından da bir fark oluşuyor muydu? Yani söz konusu olan deprem kuvvetlerini kuvvete dayalı bir şeyle çözümlemeye çalışsak, tasarlamaya çalışsak daha fazla malzeme kullanmak, daha kuvvetli bina yapmak mı gerekiyor?
"2000’li yıllardan itibaren Türkiye’de eski konsepte göre çok fazla yüksek bina yapılmaya başlandı"
MNA: Bu soru çok önemli. Maliyet bakımından bir fark var, bir de yapılan işin hassasiyeti de önemli tabii. 1900’lerin başında (1908) Messina depreminden sonra İtalyanlar ilk şartnameyi hazırladılar. O zaman Amerika’da falan daha şartname yok, Japonya’da bir takım ampirik şeyler var. İlk rasyonel hesap yaklaşımını İtalyanlar koymuştur ortaya. Ondan sonra bütün dünya – Türkiye de dahil, 1940’lardan itibaren o da devreye girmiştir – yavaş yavaş şartnameler sırayla yazılmış, uygulanmıştır. O zamanlar hepsi kuvvet bazlıydı, yani bir takım kabullere dayanıyordu ister istemez. Biz bir binanın küçük depremde değil büyük depremde hasar göreceğini biliyoruz, bunu hep de söylüyoruz, hasar görünce bina değişiyor, binanın özellikleri değişiyor ama yıkılmaması lazım binanın. Çünkü yıkılırsa can kaybı meydana gelir, bizim için en önemli olan odur. Tabii malı da koruyacağız ama çok büyük bir deprem olduğunda artık orada mala değil cana birinci planda önem veriyoruz. Bu deprem mühendisliğinde ana prensiptir. Peki o zaman bina o durumda çok büyük şekil değiştirmeler yapmış aslında, biz bunların hiç birisini dikkate almıyoruz, sadece binaya gelecek kuvveti dikkate alıyoruz. Binanın doğrusal, elastikmiş gibi davrandığını varsayıyoruz fiktif olarak.
100 yılı aşkın bir deneyimde bu yöntemler, bu uygulamalar gelişti. Tabii bu kuvvete dayalı yönetmelikler de zaman içinde gelişti, kabullerin sayısı azaltıldı, rafine edildi ama hâlâ ana prensipte kabuller var. Şimdi performansa göre tasarımda biz binanın o büyük depremde şekil değiştirmesini de dikkate alıyoruz. Tabii biraz zorlaşıyor iş, karmaşıklaşıyor, işte o yüzden zaten bilgisayarların gelişmesinin önemi burada ortaya çıkıyor. Şu önemli tabii, biz daha doğru bir hesap yapmaya başladık, çoğu zaman da daha ekonomik de oluyor ama her zaman olmayabilir. Çünkü bazen bakıyoruz, bizim kuvvet yöntemiyle yaptığımız tasarımda bütün gelişmelere rağmen birtakım problemler ortaya çıkıyor, aynı binayı performansa göre tahkik ettiğimizde. Anlatabiliyor muyum? Yani dayanıma göre tasarım bütün 100 yıl boyunca gelişmelere rağmen konsept olarak bir yerde tıkanıyor. Gerçek davranışı göremiyoruz. En önemlisi, uygulayan mühendis bazı şeyleri ezbere yapıyor, bence en önemlisi o. Niye? E şartname böyle yazıyor diye. Tamam şartnameye uymak zorundasın ama bunu niye yapıyorsun? Nereden çıktı bu? O konuda tabii Türkiye’de, şunu söyleyeyim yakın zamana kadar bu konuda üniversite eğitiminde de büyük eksikliklerimiz vardı, mühendislik eğitiminde yani mesleki eğitimde de büyük eksikliklerimiz vardı. İşte biz bunları 1997 yönetmeliği vasıtasıyla ve vesilesiyle -geçen hafta da ifade ettim- yavaş yavaş gidermeye çalıştık. Bugün çok şükür çok daha iyiyiz ama tabii alacak daha çok yolumuz da var.
Sonuç olarak, sorunuz çok ilginçti. Dediğim gibi iyi uygulanırsa performansa dayalı tasarım daha ekonomik sonuçlar verir, ama ekonomi kadar daha gerçekçi sonuçlar verir, önemli olan bu. Bir de tabii şunu söyleyeyim, zaten bu ihtiyaç gelişmenin 90’larda ortaya çıkmasında, mevcut binaları değerlendirirken yeni yapılar için öngörülen kuvvete dayalı yönetmeliği kullanmamızda terslik var. Çünkü mevcut binanın nasıl yapıldığını, hangi yönetmeliğe göre yapıldığını hadi bilsek bile, tarihinden çıkarsak bile yönetmelik uygulandı mı uygulanmadı mı, ne kadar uygulandı? Yani eski yönetmeliklerin eksiklikleri olduğunu biliyoruz, e biz şimdi yine aynı kuvvete dayalı klasik yöntemle mevcut binayı değerlendirmek için de mevcut bina içinde bir takım kabuller yapmamız lazım. Nitekim öyle yapmaya başladık 90’larda hatta 99 depreminden sonra da. Çünkü dediğim gibi bunların gelişmesi tesadüfen 1990’larda oldu ve bunun hayata geçmesi 2000’lerde oldu – yalnız Türkiye’de değil bütün dünyada. Şimdi zaten 2007 yönetmeliğini anlatacağım birazdan. 1997 yönetmeliğinde ve önceki yönetmeliklerde mevcut binaların değerlendirilmesi ve güçlendirilmesiyle ilgili maddeler yoktu – hiçbir yönetmelikte yoktu o zamana kadar.
Tabii 1999’dan sonra nasıl 90’larda Kaliforniya’da “yahu bizim mevcut binalarımız ne olacak?” diye düşünmeye başladı ise insanlar, biz de 99' depremlerinden sonra düşünmeye başladık: “Yahu bir sürü çürük binamız var, ne yapacağız bunları, kamu binaları, özel binalar, konutlar?” Hâlâ konuşuyoruz. Bunları değerlendiren, sağlam mıdır, değil midir, ne kadar sağlamdır, ne kadar ne yapmak lazım, güçlendirmek lazım mı, değil mi? Bu konularda elimizde araç yoktu, güvenilir araç yoktu. Nitekim 2007 yönetmeliği biraz gecikti tabii ama dediğim gibi bilimsel gelişmeler ve uygulamalar da tam bu sıralarda bütün dünyada yayınlandı. Bunu söylemekten aslında bir çeşit mutluluk duyuyorum, bizim 2007 yönetmeliğimiz bu modern yaklaşımı yönetmeliğe koyan dünyadaki ilk yönetmeliklerden biridir. Hemen hemen aynı zamanlarda Avrupa deprem yönetmeliğine (Eurocode 8) de koydu. Amerikalılar da hemen yönetmelik yazmadılar da, onların bir takım kılavuz kitapları vardır, onlara koydular, yani yönetmelik dışı uygulamalar yaptılar, daha sonra yönetmeliğe de girdi. Şimdi sorunuz bu konuları da açtığı için iyi oldu, çok önemli bir gelişmedir. Hem bilimsel bakımdan bilim dünyası tabii çok hareketlendirdi, hâlâ çalışıyor, o zamandan bu yana tabii epey mesafe alındı ama yapılacak daha çok şey var.
Biz bu yaklaşımı 2018 yönetmeliğinde yeni binalara da teşmil ettik, genişlettik ve bunun için ayrı bir bölüm yazdık. Mesela yüksek binaların tasarımı tamamen bu konsepte göre yapılıyor şimdi, eski konsepti bıraktık.
Bu arada şunu da söyleyeyim, 2000’li yıllardan başlayarak Türkiye’de, özellikle İstanbul’da çok fazla yüksek bina yapılmaya başlandı. Biz endişeyle bunları izlemeye başladık çünkü bunlar eski konsepte göre dizayn ediliyordu. Bu arada Amerika’da da özellikle bu yüksek binalar konusu gündeme geldi. Orada da sayıca artmaya başladı, özellikle Kaliforniya’da. 2007 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin o zamanki yönetimiyle biz Kandilli olarak bir protokol imzaladık ve İstanbul’da uygulanmak üzere özel bir yüksek binalar yönetmeliği taslağı hazırladık. 2008’de bunu yayınladık. Hâlâ bizim web sayfamızda durur güzel bir hatıra olarak. 2018’e kadar aslında yüksek binaların tasarımını ifade eden ve tanımlayan başka bir yönetmelik yoktu. Bu yönetmeliği bir takım bürokratik nedenlerle İBB resmen hayata geçirmedi, geçiremedi, o tarafını bilmiyorum bir takım başka nedenleri var, idari nedenleri var ama bu yönetmelik de facto kullanıldı işin güzel tarafı. Mühendisler de o dönemde bu yönetmeliğin getirdiği yeniliklere şahit oldular, öğrendiler, uygulamaya başladılar. 2018 yönetmeliğinde bu konular artık Türkiye’nin yönetmeliğine girdi. Şimdi bizim 2018 yönetmeliğinde örneğin yüksek binalar için ayrı özel bir bölüm var. Hatta onun dışında, şekil değiştirmeye göre tasarımı ifade eden, onun yöntemlerini, modelleme sistemlerini anlatan çok ayrıntılı bir başka bölüm daha var.
Sonuç olarak şunu belirtmeyi çok önemli görüyorum: bu kavram bütün dünyada devrim yarattı. Türkiye’de de dediğim gibi özellikle 2007 yönetmeliğinde mevcut binalar için uygulanmaya başlandı. Bunun en yaygın uygulaması İstanbul’daki İSMEP projesiyle (İstanbul Sismik Riskin Azaltılması ve Acil Durum Hazırlık Kapasitesinin Arttırılması Projesi) oldu. Aslında hatta şunu söyleyeyim: İSMEP projesi bizim yönetmeliği bitirmemizi bekledi şöyle böyle bir sene kadar, yani tam hayata geçme bakımından. Dünya Bankası prosedürlerinin uygulandığı bir proje oldu, hâlâ devam ediyor aslında İSMEP. Dolayısıyla, özellikle İstanbul’da çok sayıda okul binası bu yöntemlerle, yani bizim 2007 yönetmeliğine koyduğumuz performansa göre tasarım yöntemleriyle değerlendirildi ve güçlendirildi.
Böylece, 2007 yönetmeliğini de anlatmış oldum, 2007 yönetmeliği aslında sadece bunun için yazıldı. Daha doğrusu şöyle söyleyeyim: 2007 yönetmeliğinde yeni binaların tasarımıyla ilgili hükümler, bölümler 97 yönetmeliğinin büyük ölçüde aynısıdır. Eksik olan bazı şeyler tamamlandı, bazı hatalar düzeltildi, çelik bölümünde bir takım problemler vardı, onlar biraz geliştirildi – sağ olsun değerli arkadaşım Prof. Dr. Erkan Özer’in büyük katkısı olmuştur. Yönetmeliğin esas amacı bu yeni bölümü yazmaktı, o zamana kadar yönetmeliğin 6 bölümü vardı, biz 7. bölümü yazdık. Performansa göre mevcut binaların değerlendirilmesi ve güçlendirilmesini konu eden bölümü yazdık. Bu da dediğim gibi İSMEP’ten başlayarak 2019’a kadar uygulanmaya devam etti ve 2019’dan itibaren 1 yıl önce yayınlanan 2018 yönetmeliğine göre mevcut binalar aynı konseptle değerlendiriliyor. Tabii o bölüm daha da geliştirildi, çünkü o arada bir 10 sene daha geçti, konular daha da geliştirildi.
GE: Tam bu noktada bir ara verelim hocam, hiç kesmeden geldik.
MNA: Ben de hiç ara verecek imkân bırakmadım galiba!
GE: Yok ama çok iyi oldu çünkü bir bütünlük içinde ele aldık bu son derece önemli konuyu. Evet ondan sonra, aradan sonra da hemen Elvan’ın bir sorusu var herhalde.
EC: Bir sorusu daha var!
MNA: Tamam.
GE: Bir sorusu daha var, peki!
MNA: Tabii memnuniyetle.
"Kocaeli ve Düzce depremleri çok geniş toplumsal, ekonomik ve moral etkiler yarattı"
GE: Açık Radyo’dasınız, Altın Saatler programının ikinci bölümündeyiz, Mehmet Nuray Aydınoğlu, Elvan Cantekin, Muzaffer Tunca ve ben Gürhan Ertür birlikteyiz. Tabii ki Argun Yum da programımız başladıktan kısa bir süre sonra aramıza katıldı. Argun’a da bir merhaba diyelim. Devam ediyoruz efendim, Nuray hocanın 50. akademik yılı vesilesiyle 50 yılda dünyada ve Türkiye’de deprem mühendisliği nereden nereye geldiği üzerine 3. programımızdayız. Fakat 3. programla da bitirmeyeceğiz, 4. programla da devam edeceğiz. Buyurun Nuray hocam.
MNA: Tabii laf lafı açıyor biraz. Konu aslında geniş, ben de hiç durmadan anlatmama rağmen zamanın büyük kısmını bu programda da harcadık. Şimdi bu programın son kısmında şu soruları konuşalım: 99 depremi sonrasında neler oldu? Türkiye’de neler oldu? 99 depreminin etkileri ne oldu? Neler yapıldı? Ben tabii kendi ilişkim dolayısıyla yönetmeliklere ağırlık veriyorum ama diğer konularda da genel olarak çok önemli gelişmeler oldu.
Bunları şöylece özetlemek mümkün: Kocaeli ve Düzce depremleri çok geniş toplumsal, ekonomik ve moral etkiler yarattı ve deprem mühendisliğine de ilgi çok arttı. Bu yıllarda bizim Kandilli’de öğrenci sayımız anormal bir biçimde artış gösterdi. Master sınıflarımız o zamana kadar en fazla 9-10 kişi iken böyle 25-30 kişi olan sınıflarımız oldu. Daha sonra azaldı bunlar tekrar, bu böyle bir moda mıydı biraz? E tabii depremin etkisi önemli oldu. Aynı zamanda sanıyorum geçen hafta da söyledik: Daha önce 97’de yayınlanıp 98 başında yürürlüğe giren yönetmelik de o arada pek uygulanamamıştı, ekonomik bunalım yüzünden. Bir yandan herkes o yönetmeliğin çok zor, çok karmaşık olduğundan şikâyet ediyordu ama yönetmelikte gösterilen konuların ne kadar önemli olduğu 99 depremlerinde görülen hasarlardan anlaşıldı ve yönetmelik birden kıymete bindi. Bu da çok önemli bir konudur, yani 99 depremleri o manada bir pozitif işlev gördü diyebiliriz.
99’dan hemen sonra neler oldu? Kısa başlıklar halinde geçeceğim. Önemli bir gelişme Ulusal Deprem Konseyi diye bir konsey kuruldu, o zaman Ecevit hükümeti iş başında, bir hükümet genelgesiyle kuruldu, ben de o konseye ilk seçilen 15 üyeden biriydim. Güzel çalışmalar yaptık, TÜBİTAK bünyesi içinde çalıştık. Başlarda oldukça sık toplantılar yapıyorduk, hemen hemen her ay bir toplantı yapıyorduk. Önemli raporlar hazırladık, şimdi onların detaylarına giremiyorum, daha önceki programlarımızda aslında konuşmuşuzdur, ama maalesef daha sonra, 2002’den sonra gelen AKP hükümeti pek önem vermedi konseye, konsey zaman içinde unutuldu, bir kenara bırakıldı. En sonunda yanılmıyorsam 2007 yılında kaldırıldı. Bir yerde yazık oldu çünkü iyi bir çabaydı, ilk defa bu manada bir sürekli konsey çalışması olmuştu. Ben de kişisel olarak katkıda bulunmaktan – diğer arkadaşlarım da tabii – çok mutlu oluyorduk.
Bu arada yine çok önemli bir gelişme 2000’de, depremden hemen bir yıl sonra malum en büyük sorunlarımızdan, maalesef hâlâ da devam eden sorunlarımızdan olan yapı denetimi sorununa rasyonel bir çözüm bulabilmek için depremin verdiği ivmeyle Bayındırlık Bakanlığı’nın Yüksek Fen Heyeti bir taslak hazırladı. Bu heyette daha önce adını andığım rahmetli Oktay Ergünay arkadaşımız da vardı, eski Afet İşleri Genel Müdürü. O sırada Yüksek Fen Heyeti’ne geçmişti. Yüksek Fen Heyeti en prestijli makamı idi bakanlığın, şimdi öyle bir şey kaldı mı? Hiç sanmıyorum. Aynı heyette yine adını anmaktan mutluluk duyduğum, daha sonra bakanlık müsteşar yardımcılığı yapacak Mahmut Küçük arkadaşımız da vardı. Bunlar benim iyi temasta olduğum arkadaşlardı, onların da talebiyle ben de danışman olarak bu konuda yayınlanan Kanun Hükmünde Kararname’nin hazırlığına katkıda bulundum. Ankara’ya 4-5 kere gittim, aynı zamanda raporlar yazdım, onların yazdıkları raporlara ve taslaklara görüş verdim, vs. Hazırlanan 595 sayılı kanun hükmünde kararname yeni bir yapı denetimi sistemi getiriyordu, rasyonel olarak. Bunu gerçekleştirecek üzere – herhalde gelecek hafta biraz daha detaylı konuşuruz – “yetkin mühendislik” diye tanımladığımız ve esasen daha önce de çalışmalarına başladığımız yeni mühendislik sisteminin esaslarını da bu 595 sayılı kararnameye koymak istediler. 601 sayılı bir başka kanun hükmünde kararname ile yetkin mühendislik sistemini başka isim altında de facto (fiilen) getirdiler, adına da “uzman mühendislik” dediler. Ben o zaman bu isme karşı çıktım ama olsun dedim, isim önemli değil, daha sonra değiştirilir icabında ama sonuç olarak ilk defa Türkiye Cumhuriyeti’nde bu işin bir uzmanlık işi olduğu tescil edildi. Hatta çok ileri bir düzeyde bu uzman mühendislerin kendilerini mali mesuliyet sigortası kapsamına almaları koşulu kondu. Bu o zamana göre devrim niteliğinde bir şeydi. Fakat Türkiye’de devrimleri gerçekleştirmek tabii kolay iş değildir, hemen birkaç kuruluş, maalesef bunların içinde TMMOB de vardır, Anayasa Mahkemesi’ne başvurdular ve her iki kararname de doğru dürüst hayata geçemeden iptal edildi. Ondan sonra hemen arkasından bir yapı denetim kanunu çıkarıldı ama o yapı denetim kanunu hâlâ tam oturmuş değil, defaatle – sayısını bile hatırlamıyorum – revizyondan geçti ama maalesef bugün hâlâ tatminkâr bir yapı denetim sistemine sahip olmadığımızı söylememiz mümkün. Bu konuları daha önceki programlarımızda defaatle konuşmuşuzdur, bu vesileyle bu konuyu da ifade etmiş oldum.
2004’te önemli bir gelişme olarak Deprem Şurası toplandı. Bu hakikaten Türkiye’de belki o zamandan bu yana da yapılan en önemli çalışmalardan biridir. Ben bunun hazırlık çalışmalarına katıldım, yine biraz önce adını andığım değerli arkadaşım Mahmut Küçük’ün – o zaman bakanlıkta müsteşar yardımcısıydı – talebiyle hangi konuların ele alınacağı, ne tür komisyonlar oluşturulacağı, vs. gibi konuları belirledik. Şura’da teknik mevzuat alt komisyonu başkanlığını yaptım, raporlar yazdık, vs. Çok iyi bir çabaydı. Sonuç olarak bu Şura’nın dokümanları daha sonraki bütün raporlarda, meclis araştırma raporlarında bile, bugün bile referans verilen belgeler oldu. Daha sonra benzer çalışmalar yapıldı, mesela 2012 miydi? Galiba, 10. kalkınma planı için – şimdi kalkınma planları rafa atıldı ya – bir çalışma yapıldı. Özel bir ihtisas komisyonu kuruldu, Ankara’da günlerce, haftalarca çalıştık gidip gelerek… Çok güzel bir dokümandır, onu da bu arada hatırladım.
Nihayet aynı dönemde , 2009’da AFAD kuruldu ve AFAD Deprem Danışma Kurulu (DDK) oluşturuldu bilim çevrelerinden ve ilgili kuruluş çevrelerinden üyelerin katılımı ile. Ben de BÜ temsilcisi olarak oraya katıldım ama hemen bir yıl sonra emekli olduğum ve üniversite görevim sona erdiği için, o zamanki AFAD başkanı Mehmet Ersoy’un davetiyle yine gayri resmi olarak katılmaya devam ettim. Benim resmen çalıştığım dönemde AFAD-DDK çok önemli bir çalışma yaptı, bu çalışma Ulusal Deprem Stratejisi ve Eylem Planı (UDSEP) adıyla anılır. Bu çalışma ile deprem konusunda Türkiye’nin 2023’e kadar yapması gereken bütün önemli işler kâğıda döküldü, strateji olarak tanımlandı ve bunlarla ilgili eylem planları belirlendi. Oldukça iyi hazırlanmış bir dokümandır, ancak yapılması gerekenlerin maalesef çok azı bugüne kadar hayata geçirildi. Bugün açıp okursanız çoğunun hâlâ ihtiyaç olarak ortada durduğunu görürsünüz. Mesela yetkin mühendislik konusu da o konulardan biridir, orada vardır, biraz da bizim çabamızla koyduk. Mesela altyapı deprem yönetmelikleri yapalım dedik, çünkü bizim deprem yönetmeliğimiz aslında sadece binalar içindir. Eskiden yapılar denirdi, biz ‘yapı’ demiyoruz artık ‘bina’ diyoruz. Yani ofis binası, konut binası ve binaya benzeyen yapılar için, mesela bir köprü için kullanılamaz. Bizim Türkiye’nin resmi bir köprü deprem yönetmeliği yoktu – köprü ne kadar önemli bir yapıdır biliyorsunuz – bugüne kadar deprem yönetmeliği yoktu. UDSEP’te o konuda da bir strateji maddesi konuldu, bir eylem planı yapıldı. Altyapı deprem yönetmelikleri olarak, köprüler, kıyı-liman yapıları, hava meydanı yapıları, tüneller, elektrik ve iletişim sistemleri, boru sistemleri ve hatları olmak üzere toplam 7 tane yönetmelik hazırlandı 2017-2020 arasında. Ben köprü yönetmeliği, kıyı-liman yapıları deprem yönetmeliği ve hava meydanı binaları deprem yönetmeliği olmak üzere –bunlar deprem yönetmelikleri– bu üçünün hazırlanmasına önemli ölçüde katkıda bulundum. Bunlar 6 Ekim 2020’de yayınlandı, 1 yıl sonra yani geçtiğimiz hafta 6 Ekim’de yürürlüğe girdi yahut girmiş olması lazım.
GE: Bu arada süremiz de bitti hocam. Artık 4. programla konuyu ele alacağız gelecek hafta. Bu arada üzerinde durmadığınız İstanbul için deprem master planı var.
MNA: Evet evet.
GE: Onu da önümüzdeki hafta konuşuruz. Çok çok teşekkürler hocam, sağ olun!
MNA: Rica ederim, rica ederim.
GE: Çok hızlı bir akışımız oldu. Evet efendim, Açık Radyo’da Altın Saatler programında bu hafta Mehmet Nuray Aydınoğlu hocamızın 50.akademik yılı vesilesiyle “50 yılda dünyada ve Türkiye’de deprem mühendisliği nereden nereye geldi?” konusuna eğilen 3. programımızı gerçekleştirdik. Gelecek hafta 4. programda görüşmek üzere hoşça kalın.
MNA: Hoşça kalın!
(Program deşifresini hazırlayan Dilek Hepgüler'e teşekkür ederiz.)