23 Haziran 1941'de 'Refah Faciası' diye adlandırılan Refah Şilebi'nin torpillenerek batırılmasını olayının 53. yıldönümünde yani 28 Haziran 2004'te geçtiğimiz hafta aramızdan ayrılan Açık Radyo kurucularından, programcı dostumuz Hasan Ersel'den dinlemiştik.
Ömer Madra: 23 Haziran 1941’de “Refah Faciası” diye adlandırılan ve hâlâ muamması da devam etmekte olan bir olayın 53. yıldönümü; Refah Şilebi'nin batırılması. Bu konuyu Hasan Ersel’den dinleyelim. Çok tuhaf ve ilginç bir olay aslında.
Hasan Ersel: Tuhaflığı şu; 23 Haziran 1941’de bu Refah gemisi - ki şileptir - içerisinde çok sayıda deniz subayı, deniz eri, hava öğrencisi, hava subayı ve tabii personeli olduğu halde Mersin’den çıkıp İskenderiye’ye giderken, Kıbrıs açıklarında torpillenerek batırıldı. Bununla niye ilgilendiğimi merak edebilirsin ki bu olayda 163 kişi yaşamını yitirdi, 32 kişi kurtuldu, birisi de babamdı - onun için ilgileniyorum.
Bu olaydan sonra Türkiye’de daha çok, “Bu gemiyi kim tahsis etti, böyle bir çürük gemi tahsis edilir miydi?” şeklinde bir tartışma başlıyor, Meclis Soruşturma Komisyonu kuruyor, Ulaştırma Bakanı istifa ediyor, mahkemeye veriliyorlar, herkes beraat ediyor. Gemi 40 yaşında ve o tarihte, Refah gemisi 1901’de denize indirilmiş bir şilep yani bir kusur yok sonucuna varılıyor. 40 yaşında bir gemi ama Türkiye’de o zaman pek modern gemi filan yok.
Ö.M.: Geminin yaşlı olmasının önemi ne burada, torpillendiği zaman genç gemi olsa daha fazla dayanır diye herhalde?
H.E.: Evet ama o olayın bir yönü, gemi zaten yolcu taşımaya müsait bir gemi değil; nitekim kömür ambarlarının üzerine tahtalar kesilerek havacı ve denizci öğrencilerin yatacağı yerler yapılıyor.
Öğrendiğim kadarıyla burada çalışan marangoz yaşıyormuş Mersin’de. Mersin Üniversitesi’nden bir genç öğretim üyesi anlattı bunu; bu gemi yola çıkıyor, ayrıldıktan birkaç saat sonra batıyor. Babamın söylediğine göre, gece saat 11:30’u biraz geçe batırılmış. Bu geminin içinde havacılar ve denizciler ne arıyor diye sorabilirsiniz; mesela bildiğim kadarıyla rahmetli babamın bindiği tek vapur odur, bu deneyimden sonra zaten binmek istememesinin sebebi anlaşılıyor. Denizciler İngiltere’den alınacak olan dört denizaltını
Reşat Ersel almaya giden Deniz Kuvvetleri ekibi, komutanları, subaylar, astsubayları ve erleri...
Ö.M.: Baban da havacı değil mi?
H.E.: Evet, babamlar ise İngiltere’ye eğitime gitmekte olan Türk hava öğrencileri grubu, yeni uçaklar üzerine eğitime gidecekler ve babam da onların komutanı.
Ö.M.: Babanın görevi neydi?
H.E.: Babam o sırada hava yüzbaşısıydı.
Ö.M.: İsmi?
H.E.: Reşat Ersel. Hepsi bir arada İskenderiye’ye gidecekler, oradan da İngiltere’ye ulaşacaklar yani iki ayrı misyona gidiyorlar. Denizcilerin misyonu başka, havacıların misyonu başka ve bu gemi tahsis ediliyor. Fakat bu olay oluyor ve gemi batırılıyor. Babam sandalla kurtulan 28 kişiden biri. Sandal da İstanbul’da Deniz Müzesi’nde duruyor. O sandalla Karataş Burnu’na çıkıyorlar, diğer dört kişi de tahtalara tutunarak, can simidiyle denizde bulunuyorlar. Sonra tahkikatlar vs. yapılıyor, bir sonuç da çıkmıyor fakat üzerinde pek durulmayan konu: Bu gemiyi kim batırdı?
Ben o dönemin gazetelerini taradım. O zaman Türk basınında pek bir şey okumak da mümkün değil, ne olduğunu anlamak istiyorsanız köşe yazarlarına bakıyorsunuz çünkü haberlerde fazla bir şey yok. Olay geçiştiriliyor ama üç tane görüş var: biri İngiliz denizaltısı tarafından - babam da buna inananlardan - ve Fransız denizaltısı diyenler de var ki da bence bir inanç çünkü belge yok. Bu tür inanışlar çok var bu olayda yani herhalde İngiltere kızdığı için batırılmıştır diye - tabii bu öyle olmaz, kanıtlamak lazım. Bir de İtalyan denizaltısı batırdı diye bir inanış var - bu değişik çünkü bir belgeye dayanarak söyleniyor. Ciddi bir Alman araştırmacının kitabında bir belge gösteriliyor, bir İtalyan denizaltı komutanının 'biz batırdık' diyen bir raporu var.
Ö.M.: Böyle bir resmi belge var yani?
H.E.: Tabii. Bu belge de Türkçe’ye çevrilmiştir ve hatta Bülent Daver’in 1990’da gazetede yayınladığı bir yazıda yer alır, fotokopisi de var. Ben merak edip biraz uğraşınca bunun doğru olmayabileceğini düşündüm yani rapor doğru olabilir de, gemi Refah olmayabilir, başka bir şeyi batırmış olabilir, o noktayı saptadım. Bir de Fransız denizaltı bunu batırmış olabilir mi sorusunun cevabını bulmak gerekiyordu. Bu bölgede Fransız denizaltısı var mıydı sorusunu sordum ve var olduğunu buldum. Sonra o isimlerini buldum ve nerede olduklarına baktım. Biraz daha değişik bir sonuç çıktı.
Ö.M.: Fransa’da bu tarihte Vichy hükümeti iktidarda değil mi? Nazilerin kontrolünde bir ülke, işgal altında bir ülke.
H.E.: Evet.
Ö.M.: Yani iki temel görüş çok önemli bu açıdan yani birazcık yaprak karıştırırsak, eğer İngilizler ise zaten Nazilerle savaş halinde olan bir ülkenin, Fransızlar ya da İtalyanlar ise Nazi tarafının batırdığı sonucuna varabiliriz.
H.E.: Evet, çok fark ediyor. Ben her olasılığa karşı acaba özgür Fransa yanlısı herhangi bir denizaltı bölgede var mıydı diye araştırdım ama yok. Özgür Fransa taraftarı Fransız savaş gemileri var. Mesela İskenderiye’deki İngiliz filosuna katılmış ama aralarında denizaltı yok. Ortada Vichy hükümeti yanlısı, Suriye’deki rejimin kontrol ettiği, oradaki Levant Ordusu’nun (Troupes du Levant) elinde olan üç tane denizaltı var. Dolayısıyla bakılacak gemiler onlar ama o üç gemi neredeydi?
Ö.M.: Vardığın sonuç nedir?
H.E.: Önce İtalyan denizaltı kısmından başlayayım çünkü bu ciddi bir argüman, burada benim dikkatimi çeken şu oldu; babamın anılarına baktım, zaten rica etmiştim bana da anlatmıştı, onu üzen bir olay olduğu için uzun zaman bu konuda konuşmadı, sonra bir tarihte bazı açıklamalar yapmıştı. Bir kere İtalyan denizaltısı diyor ki, “Ben 20 Haziran günü saat 20.00 sıralarında batırdım”.
Ö.M.: Üç gün öncesi?
H.E.: Evet. Burada saat 20:00’ye dikkatinizi çekerim, mihver devletleri denizaltlarının saat ayarı Orta Avrupa saatidir, dolayısıyla bir saat ileri almak lazım yani 21.00 fakat babam daha sonra '11:30’da torpido geldi' diyor. İkincisi ayın 23’ü, sadece babam değil herkes ayın 23’ü diyor yani o konuda Türkiye’den konuşan tanıklarda bir tereddüt yok ama niye ayın 23’ü?
Gemi daha erken yola çıkacakmış fakat babamlar oraya geliyorlar, hava birliği intikal ettiğinde havacı öğrenciler gelip babama diyorlar ki “Gemiye krom yükleniyor, bu böyle olmaz, gemi madem insan taşıyacak yüklenmemeliydi”. Babam, deniz birliğinin komutanına ki o daha yüksek rütbeli, bütün misyonun komutanı, yarbaya söylüyor, o da sinirleniyor. Temasa geçiyorlar, en sonunda, babamın anlattıklarından, benim hatırladığım kadarıyla olay mareşale kadar yansıyor ve onun – Fevzi Çakmak - müdahalesi ile “Olmaz, çocuklarımızın bindiği gemide krom olmaz” deyip indirtiliyor. Böylece gemi çıkış zamanını kaybediyor, gemi gecikiyor, çıkması gereken günde çıkmıyor.
Peki, İtalyan denizaltı ne yapmış olabilir? İtalyan denizaltısı, Kıbrıs’ın kuzeyinde bir yerde devriye geziyor ve orada önlemeye çalıştığı bir şey var, o da şu: O sırada Suriye’ye karşı İngilizlerin büyük askeri harekâtı başlıyor çünkü Irak’ta bir darbe oluyor o dönemde, Raşit Ali Geylani - bu kişi Nazi taraftarı, Suriye’yi kullanarak hem Almanlara yardım edebiliyor, hem de Vichy hükümetine. Bunun üzerine İngilizler hem Irak’a giriyorlar, hem de Vichy rejimini burada ortadan kaldırmak için güneyden büyük bir askeri harekâta başlıyorlar ve 'Operation Explorer' denilen harekât başlamış oluyor. Orada bir savaş ortamı var. İtalyanlar kuzeyde, bu sırada Yunanistan Naziler tarafından işgal edilmiş durumda, İtalyan denizaltıları buradalar, Kıbrıs’ı kullanarak Suriye’ye doğru bir yardım gitmesini engellemek için oradalar, bu da normal. Onun için oradaki deniz trafiğini engellemek istiyorlar ve bu bölgede deniz trafiği çok karışık, herkes geçiyor. Mesela Fransız gemilerinin geçiş noktalarını buldum, bir yığın gemi geçebiliyor, Türk donanması da zaten burada yok, onlar Marmara’da. Türkiye’nin kontrol edebilecek gücü yok. Zaten nasıl etsin? Mesela İtalyanların 117 tane denizaltısı var.
Ö.M.: Dünya savaşının en canlı olduğu bir dönemden bahsediyoruz, herkes çok kuvvetli.
H.E.: Tabii, Rommel Afrika’ya çıkmış durumda, daha harekât başlamamış ama hazırlıklar yapılıyor, Yunanistan alınmış, Girit işgal edilmiş. Tarihe bakarsanız, Haziran ayı geldiğinde böyle yoğun bir savaş devam ediyor ve Barbarossa Harekâtı 22 Haziran’da başlıyor. Yani II. Dünya Savaşı’nın en canlı anı.
Ö.M.: Bu arada bir olasılığı da böylece bertaraf etmiş olduğunu da hemen ekleyeyim yani Türk Donanması’ndan herhangi bir denizaltının yanlışlıkla, kazayla vurması ihtimali yok.
H.E.: Hayır, böyle bir olasılık yok. Ayrıca, mesela Yunan Donanması’nın bir denizaltısı da olamaz çünkü Naziler saldırınca Yunan Donanması’nın denizaltılarının müthiş bir kaçışı vardır, İngiltere saflarına, İskenderiye’ye giderler, o da fantastik bir olaydır yani onlar da orada, bu ülkelerin dışında geriye bu üç ülke kalıyor ama demek ki o bölgede çok trafik var. İtalyan subayı Yarbay Corrado Del Pozo’nun raporu da diyor ki, “Geminin hüviyeti meçhuldü, bunun üzerine geminin bir düşman gemisi ya da düşmana hizmet eden bir gemi olabileceğini düşündük,” yani Refah diye bir gemiyi aramıyor, bir düşman gemisi olabilir diye düşünüyor ve “Denizaltım - Ondina - saat 21:33’te yaklaşık olarak 1000 metre mesafeden art arda üç torpil gönderdi. İsabet alan gemi 22:00’de battı.” Yani 27 dakika içinde batmış. “Batırdığımız geminin Türk Refah gemisi olduğu anlaşıldı." Dikkatinizi çekerim; sonra “Bu nasıl olur, orada ne olabilir?” diye istihbarat raporları ile bakılmıştır.
Ö.M.: Bakıyorlar orada böyle bir gemi olması muhtemel ve 'Onu batırmışız herhalde' diyorlar.
H.E.: Evet. Herkesin birleştiği bir nokta var; gemiye bir tane torpido gelmiş ve bu 11:30’da olmuş yani Orta Avrupa saati ile 22:33. Bir ilginç olay daha var; Refah vapuru beş saat sonra batmıştır. Bunu babam da söylüyor, diğer kurtulanlar da söylüyor. Zaten beraat nedeni de odur, “Çürük gemi değildi, beş saat dayandı” denmiştir.
Ö.M.: Dolayısıyla İtalyanların, Ondina denizaltısının yapması ihtimali çeşitli açılardan mümkün görünmüyor.
H.E.: Peki niye yanılmış? İstihbarat raporunu kim verir? Casuslar verir. İtalyan casusları neredeydi? İskenderun’daki İtalyan Konsolosluğu'ndaydı. Bu daha sonra bir sabotaj hareketi vardır, orada çıkıyor, Mersin’de bu bilgi yok. O zamanın imkânlarıyla bu bilgiyi alamamışlar, gemiyi normal zamanda çıkmış diye düşünmüş olabilirler, öyledir demiyorum ama olabilirler. Dolayısıyla belgeli olmasına rağmen bu İtalyan denizaltının batırmış olmasında ciddi bir kuşku var, ciddi yanıltıcı bir durum var. Sonra merak ettim, başka bir İtalyan denizaltısı olabilir mi diye baktım, 81 denizaltıyı taradım, yalnız bunu tarayınca bir varsayımla hemen hemen bütün denizaltılarını tanımış oluyorum çünkü 117 İtalyan denizaltısı var ve bunlardan bir kısmı o tarihe kadar batmış, bir kısmı da yeni denizaltılar ve bu bölgede değil, büyük bir olasılıkla Malta civarında, Atlantik’te, vs. çalışıyorlardı, onlar da burada değildir, böyle bakınca hepsine bakmış oluyorum. Hemen hemen hiçbir denizaltısının o tarihte bu bölgede operasyonu yok. Böylelikle İtalyan gemisinin tezi tek ciddi tez olmasına rağmen - yani belgeli olması anlamında söylüyorum - doğru değil diye düşünüyorum.
Gelelim Fransız denizaltılarına. Burada enteresan bir olay var, bu da yeni bir belge; bu dönemde 'Levant' dedikleri Suriye’deki donanmanın bir torpido gemisinde veya muhribinde, komutan olarak görevli olan bir zatın roman gibi bir Fransızca kitabı var. Bütün olayları haritalar eşliğinde anlatıyor. O tarihte çok ciddi bir İngiliz deniz saldırısı var - zaten İngiliz filosu çok büyük ve Lübnan sahillerini abluka altın almış durumda. Fransızların çok daha az sayıda olan gemisi daha çok içeride. Sonuçta hem bu denizaltıların teknik bazı problemleri olduğu için, hem de bu kadar büyük bir filo var iken şimdi gidip bir de 'Kıbrıs civarında dolaşın' diyemezsiniz yani her üç Fransız denizaltısı da Lübnan sahillerinde - birisi Beyrut Limanı içinde, ikisi de güneydeler.
Ö.M.: Birbirlerinden ayrılmamışlar?
H.E.: Hiç ayrılmamışlar ki zaten ayın 25’inde bunlardan Souffleur, İngiliz donanması tarafından batırılıyor. Dolayısıyla Fransız denizaltılarının da batırmaları olasılığı yok yani bu bilgiler olamayacağını gösteriyor çünkü denizaltılar başka yerde.
Bu arada bir de başka ne var ne yok diye baktım; bu bölgede diğer bir kuvvet Kraliyet Donanması. Kraliyet Donanması’nda İskenderiye’deki üsse bağlı 1. Denizaltı Filotilası var ve bunların da 20 küsur denizaltısı var. Onların harekâtına baktım, bulabildiğim bir şey var, o da bu filotilaya bağlı Perseus denizaltısının bu tarihlerde Güney Ege’de devriyeye çıkmak üzere görevlendirildiği yazıyor. Yalnız Perseus, İngiliz Donanması’nın en uzun menzilli denizaltılarından biri. Menziline baktığımız zaman çok rahatlıkla Kıbrıs’ın doğusundan geçerek Ege’ye gidip, geri gelebilecek çapta, 7 bin küsur menzili olan bir denizaltı. Bu söylediğimden Perseus’un batırdığı çıkmaz tabii fakat öyle bir denizaltı o bölgede var idi, onu biliyorum.
Ö.M.: Kraliyet Donanması’ndan Perseus’un orada olduğu biliniyor.
H.E.: Bunu bulmak mümkün. Peki niye İngilizler batırsın? Benim toparlayabildiğim kadarıyla, babamın inançları da dahil olmak üzere şu argümanlar var - hiçbiri bence kanıt değil, hani dolaylı kanıt denir ya, bu kanıt sayılmasa da söyleyeyim: Birincisi, Türkiye 18 Haziran 1941’de Almanya ile dostluk anlaşması imzaladı, bunun hemen akabinde 22 Haziran 1941’de Almanya, Sovyetler Birliği ile Barbarossa Savaşı başladı. Türkiye de hemen tarafsızlığını ilan etti, bu İngilizleri kızdırmış olabilir mi? Olabilir ama niye gelip de bu gemiyi batırsınlar, bundan bu sonuç çıkmaz, söylenenlerden biri de budur. İngilizler, Türk karasularında harekât yapıp gemi batırmaktadırlar, bunu da batırmış olabilirler. Buna da 5 Temmuz 1941’de Büyük Britanya uçaklarının Antalya Limanı'nda bir Fransız gemisini batırmış olması örnek gösteriliyor. Bu batırılan gemi bir sivil gemi gibi görünmesine rağmen, Levant Ordusu’ndaki Fransız Donanması’na bağlı bir gemi. Galiba İngilizler Türkiye’nin tarafsızlığını, Vichy Fransa’sını istismar etmesine hiç razı olmayacaklarını ve batırabileceklerini göstermek için batırdılar. Dolayısıyla o ilişki kurulamaz. Büyük Britanya’nın denizaltıya çok ihtiyacı vardı ve bu gemileri vermemek için batırdı. Bu benim babamın da inancıydı, babamın babası da Osmanlı ordusunda subaydı ve Reşadiye ve Sultan Osman zırhlıları olayı hep babamın aklında vardı. İngilizlerin el koyduğu zırhlılar bunlar. Bu biraz hissi bir durum ve olay doğru mu?
Ö.M.: Onlar da aynı şekilde vermemişlerdi, anlaşmaya uymuyorlar. Anlattıklarından yanlış anlamadıysam aynı iddia Refah olayında da tekrar gündeme geliyor yani yapılmış bir anlaşma var; alınacak, parası da verilmiş olan denizaltıları ihtiyaçları olduğu için vermemenin yolunu arıyorlar.
H.E.: Bunun da yolu, o denizaltıları kullanabilecek Türk personeli öldürmek, görüş bu oluyor. Burada kuşkularımı söyleyeyim; bir kere denizaltıları verdiler mi vermediler mi? Bu denizaltılardan ikisi epeyce gecikmeyle verilmiştir, biri hiç verilmemiştir, o denizaltı batmıştır, hakikaten İngilizler dört denizaltıya el koymuştur, ikisini bir yıl sonra vermişlerdir. Son denizaltı ise 1946’da, savaştan sonra verilmiştir yani bir nevi İngilizler bu denizaltıları vermemiştir ama bir şey var; yani 'Vermiyoruz' da diyebilirlerdi.
Bir de hatırlarsanız olayda 163 kişi öldü demiştim ve bunlardan birisi de bir İngiliz subayıydı. Son argüman da şöyle, Büyük Britanya’nın Ankara Büyükelçisi Sir Hugh Knatchbull-Hugessen hemen olayın iki gün arkasından Dışişleri Bakanlığı’na giderek, bu işin Akdeniz’de bulunan Alman ve İtalyan denizaltıları tarafından gerçekleştirildiğini söylüyor. Alman radyosu, resmi haber ajansı ise bunu birkaç gün sonra şöyle yalanlıyor: “Ne çabuk haber aldılar böyle bir şeyin olduğundan?” diyor.
Ö.M.: Gerçekten şaşırtıcı.
H.E.: “Bu başvurular, İngilizlerin kendilerinin vicdan rahatsızlıklarını kanıtlamaktadır" diyor. Bu da kanıt değil tabii, ama olabilir. Peki, İngiliz denizaltısı niye batırsın sorusunu sorduğumuzda, dikkat ederseniz bütün bu tartışmalarda bir mantık, bir sebep arıyoruz, kazara da batırmış olabilir.
Ö.M.: İngilizler meşhurdurlar, genellikle gizli kayıtları, sırları çok geç olarak 50 yıl gibi bir süre sonra verirler fakat 50 yıldan da fazla bir zaman geçmiş olduğuna göre bunların yayınlanmış olması lazım.
H.E.: Birkaç yıl evvel İngiltere’nin II. Dünya Savaşı’ndaki bu tür kayıtları açıldı. Niye gidip bakmadın diyeceksiniz, ya fırsatım olmadı, ya param olmadı, ikisini bir araya getiremedim, ondan dolayı.
Ö.M.: Bir sponsorluk ayarlayalım...
H.E.: Yani bakılması lazım.
Ö.M.: Son derece ilginç bir noktaya kadar getirmişsin.
H.E.: Zaten beş-altı tane denizaltının izlenmesi gerekiyor çünkü sözünü ettiğim 1. Filotila, 25 denizaltı filandır. İskenderiye’den Malta hattını koruduğu için filotilanın yarısı Malta’da zaten, bunların hepsine bakmaya bile gerek yok. Altı-yedi, bilemediniz 10 tane geminin bu tarihte nerelerde ve nasıl bir görevde olduğuna bakmak gerekiyor.
Ö.M.: Burada adı dahi biliniyor...
H.E.: Benim bulabildiğim Perseus diye bir tane var.
Ö.M.: O zaman, bu Perseus’un kayıtlarına bu yeni açıklanan gizli belgelerden bakarak bulunabilir. Onların da yalan yazacak halleri herhalde yoktur, herhalde doğrudur.
H.E.: Perseus’un akıbetini söyleyeyim mi? O da çok enteresan; bir yıl sonra Kefalonya açıklarında batıyor, kendi geliştirdiği teknikle battıktan sonra denizin dibinden bir kişi kurtuluyor ve o kişinin hikâyesine de uzun zaman inanılmıyor. Yunanlı partizanlar kurtarıyorlar ve bir yıl sonra da Türkiye’ye kaçırıyorlar bu zatı. Bu hikâyeyi anlattığı zaman da 'Canım denizaltının içinden çıkılır mı?' deniyor. Fakat şimdi denizaltı bulundu ve adamın doğru söylediği anlaşılıyor. Akdeniz’de görülebilecek iki batık denizaltıdan biri Fransızların denizaltısı, biri de budur.
Ö.M.: Daha ilginç bir hikaye dinlemiş değilim uzun süreden beri doğrusu.
Hasan Ersel ile 23 Haziran 1941'de batırılmış olan Refah Şilebi'nin macerasını onun araştırmaları üzerinden dinledik. Ailevi bağları olduğu için de daha da ilginç kılınıyor bu olay ve bir de tabii üzerinde belki de durduk ama bir kez daha altını çizmekte fayda var; çok sayıda yetişkin subayın yani hem deniz, hem de hava subayının da yok olmasıyla Türkiye açısından gerçek bir facianın bir başka boyutunu da ortaya koyması açısından ilginç bir olay. Bir de son bir noktayı da ilave ederek bitirelim bu özel Refah Faciası programımızı: Babanın da bu konuda yaptığı kayıtlardan, bu konuya ilişkin küçük bir bölümü de yayınlayacağız.
H.E.: Çok teşekkürler.
Ö.M.: Bu şekilde anmak da bizim için son derece hoş bir vesile olacak, ben çok teşekkür ederim.
H.E.: Sağol.
Reşat Ersel: Efendim, Refah Faciası denilen şey şöyle başladı; İngiltere'ye sipariş edilmiş dört denizaltı gemisini ve orada eğitim yapacak 120 Türk talebesini İngiltere'ye göndermeye karar verildi hükümetçe ve ardından da bunların içerisinden 20 tanesi seçilerek ilk kafile olarak İngiltere'ye gönderilmelerine karar verildi. Haziran ayının ortaları da seçilmiş 20 talebiyle beraber gece Adana'ya hareket ettik.
Gemiye bindik ve gördüğüm şuydu; kömürlüğün üzerine, kömür depolarının ambarının üstüne büyük bir demir konmuş ve bunun iki tarafına da karşılıklı olarak yataklar konmuş. Yatakların üzerinde ne olduğu belirsiz yastıklar ve örtüler var. Henüz uyumamıştım ve zaten de elbiseyleydim yani sivildim. Biraz sonra ani bir infilak, bir patlama oldu gemide. Patlamanın nereden geldiğini görmedim. fakat gördüğüm şu; gemi sancak omuzluğundan bir yara aldı. Bu esnada ilk defa bu hadiseyi hisseden geminin sivil personeli yani gemi tayfaları, arkalarında tahlisiye yelekleri falan olduğu halde bir takım denizci tabirleriyle ‘Bizi mahvettin İngilizler’ diye bağırarak yerlerinden fırladılar. Bir de geldim baktım ki o çocukların yataklarında olan tahtaların düşmesi dolayısıyla çocuklar kömürlerin üzerine düşmüş. Büyük zayiat var. Bazı insanlar nasıl olsa biz Kıbrıs yakın, oradan imdat da geleceği yok, ‘Yüzeceğiz, yüzeriz ve gideriz’ dediler.
Bir yere geldim, geminin gene hep sancak tarafında oluyor hadise. Bir kısım insanlar tutulmuş, ‘Gider miyiz, gitmez miyiz’ diye konuşurlarken, ‘Çocuklar ne yapıyorsunuz, nereye gideceksiniz?’ dedim. ‘Sen kimsin?’ dediler. Ben de dedim ki havacıyım, yüzbaşıyım. ‘Emret kumandanım, ne istiyorsun?’ dediler. ‘Acele etmeyin. Niye atlıyorsunuz denize? Siz de biliyorsunuz ve evvelce de söylendi, burada köpek balıkları vardır. Gidemezsiniz’ dedim. ‘Peki efendim, emredersin’ falan filan dediler ama Ben oradan ayrılınca birçok kişi denize atladı ve Allah'ın rahmetine kavuştu. Nejat Bey dedi ki, ‘Bildiğin gibi oldu.’ Dedim ki ‘Ne oldu?’ ‘Zeki Bey intihar etti ve şimdi geminin kumandanı benim. Ben de gördüğün gibi artık ömrümün sonunu yaşıyorum ve kumandayı sana veriyorum’ dedi. Kumandanın kimseyi kumanda edeceği falan bir şey yok ve bu esnada bir de baktım ki iskele tarafından bir sandal indirilmekte. Bu zat - ismini unutuyorum fakat bulup söyleyebilirim, levazımcı olan zat - ‘Haydi gidelim’ dedi. O kaptan arkadaşla konuşarak şuna karar verdik ki daha adam toplayabiliriz.
Gemide kurtulan insanları var ise birkaç kişi daha alalım diye gemi tarafında dolaşmaya başladık. Çocuklar kürek çekiyorlardı. Saat 04:00 sularında - zannediyorum 04:10’du çünkü saatim vardı yanımda - karşıdan bir gemi gördük, denizaltı gördük yani bir hayalet gördük. Bunun denizaltı olduğunu öğrendik yani arkadaşlar söylediler. Bir torpido daha atıldı ve gemiye geldi, çarptı ve bir tane daha büyük bir infilak oldu. Artık yapacak bir işimiz kalmadığı için biz de kuzeye doğru gittik. Elimizde her daim bir pusula var ve başka hiçbir bilgi yok. Suriye'ye çıksak Suriye'de muharebe devam ediyor. Geminin sandalını ufakça sağa sola dönmesi, bilhassa sağa dönmesi bizi Suriye'ye götürürdü. Sola dönmesi de açık denize çıkarırdı. Kudretimizden başka bir şey yok ancak 28 kişiden çalışabilen çok az insan vardı. Bu meyanda bana da kürek çektirmiyorlardı kolum sakat diye ki pek de başaramazdım ya. O endişeyle giderken üstümüzden bazı tayyareler uçuyordu. Her yere uçan tayyareden biz hayır bekliyorduk – bilhassa da deniz tayyareleri. Halbuki onların Kıbrıs'ın, İngiliz tayyareler olduğunu ve bize bir faydaları olmadığını da görüyorduk. Biz bu haldeyken geminin tayfaları da, ‘Eyvah bu sefer de bize makineli tüfek ateşi yapacaklar’ diye heyecan içerisindelerdi. Böyle yola giderken ne su var, ne ekmek var, ne bir şey var. Ufak bir fıkha olarak söyleyeyim; gri elbiseli yüzbaşı bir limonu 28'e taksim ederek bize birer lokma ağzımızın sulanması için vermişti. Bu esnada tek yardımcımız vardı – onlar da martılar. Geliyorlar, geminin üzerinde dolaşıyorlar ve kuzeye doğru uçuyorlardı. Bize bu ümit veriyordu, demek ki gittiğimiz istikamet kuzey, doğru. İşte bu şekilde kara taşa geldik.