Maceraperest Bir Mimarın Fotoğrafhanesi: Arif Hikmet Koyunoğlu

-
Aa
+
a
a
a

Suna ve İnan Kıraç Vakfı'na bağışlanan arşivinden cam negatifler, asetatlar ve baskı fotoğraflarla kurgulanan bir sergi İstanbul Araştırmaları Enstitüsü'nde ziyarete açıldı; proje ekibinden Gülru Tanman ve Mustafa Ergül ile Arif Hikmet Koyunoğlu üzerine konuşuyoruz.

""
Maceraperest Bir Mimarın Fotoğrafhanesi: Arif Hikmet Koyunoğlu 1893-1982
 

Maceraperest Bir Mimarın Fotoğrafhanesi: Arif Hikmet Koyunoğlu 1893-1982

podcast servisi: iTunes / RSS

Y.Y.: Merhaba, Açık Mimarlık dinlemektesiniz. Ben Yağmur Yıldırım. Ağustos ayının ilk programı olarak bu programı dinlemektesiniz. Biz birkaç hafta öncesinden kaydediyoruz. Taze açılan bir sergi ve taze olarak bağışlanmış bir arşivin sahibini konuşacağız bu programda. Maceraperest Bir Mimarın Fotoğrafhanesi: Arif Hikmet Koyunoğlu (1893-1982) isimli sergi. Hemen radyo stüdyomuzdan Kumbaracı Yokuşu'nu çıktığımız zaman Meşrutiyet Caddesi'ne ilerlediğimizdeki çok sevdiğimiz İstanbul Araştırmaları Enstitüsü'nde taze taze açıldı. 2026'ya kadar devam ediyor bu sergi. 2026 Mayıs'ına kadar görebilirsiniz. Biz de taze olarak açılmışken konuşalım dedik. Enstitüye bağışlandı Arif Hikmet Koyunoğlu'nun arşivi ve bu vesileyle de hem bir kataloğu hem de bir sergisi izleyiciyle buluşuyor. Hafta içi her gün yediye kadar görebiliyorsunuz, hafta soapaçnu da dahil olmak üzere bu sergiyi. Sergi ekibinden Gülru Tanman ve Mustafa Ergül ile beraberiz. Oldukça nevi şahsına münhasır bir karakter. Bu maceraperest mimar. Ama sadece mimar da değil kendisi. Kendisinin yaptığı işlerle ilgili sergide bir pano vardı. Ben fotoğrafını çektim. Sözü sizde bırakmadan sadece bunu okumak istiyorum ben: "Mimar, antrenör, asker, aşçı, atlet, fotoğrafçı, galerici, gazeteci, hamal, kabzımal, kayakçı, kırtasiyeci, kuyucu, madenci, mekareci, meyhaneci, müteahhit, nakkaş, nakliyeci, nalbant, rehber, ressam, savaş fotoğrafçısı, sigortacı, tayfa, temizlikçi, tercüman, tesisatçı, vaiz ve yemenici" kendisi. Oldukça renkli bir karakter olduğunu sanıyorum ki bu kısa listeden anlayabiliyordur dinleyicilerimiz.

Özellikle bir dönem savaş muhabirliği ve foto muhabirlik yapıyor ve Balkan Savaşları'ndan Birinci Dünya Savaşı'na kadar olan dönemdeki fotoğrafları ağırlıklı olarak görülebiliyor sergide; ama 1930'lar ve sonrasına dair de pek çok yerden, pek çok ilginç fotoğrafı ve mimari de bir gözün ağırlıkta olduğu fotoğrafları izleyebiliyorsunuz. Yani böyle mimari çizimler, mimari maketler dolu bir sergi değil bu diyorum ve ben lafı çok uzatmak istemiyorum. Kısa listeden kendisini görebildiğimiz mimar. Nasıl bir karakter? Arif Hikmet Koyunoğlu. Bize biraz anlatır mısınız? Bol bol zamanımız var. Sonra derinliklerine gireriz. Bu farklı mesleklerinin diyeceğim. Hoş geldiniz.

Mustafa Ergül: Merhaba.

Gülru Tanman: Hoş bulduk. Bizi ağırladığınız için çok teşekkürler. Ben bir cümle söylemek istiyorum başlarken. Sergi danışmanlarından Esra Özdoğan, aynı zamanda metinlerin de bir kısmının yazarı, şöyle dedi: "Elinden hiçbir iş kurtulmayan mimar" olarak tanımlamış. Tam bence Arif Hikmet'i tanımlayan cümle. Gerçekten bir de macera onu bulmuyor, o maceraya adeta koşuyor. Evet. Diyebilirim.

Y.Y.: Zaten serginin afişinin fotoğraflarında da iki tane otoportresini görüyoruz. Yine böyle bir karakterine dair ipucu veriyor. Hapisten çıktığında kendisini bir deli, bir de ayakkabı tamircisi olarak fotoğrafladı. İki otoportresi var, şu anda da önümde duruyorlar.

G.T.: Evet, otoportre çekmeyi de seviyor. Deneyimlemeyi de seviyor zannediyorum. Bu sırada kronolojik mi gidelim? Yoksa mesela yeraltı fotoğrafhanesinden Mustafa bahsetmek ister misin? 

M.E.: Arşiv, 2022 yılında aslında Koyunoğlu'nun torunları tarafından enstitüye bağışlandı ve 500'e yakın bir materyal sayısı vardı aslında. Bunların çoğu cam negatifti. Zaten ilk baktığımız zaman bu cam negatiflerin hatta 100 yılı aşan bir zaman diliminden sonra bu kadar çoğunun sağlam ve kondisyonlarının iyi bir şekilde bize kadar ulaşması aslında bizim için de bir şanstı diyebiliriz. Bizim ilk baştaki amacımız aslında bunu bir sergiye dönüştürmek değildi. Yanlış söylüyorsam Gülruh beni burada düzeltsin. Daha çok dijital koleksiyon kapsamında ele aldığımız bir projeydi. Önce tasnifledik, daha sonra dijitalleştirdik. Fakat dijitalleştirirken biraz da koleksiyon içerisindeki fotoğraf grupları bize bir şeyler söylemeye başladı mimar hakkında. Anılarıyla da bir paralellik yakaladığımız zaman, bunun aslında bir sergiye dönüşebilecek bir niteliğe sahip olduğunu gördük. Aynı zamanda cam negatiflerin detayları yansıtma durumları da bizi oldukça şaşırttı. Yani hem baskıda hem dijitalde bazı ayrıntıları çok net olarak görebildik. Bu diğer materyal türlerinden biraz farklı bir şeydi. Aslında bu, hani sergiyi bu kadar canlı yapan detayların bu kadar ortaya çıkmasının nedenlerinden bir tanesi de aslında bunların cam negatifi üzerinde olması. Daha sonra da çalışmalara başladık. Biraz da kısa bir zaman içerisinde aslında sergiyi ayağa kaldırdık diyebilirim.

G.T.: Evet, bir anda hevese kapıldık.

Y.Y.: İyi de olmuş. Uzun da bir süre şimdi izleyiciyle buluşuyor. O bakımdan da keyifli. Yolunuz düştüğünde, yalnız bir değil, birkaç defa görebilirsiniz bu sergi. Hakikaten dediğiniz gibi çok canlı fotoğraflar ve böyle birden yüz yıl, ydiüz yirmi yıl önceye giriveriyorsunuz içeriye girdiğiniz zaman. Bol bol çevresindeki insanları çekiyor. Fotoğraflarını gezdiği yerleri de oldukça çekmeyi seven de biri. Ama bir yandan da fotoğrafhanesi var. Bunu aslında para kazanmak için açıyor. Yeraltı Fotoğrafhanesi diye az önce Mustafa'ya laf atmış sevgili Gülruh. İsmi bile ilginç yani. Nasıl bir yer burası? Yani hemen şöyle sorayım soruyu: Sanayi-i Nefise Mektebi'ni bitiriyor. Aslında bu dönemde böyle kendisiyle birlikte mezun olanlar arasında birçok böyle iddialı yerlere giden, iddialı projelerde koşan, böyle kamuda iş yapan bürokrat mimar profilinde çok fazla mimar var. Kendisi bir dönem iş bulamıyor ve o yüzden "Neden ben fotoğrafçılığı iş olarak yapmayayım?" diyor ve bir yandan da fotoğraf işlerinden para kazanarak geçimini sağlıyor, değil mi?

M.E.: Doğru, yani aslında fotoğraftan para kazanması bu Sanayi-i Nefise ve öncesine de aslında dayanıyor. Yani fotoğraf makinesiyle tanışması, zaten 10 yaşında bir fotoğraf makinesi elde, yani satın alıyor babası, ve Yazıcılar'da bir dükkânda gördüğü ilgisini çekiyor. Hani fotoğraf makinesini kendisine alıyor. Ondan sonra zaten ölümüne kadar yanında ona eşlik eden bir arkadaş gibi sürekli fotoğrafla hemhal olan çevresini, arkadaşlarını, mimari fotoğrafları çeken bir insana dönüşüyor aslında. Şeyi biliyoruz, yani para kazanmak için Sanayi-i Nefise'deki arkadaşlarının fotoğraflarını çekip sattığı, aynı zamanda bazı yapıların fotoğraflarını çekip yine onları bir şekilde elden çıkarıp sattığını biliyoruz. Yeraltı fotoğrafhanesinin açılması nedeni de aslında... Kafkas Cephesi'nden döndüğü zaman mimarlığı İstanbul'da mimarlık yapamamasından kaynaklanıyor. İşgal İstanbul'una dönüyor.

G.T.: Ve lejyoner belgesi yok. Yani o sırada mimarlık yapamıyor.

M.E.: Evet, o dönem aslında bitiriyor gibi. Aslında şeyden, Balkan Savaşları'ndan dönüyor. O arası bizim için de muallak. Çünkü hani bitirdiğimi, bitirmediğimi; son bir dersim kalmıştı diyor. Ama anılarında çok yani net olarak şeyden bahsetmiyor. "Dersi verdim ve bitirdim" de demiyor. Ama mesela asker alındığı zaman Birinci Dünya Savaşı'nda meslekhanesinde mimar olarak geçiyor. Bu bizim için hani bitirdi diye bunu varsayıyoruz. Dediğim gibi Kafkas Cephesi'nden döndüğü zaman işgal altındaki İstanbul'a mimarlık yapamadığı için de bir yeraltı fotoğrafhanesi açıyor. O da Bağlarbaşı'nda bir yokuşta, bir bodrum katında. Birden böyle bir ikinci bir altın bileziği olduğunu hatırlıyordu, işte fotoğrafçılık. Onun için de orada da bir fotoğrafhane inşa ediyor aslında yapıyor ve orada bir dönem fotoğraf çekiyor.

Y.Y.: Kimlerin fotoğraflarını çekiyor orada?

G.T.: Vallahi daha çok kadınların çekiyor. Ama bence ondan önce önemli olan ilk elektrikle fotoğraf çekilen fotoğrafhane olması. Bayağı yatırım yapıyor. Aynı zamanda arkadaşları, işte ressam Hayri Çizel'le, Birinci Dünya Savaşı ressamlarından öyle biliniyor. Çok yakın arkadaş. Onların eserlerini satıyor. Şimdi bize yeni bağışlanan bir fotoğraf var. Fotoğrafın üzerine yağlı boyayla mesela boyamış. Büyük ihtimalle onları da satıyordu. Bir de şey ilginç buldum ben. Stüdyo fotoğrafçılarını takip eder şekilde daha turistik fotoğraflar çekip satıyor. Yüzde yüz "bu bunun için çekilmiştir" diye söyleyemezsek de mesela Üçüncü Ahmet Çeşmesi. Öyle bir şekilde çekmiş ki belli ki satmak için çekilmiş bir fotoğraf. Böyle örneklerimiz de var. Yeraltı fotoğrafhanesinde çok elimize kalanlar en azından kadın fotoğrafları. Ve tam o geçişi görüyoruz. Yani yüzler açılmış, etek boyları daha kısalmış. Tabii yeraltı fotoğrafhanesinde çektiği fotoğrafların çoğu bugüne ulaşmamış. Çünkü özellikle kadın fotoğraflarında baskıyı sahibine teslim ettikten sonra cam negatifi kırdıklarını biliyoruz. Çoğaltılmaması için.

Y.Y.: Mahremiyet amaçlı.

G.T.: Mahremiyet amaçlı. Ama çok güzel kadın portreleri var ve yine Mustafa'nın bahsettiği gibi cam negatif oldukları için o dönem diğer baskı fotoğraflarda görmediğimiz düğme detayları, kıyafet tasarımları, kemerler, ayakkabı tokaları... Hatta bazı erkeklerin kravat iğneleri, detayları gibi böyle çok bizim için heyecan verici; insanların yüzlerindeki çiller gibi normalde görmediğimiz detayları görebiliyoruz.

Y.Y.: Bu önemli. Yani aslında moda tasarımı tarihi açısından bakarsanız da ilginç yani. O dönemin giysileri, tarzları, sınıflara göre, etnik kökenlere göre insanların giydikleri detaylar. Evet, cam negatiflerin böyle bir avantajı da var tabii.

M.E.: Biz ayakkabılara çok şaşırmıştık. Yani çok sıkışık, çok şey, biraz rahatsız gözüküyor.

Y.Y.: O ayakkabılarla Bağlarbaşı Yokuşu'nu tırmanıp ona gelmişler. Sizin sergi kataloğunuzda da ve sergide de büyük boyda görebildiğimiz bu hanımların fotoğraflarından bir tanesi. Böyle dalgın dalgın uzaklara bakan, arkada böyle bir sisli orman fonu var. Dediğiniz gibi çarşaflar hafiften açılmış, saçlar, küpeler biraz çıkmış, elinde bir kürkle böyle duran zarif bir hanım. Fakat bu kadınların fotoğraflarını çekerken başı da işgal kuvvetleriyle epey derde giriyor, değil mi kendisinin?

M.E.: Yani o aslında yenilik mi denebilir, tam bilmiyorum ama vitrine kadın fotoğraflarını koyduğunu biliyoruz. Aslında hani başının biraz derde girmesi de bundan kaynaklanıyor. Bir Fransız subayının vitrinde bu kadın fotoğraflarından bir tanesini görüp istemesi ve Koyunoğlu'nun da bunu vermemesi üzerinden çıkan bir tartışma.

Y.Y.: Ve adamı kovalaması ve hırpalaması.

M.E.: İşte o da aslında biraz da Anadolu'ya geçişini hızlandıran bir süreçte oluyor. Çünkü adı çıkıyor, işgal kuvvetleri, subaylar arasında biraz takip ediliyor, izleniyor. O yüzden de Ankara'ya geçiş için Boyacı Ahmet sahte ismiyle, kimliğiyle Ankara'ya geçiyor daha sonra. 1922 olması lazım.G.T.: Ve sonradan Ankara'nın meşhur valisi olan Nevzat Tandoğan, o zaman İstanbul polis şefiymiş. Ben de bu sergi vesilesiyle öğrendim. O bir sahte kimlik çıkarıyor. O vesileyle Ankara'ya kapağı atıyor. Bir de yine, pardon, orada güzel bir hikâye: Bu sefer İngiliz işgal kuvvetlerinin bir askeri geliyor fotoğraf çektirmek için. Onu da Anadolu'ya geçecek bir silah sandığının üzerine oturtarak fotoğrafla eğleniyor.

Y.Y.: Çok, çok, çok hınzır birisi belli. Evet, sergideki anekdotlarda ilham oluyor.

G.T.: Evet.

Y.Y.: Bunu izleyebiliyoruz. Zaten yazışmalarından, anılarından da yola çıkıyorsunuz. Ve siz de üzerinde çok duruyorsunuz. Şansınızda tam da böyle üzerinde çok durduğu döneme dair fotoğraflar var. Ki yani o dönemki, bir önceki serginizde bol bol anlatıyordunuz. Meşgul Şehir sergisinde o İstanbul'un işgal yıllarına odaklanan bir sergiydi. İşgal kuvvetlerine böyle "ben satmıyorum" diye kafa tutmak hiç öyle hani herkesin yapabileceği bir şey değil. Dolayısıyla hani biraz bir delilik de var kendisinde, deli cesareti derler ya. Bir şekilde Ankara'ya gidebiliyor. Bu şekilde mesela bu sandık meselesinden biz Kurtuluş Savaşı'nda destek de olduğuna tahmin edebiliyoruz. Bu sırada yeni cumhuriyet kuruluyor, Ankara'nın imarı başlıyor ama Arif Hikmet Koyunoğlu Etnografya Müzesi gibi, Türk Ocağı gibi yeni rejimin belli önemli yapılarını yaptığı hâlde çok göz önünde olan o dönemin star mimarları arasında rejimin göz bebeği olmuyor bir şekilde takip edebildiğimiz kadarıyla. Siz bunu nasıl yorumluyorsunuz?

G.T.: Ya galiba aslında öyle başlıyor. Çünkü bütün bürokratlar bu şekilde, yani bahsettiği her isim. Hatta Balkan Savaşı'nda bile, mesela Balkan Savaşı'nda yine onu ipten alan biri, atıyorum Kâzım Dirik. İşte sonra Nevzat Tandoğan. Daha 18 yaşında Atatürk ile tanışıyor. Sonra ikinci kere Kafkas Cephesi'nde buluşuyorlar. Çok şeker hikâyeleri var. İşte Ruşen Eşref'le senli benli, onların evlerini yapıyor. Yani bir şekilde hep yüksek bürokrasinin içinde olduğu için. Ve çok başarılı bir şey, Sanayi-i Nefise mezunu. Başta iyi ama eyvallahı yok bence. Bu benim şahsi görüşüm. Eyvallahı olmadığı için takışmaya başlıyor.

M.E.: O da biraz annesinden kaynaklanıyor galiba. Hayır, kadınların başında da işte annesinin onu böyle çok eyvallahı olmayan bir insan olarak yetiştirdiğini. O yüzden de hani biraz bir hayat duruşu gibi. Hani sadece kişisel ilişkilerinde değil, mesleki ilişkilerinde de biraz bu tavrı görebiliyoruz.

G.T.: Evet. Yani hiç eğilip bükülmesi olmadığı için bir süre sonra o bürokratik yapıyla. Bir de yapı, yani sistem yeni kuruluyor. Mutlaka çok aksayan şeyler vardı. Hiçbir zaman parasını alamıyor. Ya da Şeriye ve Evkaf'ta çalışmaya başlıyor. O sırada bir zafer takı projesi yapmış. Elimizde öyle bir çizim fotoğrafı var ama tam o değil mi bilmiyoruz. Onu odasında asılı, oda galiba Hacı Bektaş Külliyesi onarımı için Hacıbektaş'a gidiyor. Döndüğünde öğreniyor ki tırnak içinde "yobaz" bir Evkaf çalışanı "Putperestlere yer yok" diye parçalıyor şeyi ya da işte bir şekilde projesini tahrip ediyor. Onun üzerine "Ben bunlarla çalışamam" diyor..

M.E.: Bırakıyor.

G.T.: Zaten bırakıp Türk İnşaat Şirketi'ni kuruyor. Yani kendi tasarlayıp ve müteahhitlik yapmaya başlıyor Ankara'da.

Y.Y.: Bu sırada fotoğrafçılığı yapmıyor değil mi?

G.T.: Aslında fotoğrafçılığı her zaman yapıyor. Belki profesyonel olarak bir fotoğrafhanesi olmasa.

M.E.: Evet, şeyler var. En azından Keçiören'de bir bağ evi satın alıyor. Orada ailesiyle ya da Keçiören toplantıları denilen o dönemin bürokrat, asker insanların toplandığı, güncel konular hakkında konuşulduğu bir nevi, bir toplaşma evi gibi. Mesela oradan kalan bir fotoğraf var ya da Ankara'nın çeşitli fotoğrafları var. Türk Ocağı'nı zaten kendisinin fotoğrafladığını biliyoruz. Her detayını. Yani bundan para kazanmıyor ama fotoğraf da her zaman yanında olan bir şey. Yani bir araç olarak kullanıyor bunu.

Y.Y.: Evet, zaten daha sonra daha detaylı konuşuruz ama ölümüne yakın zamanlarda dahi hâlen işte karanlık odası olduğunu, çektiği fotoğrafları tab ettirdiğini arşivdeki belgelerden, hakkında yazılanlardan, yazışmalardan bildiğinizi söylemiştiniz. Ama daha çok foto muhabirlik ya da fotoğrafhane gibi işleri özellikle işgal İstanbul'u ya da savaş döneminde mimari projelerden para kazanamayınca biraz geçim için yapıyor ama fotoğraf bir tutku; 10 yaşından beri. Şey de ilginç, yani on yaşındayken 1903 yılından bahsediyoruz. Yani nasıl bir aile ki babası ona fotoğraf makinesi alıyor. Nasıl bir ailede ya da nasıl bir çevredeki bu kadar insanı tanıyor aslında. Yani hem çevresi çok güçlü, hem de oldukça da kent soylu bir ailede doğduğunu söylememiz mümkün. İlginç de bir karakter. Bir şekilde yeni rejimde tam dediğiniz gibi çok farklı konumlarda olabilecek yer olmamayı tercih ediyor. Aslında olmuyor değil, olmamayı tercih eden biri.

M.E.: Onu aslında bir 1990'larda olması lazım ya da 1980'lerde Burçak Evren'in Cumhuriyet'te yazdığı bir makale var. Orada aslında biraz değiniyor. Arif Med Koyunoğlu'yla da zaten böyle bir mektuplaşmışlar. Koyunoğlu'nun babası kadı aslında Gebze kadısı ve genel olarak bizim bu fotoğrafla geçmişimizde hesaplaşmada hani bu teknolojiye karşı bu din sınıfı, ulema sınıfı gibi bir algı var. Aslında Koyunoğlu da biraz bunu yıkmak için şöyle diyor yani: "Benim babam kadı. Ona rağmen hani beni fotoğrafa, bu yeni teknolojiye özendiren, elveren, yönlendiren kişilerin başında geliyor" gibi bahsediyor.

G.T.: Tanzimat kadısı ne de olsa.

Y.Y.: Evet, evet.

M.E.: Yani 10 yaşından 90 yaşına kadar fotoğrafla bir arkadaşlığı söz konusu.

Y.Y.: Evet, oldukça erken bir zamanda başlıyor. Oldukça da erken bir zamanda bu fotoğrafhaneyi açıyor aslında.

M.E.: Bizim için ilginç olan şey de, mesela Kafkas Cephesi'ne gittiği zaman fotoğraf makinesini yanında götürüyor. Biraz savaş muhabirliği de oradan geliyor. Hüsrev Gerede'nin fotoğrafları var. Bunu Harp Mecmuası'na gönderiyor. Mesela orada yayınlanan birkaç tane fotoğrafını tespit ettik. Ama sadece fotoğraf da değil; biraz, spor açısından da çok yetenekli bir kişi olarak biliyoruz. Orada mesela kayak eğitimi alıyor ve daha sonra bir kayak birliğinin kurulmasında öncülük ediyor.

G.T.: Ve hareketli fotoğrafları var. İşin ilginci o dönem için. Bayağı kayak yaparken yani böyle bir durgun bir poz değil.

Y.Y.: Evet, zaten sergide de çok keyifli Erzurum'dan fotoğraflar var. Hani biz Kafkas Cephesi dediğimizde biraz daha bu dramatik olaylarla hatırlıyor olsak da oradaki gündelik hayatı da çok iyi belgeliyor baktığınız zaman fotoğrafları. Konusu açılmışken biraz bu Birinci Dünya Savaşı yıllarından belki bahsetmek iyi olabilir. Beklemediğim bir zamanda birden "Hadi seni askere alıyoruz" diyorlar. Bunu Kafkas Cephesi'ne gönderiyorlar. Birinci Dünya Savaşı'na. Ama ondan önce bir de bir Balkan Savaşları hadisesi var. Aslında tam da böyle bu coğrafyanın savaşlarla çok hemhal olduğu oldukça da korkunç bir zamanda aslında dünyaya geliyor. Ama bir şekilde gündelik hayat içinde kendi yolunda buluveriyor o savaşların ortasında gibi geldi bana bu karakter.

G.T.: Evet, ama Balkan Savaşı'na gönüllü katılıyor. Yani onun için diyorum, yani maceraya koşuyor. Bir de bence vatanperver tabii.

M.E.: Zaten Sanayi-i Nefise'de üçüncü sınıf öğrencisi. Halil Ethem olması lazım. Onu Atina'da tapınak rölevelerini alması için, çizmelerini alması için oraya gönderiyor. Balkan Savaşları patlak verince kendisi de dönmüyor. Yani dönebilir aslında İstanbul'a. Trabzon Cephesi var İşkodra'nın orada. Oraya gönüllü olarak gidiyor ve hatta şöyle de diyor: "Bu benim saçma sapan cesaretim benim dışımdaki herkesi üzüyor ama ben işte gönüllü olarak gidiyorum" gibi. Orada da bir buçuk yıl kalıyor. Biraz şey, Odysseus serüveni gibi Balkanları dolaşıp en sonunda da yakalanıyor aslında Bulgar askerleri tarafından. İdama mahkûm oluyor. Tam idam sehpasına gelmeden önce Hamidiye zırhlısı olması lazım. Draç'ı bombalıyor, oradaki kargaşadan kaçma fırsatı buluyor, İtalya'ya geçiyor.

Y.Y.: Burada bir durabilir miyiz? Yani bu şey gibi hani ben şu an bir Hollywood filmi dinliyorum. İzleyemiyorum radyoda ama dinliyorum. Hani böyle tam kahramanımız dar ağacına gider, kurşuna dizilecek, ipe gerilecek. O sırada birden Hamidiye zırhlısı geliyor ve herkes dağılmışken kahraman kaçıyor. Gerçekten bu oluyor, öyle mi?

M.E.: Evet, biz zaten şöyle düşünürüz hani.

G.T.: Bu ama kaçıncı?

M.E.: Hani yapımcılara sesleniyoruz buradan. Yine bir mini dizi olabilir.

G.T.: Biz bunu çokça aramızda konuştuk. Mutlaka yapılmalı.

M.E.: Ondan sonrası da çok serüvenli. İtalya'ya gitmesi için konsolosu ikna ediyor. Konsolos inanmıyor mimar olduğuna. İşte "Bana bir Rönesans tarzında bir şey çiz" diyor. Orada onu çiziyor. Oradan Napoli'ye geçiyor. Orada biraz takılıyor. Bazı işlerde bulunuyor. Sonra İskenderiye. Bir toplama kampı. Mülteci kampı diyelim.

G.T.: Ama orayı da yeniden yaratıyor.

M.E.: Evet.

G.T.: Yani müthiş bir organizasyon kabiliyeti de var.

Y.Y.: Nasıl?

G.T.: Mesela işte kampın pisliğinden rahatsız oluyor. Gençleri örgütlüyor, temizlik yaptırıyor. Bu arada gemide tayfalık yapıyor, işte bir taraftan. Haftada en az bir kere herkes sıcak hamamda yıkanmaya zorluyor gibi. Moral vermek için akşam toplantıları düzenliyor. Kafkas Cephesi'nde mesela şey kurmuş, meyhane.

Y.Y.: Ondan meyhaneci vardı.

G.T.: Evet, yani rakı yapıyor, yetmiyor. Bir de buz getiriyor çeşitli yerlerden. Mesela Kafkas Cephesi'ne falan.

M.E.: Yani bunun da ortamı biraz pozitif yönde değiştirmek için böyle bir inisiyatif alan bir insan aslında. Yani bunu hem Kafkas Cephesi'nde hem İskenderiye'deki o mülteci kampında... Net görebiliyoruz. O, Birinci Dünya Savaşı'na gelmeden önce de işte İstanbul'a gidiyor, biraz zaman geçiyor, işleri yoluna koyuyor, işte bir dükkân açıyor, Sanayi-i Nefise'deki arkadaşlarıyla beraber, her katında bir atölyesi olan, orada da küçük bir fotoğrafçılık faaliyeti var derken, Kafkas Cephesi'ne gitmek zorunda kalıyor.

Y.Y.: Evet, Birinci Dünya Savaşı oluyor, Kafkas Cephesi'ne gidiyor, orada bir süre kalıyor, bir de bir hapis macerası oluyor sonrasında, değil mi? Cephedeki görevini tamamlayıp mı İstanbul'a dönüyor, dönüşü nasıl oluyor? Çok ağırdı bu arada şartları yani hani fotoğraflara baktığımızda gündelik hayattan, kayak yapanlar, konuşanlar, sohbet edenleri görüyoruz ama bir yandan şartlar o kadar kolay da değil orada.

G.T.: Ya şöyle: Sarıkamış'tan işte kurtulan birkaç yüz kişiden biri. Ve mesela donmamak için günlerce bir danaya sarılarak yatıyor. Sonra hani böyle söylemesi çok kolaymış gibi geliyor ama bir kafasında bizim alışık olmadığımız daha Kafkas tipi bir kalpaklı bir fotoğrafı var. Onu anlatıyor. Bir Tatar birliği, sınırın Tatar birliği saldırıyor. Orada öldürdükleri bir askerden bir kaput ve kalpak alıyor. Ve o sayede hayatta kalıyor mesela.

M.E.: Yani oraya gitmeden önce de hani kısaca anlatayım. Tabii, tabii. Yani mimarlık şeyini, formasyonunu biraz da Kafkas Cephesi'ne giderken de mesela fotoğraf makinesinin yanında olduğundan bahsetmiştik. O Konya, o hat üzerinden giderken oradaki Osmanlı Selçuklu yapılarını yanındaki asker arkadaşlarına anlata anlata böyle her şeyi fotoğraflayarak. Fotoğraflayarak işte Konya, Kayseri, Niğde, Aksaray. Hepsinde de anılarında da bahsediyor ki, şöyle de diyor: Yani daha önce buralara Sanayi-i Nefise döneminde gittiği için zaten biliyor buradaki yapıları. Çünkü büyük ihtimalle gönderilmiş ve orada da yine bir fotoğraflama faaliyetinde bulunmuş ya da bir çizim faaliyetinde. Bu ikinci gidişinde hani öyle bir şey, rehberlik de yapıyor aslında. Arkadaşlarına bir nevi şeye de dönüşüyor. Bir geziye de aslında dönüşüyor.

G.T.: Kültür gezisine dönüştürüyor. Kafkas Cephesi'ne gidişini de.

Y.Y.: Çok ilginç bir karakter ve sevilen de bir karakter bu özellikleriyle. Anladığımız kadarıyla.

M.E.: Kafkas Cephesi'nden sonra da hemen dönemiyor bu arada. Biraz orada kalması gerekiyor. Çünkü askerlikten terhis edildikten sonra o ücreti alamıyor askerlik ücretini ve parası yok. Biraz oralarda da böyle bir nasıl nakliyecilik yapıyor, bir yerden balyalık yapıyor, bir yere taşıyor. Orada da biraz kalıyor. Ondan sonra İstanbul'a dönüyor aslında.

Y.Y.: İstanbul'a dönüşü de hiç kolay olmuyor tabii. Hani böyle "ben bir arabayı çevirdim, bindim, gittim" gibi bir dönüş de olmuyor tabii. Döndüğünde bulduğu İstanbul da pek kolay bir yer değil. İlk başta programda bahsetmiştik işte bir fotoğrafhane açması, işgal yıllarında. Zaten böyle bir İstanbul'a düşüyor ve mimari projelerle geçinmek zor olacak diye düşünerek bu fotoğraf makinesini bir geçim aracına dönüştürüyor. Bir de bu hapis meselesini ben sormak istiyorum. Başı yine bir derde giriyor kendisinin Erzurum sonrasında.

M.E.: Aslında bu mimari faaliyetlerini o Kafkas Cephesi'nde de biraz devam ettiriyor. Erzurum'da İttihat Terakki'nin parti binasını yapması için yönlendiriliyor. Şu anda hani mevcut değil, biz de fotoğrafını da bulamadık zaten. Bu yapıyı yaparken, civardaki bir Ermeni yapısından taşlar kullandığına dair İstanbul'a döndüğü zaman bir şikayette bulunuyor birileri. O yüzden de bir süre nezarethanede kalıyor. Ve onu zaten bir Ermeni arkadaşı kurtarıyor. Aslında böyle bir şey olmadı.

G.T.: O kefil oluyor, Ermeni arkadaşı. O sayede çıkıyor ama az önce de konuştuğumuz gibi büyük ihtimalle işgal kuvvetleri zaten bir kulp takmak için rahatsız oldukları için onunla uğraşıyorlar.

Y.Y.: Sevmedikleri birisi bir yandan ve evet, bunu bir vesile olarak görüp kendisinin böyle bir kısa mapusluk macerası da oluyor. Çıkınca da işte bu serginin afişinde de olan iki otoportresini çekiyor kendisi. Hem çevresinde sevilen bir insan, hem çok geniş çevresi olan bir insan. Ve yerinde de duramayan bir insan bir yandan. Çok ilginç bir karakter gerçekten. Sonraki yıllara, Cumhuriyet dönemindeki anılarına ve çalışmalarına belki mimari projeleriyle birlikte gelelim de istiyorum. Bir ara verelim ama bol bol savaş dönemi konuştuk. Bir savaş parçası dinleyelim. Paul McCartney'in Pipes of Peace parçasını dinleyelim. Birinci Dünya Savaşı'nın üzerine bir parça. Video klibi de onunla ilgili. Sonrasında devam ederiz Arif Hikmet Koyunoğlu'nu konuşmaya.

Y.Y.: Evet, Paul McCartney'den Pipes of Peace parçasını dinledik. Birinci Dünya Savaşı üzerine olan bir parça. Biz de bol bol İstanbul'un, bu coğrafyanın savaş yıllarını konuşuyoruz. Arif Hikmet Koyunoğlu (1893-1982) sergisi ve bu sergiye de vesile olan Arif Hikmet Koyunoğlu'nun çılgınlıklarla, maceralarla dolu yaşamını belgeleyen arşivin İstanbul Araştırmaları Enstitüsü'ne bağışlanması vesilesiyle diyelim. Kendisinin oldukça inişli çıkışlı, hareketli bir hayatı var. 1903 yılında 10 yaşındayken bir fotoğraf makinesi sahibi oluyor. Onu ömrü boyunca taşıyor. Savaş muhabirliğinden tutun, peyzajcılığa, vaizliğe. Bin türlü farklı iş yaparken her zaman fotoğraf hayatında oluyor. Hem bir geçim kaynağı olarak hem de aynı zamanda geçtiği yerleri ve o mimari gözünü de çok iyi bir şekilde görebileceğiniz fotoğraflarla ilk yarıda konuşmuştuk zaten. Kafkas Cephesi'ne giderken dahi yolda gördüğü Osmanlı ve Selçuklu eserlerini belgeleyen bir karakterden bahsediyoruz. Geri dönüyor, geçinebilmek için bir fotoğraf stüdyosu açıyor fakat işgal kuvvetleriyle başı derde giriyor ve Yeni Cumhuriyet'le birlikte kendisini Ankara'da buluyor ve aynı zamanda imar edilen bir kent var. Sanayi-i Nefise mezunu olan, herkesin gözdesi çok sevilen bir mimar için sonsuz bir imkânlar kaynağı var aslında. Neler yapıyor burada?

G.T.: Valla en tanınan yapıları Türk Ocağı binası, bugünkü Resim Heykel Müzesi ve Etnografya Müzesi. Çocuk Esirgeme Kurumu.

M.E.: Eskişehir'de bir çarşı camii.

G.T.: Çarşı Camii meşhur. Bu dönemde yaptığı eserler. Onun dışında da onarımlar yapıyor. Müteahhitlik yaptığı çokça yapı var. Yenişehir'de bir kısım evin hem müteahhitliğine hem bazılarının tasarımını üstleniyor. Bugün mesela İsrail Başkonsolosluğu olarak kullanılan vaktinin Mithat Alam Köşkü'nü yapıyor. O günümüze ulaşmış. Yani hem sivil konut yapıyor, hem devlet binası yapıyor.

M.E.: Hem dinî yapı yapıyor.

G.T.: Hem dinî yapı yapıyor. Ama şeyi tabii görüyoruz yani devlet binalarında o dönemin gözde üslubu Birinci Ulusal Mimarlık üslubunu uyguluyor. Ama geri kalan sivil konutlarında özellikle modern bir mimari tasarım görüyoruz. Ve ikisini bir arada yürütüyor aslında.

Y.Y.: Evet, yani hem zanaate çok düşkün, Türk Ocağı yapısında müthiş işçilikler var. Buna çok özen gösteriyor. Bir yandan da şunu da ben vurgulamaya çok önemli görüyorum. Savaştan çıkmış bir ülke, yeni cumhuriyet, para yok ve her şeyi çok hızlı imar etmeye çalışan bir rejim var. Ama bir yandan devletin isteklerini bu özellikle kamu yapılarında yerine getirmeye çalışırken bir yandan da bu geleneksel işçilikleri, kıymetli olan malzemeleri hızlı bir şekilde ve aslında modernleştirerek de yapıyor. O yüzden kıymetli de binalar bunlar bu anlamda düşünüldüğü zaman. İmkânların kısıtlılığı, sürenin kısıtlılığı özellikle gözetildiği zaman. Bir yandan mesela ilginç yani dediğiniz gibi camiler de yapıyor, müteahhitlik de yapıyor. Daha kamusal, anıtsal yapılar da yapıyor. Mesela Dumlupınar Anıtı'nı yapmış. Bunu da Atatürk vermiş yeni kurulan rejimin ilk anıtı olarak böyle bir işi. Yani aslında devlet büyükleriyle ilişkileri de, rejimle ilişkileri de oldukça sıkı fıkı baktığınız zaman.

G.T.: Atatürk'le körebe oynayıp çok detaylı oynuyor.

M.E.: Daha ne olsun? İlk zaten 18 yaşında Atatürk'ün sadık arkadaşı oldu galiba. Bir düğünde tanışıyorlar. Sonra yine Kafkas, Erzurum Kongresi'nde olduğu zaman Kâzım Karabekir'den o idam telgrafını kendisine Arif Hikmet iletiyor. Daha sonra Ankara'da tekrar buluşuyorlar. Yani böyle bir Atatürk için tanınmayan bir sima değil aslında. Tabii bu buradaki projeleri almasına bir şey sağlıyor mu onu bilmiyoruz. Ama çok anıtsal tek yapısı yani yarışmaya girmeden Etnografya Müzesi. Yani o bir yarışma olmadan zaten kendisine ısmarlanıyor. Daha sonra Türk Ocağı bir yarışma çerçevesinde kazandığı bir proje. Mimar Kemaleddin'le sanırım öyle bir, ne denir?

G.T.: Çok naziksin.

M.E.: Kırılma mı? Biraz mimar kıskançlığı diyebiliriz en azından.

G.T.: Aleksandr Vallaury'yi çok tebrik edip, çok sevinirken öğrencisi yarışmayı kazandı diye. Mimar Kemaleddin, günümüz tabiriyle bayağı bozuluyor.

M.E.: Doğru. Ama Koyunoğlu'nu biraz ayrı kılan bunlardan biraz malzemenin nereden geleceğini de biliyor. Sanayi-i Nefise döneminde çok fazla yapılarda asistan diyeyim artık çalıştığı için hani mermer nereden gelir, çelik nereden gelir bu. Çünkü o zaman Ankara'sında, kitabında da bahsediyor, taş ustası bile bulunmadığı. Tamam, proje var ama işte onu ayağa kaldırmak için o malzeme ikmalini nasıl yapacağız, hangi adamları bulacağız gibi noktalarda. Koyunoğlu zaten öncesinden gelen bir tanışıklık, bir ağ olduğu için bunlar üzerinde aslında biraz da var oluyor.

Y.Y.: Evet, bu çok önemli. Az önce söylediğimiz gibi imkânlar çok kısıtlı. Dolayısıyla bunun nereden nasıl hızlı, ucuza gelebileceğini bilmek büyük bir avantaj oluyor. O yıllar çünkü demir yolu bağlantıları yani malzemenin taşınması vesaire de o kadar kolay değil. Zaten para yok ama yol da yok, imkân da yok. Dolayısıyla bu onun için bir avantaj oluyor. Bir yandan da tezahüratçılık vesaire filan da yaptığı için bu işlerden de çok anlıyor. Türk Ocağı'yla ilgili komik de bir anekdot var değil mi? İran şahı gelecek, Türk Ocağı'nda da kalacak. Alaturka helâyı değiştirmek istiyorlar. Bizim mimarı çağırıyorlar, "Sen bunu yap" diye.

M.E.: Doğru. Yani yapıyı bildiği için onu çağırıyorlar. Hemen çözüm üretiyor. Bir de İran Şahı'yla da tanışıyor. "Çok sevdim ben bu yapıyı. Ben de bir saray tasarlamak istiyorum. Seni düşünüyorum" gibi. Orada anılarında da bahsediyor. Uzun bir süre beklemiş. İran Şahı'ndan bir haber gelse de orada bir saray yapsam diye ama herhâlde nihayete ermedi, şey olmadı yani.

Y.Y.: Evet, yani hayal kırıklıkları da az değil. Mesela Türk Ocağı'nın meselesi de büyük bir hayal kırıklığı oluyor benim takip edebildiğim kadarıyla. Parasını alamıyor, el değiştiriyor, küskün bir hâle geliyor. Değil mi? Yani çok parlak ve neşeli işlerle dolu da değil aslında baktığınız zaman. Pozitif birisi kendisi ama.

G.T.: Evet.

Y.Y.: Ücretlerini almakla ilgili zaten o dönemde epeyce dönemin yayınlarında da tartışmalar oluyor. Zaten sonrasında 1930'lu yıllara geldiğimizde özellikle Arkitekt vesaire gibi dergilerde çok tartışılan işte bu yabancı mimarların daha çok iş alması ve hani bizde de çok nitelikli mimarlar var daha çok yarışma açılsın bizde daha çok proje yapalım gibi bir tartışma da var. Arif Hikmet Koyunoğlu bu tartışmalarda çok da ön cephelerde birisi değil ama aslında değil mi?

G.T.: Ama mesela Türk Yurdu'nda ya da başka yerlerde yazıları var.

M.E.:Hâkimiyet-i Milliye'de var zaten.

G.T.:Hâkimiyet-i Milliye'de evet.

M.E.: Biraz yani mimarlara değil ama Ankara'nın şehir planlamasına dair bazı eleştirileri var. Zaten bu dönemin iktidarıyla da o arasının açılmasının nedeni bu. Yani bir üslup bütünlüğünün olmadığı ve hani yeni bir başkent kuruyoruz, böyle her çeşit mimari üslubun birbirinden bağımsız bir arada olmasını çok kabul etmiyor. Bu da bir dikkat çekiyor ve ondan sonra zaten Ankara'dan bir ayrılma süreci başlıyor.

Y.Y.: İstanbul'dan mı, Ankara'dan mı?

M.E.: Pardon, Ankara'dan.

Y.Y.: 1930'lu yıllarda, zaten rejimde daha da radikalleştikçe, projelerde biraz daha belli ellerde yoğunlaştıkça, birazcık ayrılmalar başlıyor. Cumhuriyetin ilk döneminde daha sıkı olduğunu görüyoruz bu ilişkilerin. İstanbul'a ne zaman dönüyor, ne yapıyor döndükten sonra?

M.E.: Yani biz şeyi tespit ettik. Ondan sonraki en büyük yapısı Bursa Tayyare Sineması aslında. Hani orada bir projeyi kazanıyor ve oluyor. Orada da yine böyle bir tartışmalı bir proje süreci ilerliyor. Aslında zeminle ilgili. Yapan müteahhit ya da Tayyare Cemiyeti şey diyor, yani "Siz bizden daha fazla para almak için zemine daha fazla müdahale ediyorsunuz" diyor ama Koyunoğlu'nun statik hesaplamalarına göre de oranın öyle yapılması lazım. Orada bir münakaşa oluyor. Daha sonra kendisi bitirmiyor herhâlde. Projesi kendisinin ama başka bir tarafından bitiriliyor. Sonra bu davaya yansıyor aslında. Mahkemede Koyunoğlu'nu haklı buluyor. Oradan da bir küskünlükle ayrılma durumu söz konusu. Sonra da İstanbul yılları. Oraya ait çok fazla bir bilgimiz yok aslında. Yani orada böyle anıtsal yapılar değil de daha çok müteahhitlik işleriyle devam ediyor.

G.T.: Yine sivil konutlar falan yapıyor ama işte belki o kısmı mimarlık tarihçilerinin biraz daha araştırması lazım. Tabii o yapıların yüzde doksanı bugün zaten yoktur ama yani işte ne kadarını müteahhitliğinin üstlendi, ne kadarının tasarımını üstlendi, sigorta eksperliği yapıyor bir taraftan.

Y.Y.: Evet, tabii şunu da vurgulamak önemli. O dönemin mimarları arasında da bu işte hem müteahhitlik, hem tasarımcılık, hem uygulamacılık bu epeyce de yaygın dönemin şartları ve yapım teknikleri ya da yasal gerekliliklerin farklılıkları düşünüldüğü zaman. Size gelen arşivde ama birilerinin buna bakması önemli dediniz. Bu mimari çizimler, projeler bunlar yok. Sizin arşivinizde bahsetmiştik programın başında cam negatifler ve özellikle 20. yüzyılın başına tarihlenen fotoğrafları var, değil mi?

G.T.: Evet.

Y.Y.: Bunu da tekrar vurgulamak önemli. Yani arşiv dediğimiz zaman fotoğraf ağırlıklı bir sergi. Hani böyle mimari proje sergisi şeklinde bir mimar portresi çizmeyi amaçlamıyor bu sergi.

M.E.: Yani 1930'un belki ortalarına kadar, çünkü mesela Etnografya Müzesi'ne ait de bir fotoğraf yok ya da Bursa Tayyare Sineması'yla ilgili de bir fotoğraf yok.

Y.Y.: Evet, Türk Ocağı'nın var ama... 

G.T.: Koleksiyon da tam bir koleksiyon değil. Mutlaka Etnografya Müzesi'nde çok detaylı şekilde belgelemiştir ama en azından bizim elimize ulaşmadı. Yani ailede yok.

Y.Y.: Size nasıl geldi? Programın sonunda biraz böyle size gelen arşiv nasıl geldi? Siz nasıl çalıştınız? Her arşiv bu kadar derli toplu ve hızlı bir sergiye evrilecek şekilde de gelmiyor. Ah keşke.

G.T.: Öyle olsa neler yaparız.

Y.Y.: Evet. Çünkü sevgili Işıl Çokuyaş ve İrem Gençer ile yine sizin İstanbul Araştırmaları Enstitüsü'nden çıkan kitaplarını konuşmuştuk. Muhalle Eyüboğlu arşivi üzerine. Onlar bir çatı katında bir yaz boyunca nasıl ter döktüklerini epey anlatmışlardı. Hani böyle arşivler her zaman bulunmuyor diyelim. Size nasıl geldi? Biz biraz içeriğinden bahsettik ama belki biraz daha detaylandırmak istersiniz.

G.T.: Torunları Osman ve Eren Koyunoğlu, Suna ve İnan Kıraç Vakfı'na bağışladı. Hem Eren Koyunoğlu büyük ihtimalle yani sanat tarihçisi, arkeolog olduğu için, bizim çalışmalarımızı bildiği için ve cam negatifleri tabii bir yani ev ortamında saklamak çok zor olacağı için bağışlamayı tercih ettiler. Ve büyük ihtimalle onların dediğine göre Arif Hikmet Bey herhâlde 1980'lerde kızıyla beraber, Özcan Hanım'la beraber arşivi bir düzenliyor. Yani bize çok böyle eksik de, eksik tarafları da olsa bir listeyle ve ahşap kutulara yerleşmiş bir şekilde geldi arşiv. O açıdan gerçekten çok şanslıydık. Sonra onların dijitalleştirilme ve listeleri, yani künyelerini araştırma ve tamamlama yoluna gittik. O işte künyeleme sırasında zaten biraz literatürle hemhal olunca "tamam" dedik, biz çok güzel sergi yapabiliriz. Çünkü belki şunu da belirtmek lazım. Daha doğrusu şöyle, Avrupa'da çok hatıra yazma geleneği vardır. Ama bu tarafta pek yoktur. Dolayısıyla bir de tabii Arif Hikmet Bey hem çok uzun yaşamış hem anlatmayı tercih etmiş ama sası bir şekilde de anlatmıyor. Yani en, çünkü kendisi de eğleniyor. Çok detaylı bir biçimde, yani kişileri katarak köpeklerin ismine kadar filtresiz bir şekilde paylaştığı için çok şanslıyız. O yüzden bence kendi ağzından birçok şeyi sergiye taşıyabildik. Ve işte fotoğraflarıyla örtüşüyor. O büyük bir şanstı. Yani fotoğraflar hikâyelendi. Bu genelde pek olabilen bir şey değil.

Y.Y.: Evet, fotoğrafların üzerine hikâye yazmak gerekebiliyor ve hani bu kadar üretken birinin özellikle yazdığı ve çok derinlemesine renkli biçimde yazdığı dönemin fotoğraflarının size cam negatif olarak çok nazik bir malzeme kırılmadan gelebilmesi çok çok büyük şans olmuş, çok da keyifli bir sergi olmuş. Ellerinize sağlık diyorum ben. Ve 16 Mayıs 2026 yılına kadar önümüzde uzun zamanlar olduğunu Arif Hikmet Koyunoğlu'nun fotoğraflarını görmek için söylemek istiyorum. Sevgili Mustafa, var mı son sözlerin?

M.E.: Yok, yani genel olarak her şeyi bahsedebiliriz belki. 1980'de Türk Ocağı'nın Resim Heykel Müzesi olmasıyla beraber orada bir ödül töreni oluyor ve Koyunoğlu aslında ilk defa devlet sanatçısı unvanı alan mimar olarak görüyoruz. Bu da aslında ondan sonra devletin bu devlet sanatçıları kategorisinde mimarları da daha sonra kattı. Aslında böyle bir genel başlangıcı gibi bahsedebiliriz. Onun dışında bir şey yok.

Y.Y.: Evet, çok yerinde oldu. Bu arada kendisinin neredeyse 90 yaşında olduğunu bu ödül töreni sırasında söylememiz de lazım. Yani müthiş yürekten biri, müthiş zihni dinç birisi. Ben herkese böyle bir yaşlılık diliyorum gerçekten. 90 yaşında gidip ödülünü alıp, konuşmalarını yapıp, ziyaretçi kabul edip, gidip böyle karanlık odasında fotoğraf tab ettirip... Tüm dinleyicilere, hepimize böyle yaşlılık nasip olsun diyorum. Ve ben sayenizde böyle ilginç bir karakteri tanımış oldum ve çok çok memnun oldum. Hani biliyordum ama bu kadarını bilmiyordum. Çok çılgın bir dünyası var. Siz o dünyaya oldukça böyle cömert kapılarını açıp herkesle paylaşıyorsunuz. Ben de bu vesileyle kendisini daha yakından tanımış oldum. Gerçekten çok ilginç birisi. Daha fazla incelemeyi de hak ediyor. Tam da dediğiniz gibi özellikle mimarlık tarihi açısından hayatının sonraki yıllarındaki üretimlerine dair daha pek çok çalışma yapılabilir. Türkiye'deki pek çok az bilinen, az konuşulan karakter gibi kendisinin oldukça zengin, dolu dolu, uzun yaşamı yeni çalışmaları hak ediyor diyelim. Ve çok teşekkürler. Hem geldiniz, paylaştınız, hem de böyle güzel bir sergi yaptınız. Kataloğunu da ben duyurmak istiyorum. Güzel bir kataloğu çıktı serginin.

G.T.: Çıkacak.

Y.Y.: Daha hazırlıyoruz. Tamam. Belki bizim dinleyicilerimiz bu programı dinlerlerken çıktı, çıkacak olur diyelim. Ve ellerinize sağlık diyorum tekrar. Bugün Arif Hikmet Koyunoğlu'nu konuştuk. Maceraperest Bir Mimarın Fotoğrafhanesi: 1893-1982 Arif Hikmet Koyunoğlu sergisi vesilesiyle İstanbul Araştırmaları Enstitüsü binasında sergiyi görebilirsiniz. Proje ekibinden sevgili Mustafa Ergüt, sevgili Gülruh Tanman'la birlikteydik. Sevgili Dila Yılmaz Teknik Masada bizlere destek oldu. Özellikle bu serginin 1930'lara kadar Arif Hikmet'in kendi üretimlerine, fotoğraf üretimlerine odaklandığını söylemiştik. Madem böyle 1920'ler, 30'lardan parçayla veda edelim dedik. Tam da böyle erken cumhuriyet döneminin, rejimin projelerini yapan mimarlardan birisi olması vesilesiyle böyle o dönem özellikle müzikte de yeni türler deneniyor. Biraz böyle tangolarla mı programı bitirsek diye konuştuk. Türkçe ilk tango diye bilinir, Mazi Kalbimde Bir Yaradır, Seyyan Hanım icrasıyla. Onu dinleyelim, veda edelim. Haftaya görüşmek üzere, hoşçakalın.