Açık Gazete'de, İstanbul Aydın Üniversitesi İletişim Fakültesi Aydın Haber Ajansı haber atölyesinin genel yayın yönetmeni Kayıhan Güven, haber koordinatörü Semra Dursun, muhabirleri Sinan Daşpınar ve Nesrullah Hasdemir’le beraberdik. Aydın Haber Ajansı'nın yayını olan Göz Dergisi, gazetecilikte ve edebiyatta röportaj dalının önemi ve dergide yayımlanan bir röportajdan yola çıkarak Paşabahçe Vapuru hakkında sohbet ettik.
Ömer Madra: Açık Gazete programı bir grup konuğuyla devam ediyor. Biraz önce de sunumunu yaptığımız gibi İstanbul Aydın Haber Ajansı adlı haber atölyesinden genel yayın yönetmeni Kayıhan Güven, haber koordinatör Semra Dursun, muhabir Sinan Daşpınar ve muhabir Nesrullah Hasdemir’le beraberiz.
Hoş geldiniz, çiçekler için de çok teşekkür ederiz ayrıca. Çok mutlu olduk. Sinan’ı tanıyorum ben daha önce geldi mülakat yaptık, röportaj değil mülakat yaptık! Çok ilginç de bir dergi çıkarıyorsunuz, gerçekten İstanbul Aydın Üniversitesi İletişim Fakültesi Haber Ajansı yayını Göz Dergisi kocaman bir dergi. Benim eskiden hasbelkader epey dergiciliğim de var, başka işim olmadığı zamanlarda dergicilik yaptım. En çok yaptığım işlerden biridir, o yüzden dergilere de özel bir eğilimim vardır, çok da beğendim dergiyi, tebrikler. Bir de ‘Hayatın özüne bir yolculuktur’ diye röportajlar kitabı getirmişsiniz, çok teşekkürler. Şimdi ana konumuz galiba Paşabahçe gemisi üzerine bir röportaj, buyurun söz sizde.
“Sokağa, caddelere ayna tut bak”
Kayıhan Güven: Haber atölyesi olmamızdan dolayı biz haber toplantıları yaparız, Stendhal’ın güzel bir lafı vardır “sokağa, caddelere ayna tut bak” diye, bizim yaptığımız da budur. Yani insanlar semtlerinden gelirler, gördüklerini söylerler, okuduklarından söz açarlar. Bir arkadaşımız da dedi ki “Paşabahçe vapuru Beykoz belediyesinin önünde demirli duruyor ne zamandan beri ama hali çok kötü, perişan bir halde. Ben bir İstanbullu olarak, ben İstanbul Erkek Lisesi’nde okudum ve Boğaz’a bakarak okudum hep, onun için biz vapurların huylarını, sularını bilirdik, geleni, gideni, bütün vapurları bilirdik. Bir vapura uzaktan baktığımız zaman “şu vapur geliyor!” diyebilirdik. Yatılıydık da. Bu beni çok üzdü tabii, Paşabahçe de. Ben aslında bugün gelmeyecektim, dedim ki bu öğrenci sizler katılırsanız çok daha iyi olur, sizin eseriniz bu. “Hayır hocam, sizin Paşabahçe’de çok anınız vardır” dediler ve orada vurdular beni. Yani gerçekten Paşabahçe’de anım var, her vapurda anımız vardır, sizin de vardır mutlaka.
ÖM: Evet, İstanbul’da doğma büyüme İstanbullulardan biri olarak tabii. Özellikle hatırlıyorum Karşıyaka’daki iskelelerden bayağı orada oturanlarla vapur yolcuları, hatta kaptanları arasında özel dostluk ilişkileri, hatta “kaptan düdük!” diye bağıran şeyleri de hatırlar gibiyim. Düdük çalmasını bekleyen oradaki sakinleri de vardır Kuzguncuk’da filan.
“Bu resmen edebiyattır,”
KG: Öyle olunca tabii üzüldüm ben, dedim ki buraya gidelim. Çünkü bizim yaptığımız röportaj yazıları Türkiye’de röportaj yanlış tanımlanıyor, bir tek Türkiye’de ama. Bu işin piri Yaşar Kemal’di, Fikret Otyam’dı, yani tanıklığa dayalı, öyküsel, sırtını edebiyata yaslamış yazılardır bunlar. Hatta Yaşar Kemal “bu resmen edebiyattır” derdi ve 10 yıl Cumhuriyet’te bu işi yapmış, röportajlar yazmış.
ÖM: Yaşar Kemal’in vefatının üzerine biz –yakın da tanışıklığım da vardı bendenizin- Yapı Kredi Yayınları’ndan yayınlanan bütün röportajlarını biz toplu olarak okuduk bir sene boyunca.
KG : Bu Diyar Baştanbaşa, 4 kitaptır o.
ÖM: Evet ve bütünüyle okuduk o röportajlarını.
KG : Müthiştir ama değil mi?
ÖM: Evet evet. Arkadaşımız Adnan Acar’dı okuyan hepsini.
KG : Olağanüstü.
ÖM: Radyoya da çok uygun, son derece radyo dostu bir şey. Onun için çok aşinayız bu işe.
KG: Öyle olunca biz yaz ayları da çalışan bir atölyeyiz, yani bizim öğrencilerimiz yazın da çalışırlar, ben de çalışırım. Dedik ki Paşabahçe vapuruna gidelim. Baştan konuşuldu yani girebilir miyiz vapurun içine? Çünkü belki giremeyebilirdik, basın danışmanıyla arkadaşlarımız temas ettiler, konuştular; “evet gelin” dediler. Fakat hakikaten çok kötüydü, şu anda da çok kötü herhalde fotoğraflarda da görürsünüz, o kapaktaki Paşabahçe ise benim bir fotoğrafımdır, Heybeliada’dan çekmiştim onu ben, martı da tesadüfen görüntüye girmişti. O hali çok iyiydi.
ÖM: Evet müthiş bir fotoğraf Göz dergisinin kapağındaki, “sen ne hallere düşmüşsün Paşabahçe!” başlığıyla bir röportaj var bu konuda.
Can Tonbil: Ben biraz da şeyden bahsetmek istiyorum, bu röportajların çıkış aşamasında nasıl, daha doğrusu bu kapak dosyası üzerinden konuşacak olursak nasıl bir yapılanmaya gidildi. Öğrencilerin aynı zamanda bu şekilde bir haber ajansı içerisinde bulunması nasıl gerçekleşti?
Semra Dursun: Biz genelde haberlerimiz, yani dergimiz oluşmadan önce haber toplantıları yaparız. Seçtiğimiz konuları da daha şehrin kılcal damarlarına, basında çok fazla yer almayan konular üzerinden gidiyoruz. Paşabahçe aynı şekilde, Fenerbahçe vapurunu yaptık, ki onun Kayhan hoca hep söyler, “ikizidir, kardeşidir” der, bu şekilde öğrencilerimizle her sabah bir toplantı yapıyoruz ve toplantının ardından konu dağılımları oluyor ve öğrenciler haberleri getiriyorlar. Sonra beraber oturup yazıyoruz bu haberleri, bu şekilde hem kitabımızın, hem de dergimizin konularını oluşturuyoruz.
KG: Burada şunu söylemek gerekir, Semra arkadaşımız röportaj konusunu irdelerken Amerika’da -belki siz de bilirsiniz mutlaka- bu yöntem uygulanıyormuş.
SD: Gazetecilik okullarında.
KG: Gazetecilik okullarında Berkeley’de mesela, hocalarıyla çıkıyorlar, hocalarıyla geziyorlar, sonra hocalarıyla da yazabiliyorlar. Yani bazen ben de otururum, Semra hanım da oturur birlikte yaparız. Yani bu öğrencilerimizin hepsi zorunlu olarak gelmemiş öğrencilerdir –Türkçem kötü oldu!- gönüllülük esasına göre geliyorlar yani okuldan kimse onlara gelin filan demiyor. Onun için daha çok gazetecilik öğrencileridir onlar, gönüllülük esasına göre gelirler ve çalışırlar. Kolay da bir çalışma değil.
ÖM: Sadece medyayla ilgili değil, biraz önceki Bildiğimiz Ekonominin Sonu programında da bir süreden beri Bengi Akbulut arkadaşımız Kanada Quebec’ten kendisinin çalıştığı Concordia üniversitesindeki böyle öğrenci kooperatiflerinden bahsediyordu. İki konu çok birleşti, yani onlar da kafeler işletiyorlar, bostanlar işletiyorlar ve bunu gönüllülük esası üzerine yapıyorlar “bize de yaz ki bunları öğrensin arkadaşlarımız” dedik. Yani birlikte giden işler bunlar.
CT: Benim de dergicilik deneyimim olmuştu daha önceden, yani kitapçılıktan dergiciliğe doğru, ardından radyoculuk ve gazetecilik gibi bir yol seçmiştim ama üniversite aşamasında özellikle son zamanlarda çıkan yazılarda ve tercihler üzerine yapılan analizler üzerinden pek fazla revaçta bir meslek ya da uğraş alanı olarak görülmüyor gazetecilik şu an itibariyle. Sizi bu konuyla alakalı ne motive etti?
Nesrullah Hasdemir: Öncelikle ben gazeteciliği bilinçli olarak seçtim, bunun için bir önceki bölümümü yarıda bırakıp gazeteciliğe geçtim. Bu mesleğe beni iten en önemli etken içerisinde aslında yazarlık vasfını da barındırmasıydı. Ben biraz ilgi duyuyorum yazı işlerine. Kamuoyunu aydınlatmak diyelim daha çok bunu seçmemdeki etken.
Sinan Daşpınar: Bugünlerde özellikle
NH: Evet bugünlerde özellikle; bunun gazeteciler için önemli olduğunu biliyorum.
SD: Ben aslında gazeteciliği isteyen biriydim ama bu konuda sadece istemek yetmiyor ve bununla ilgili birşeyler yapmamız gerekiyor. Gazetecilik bölümünü isteyerek yazdım, isteyerek yazıyorum, dersler başlıyor ama sonra düşünüyorsun birşeyler yapmalısın, ortaya ürünler çıkarmalısın ve artık bunun hakkını vermeye başlamalısın. Ben daha sonra haber ajansına giriyorum Kayıhan hocamın yanına ve birlikte çalışmaya başlıyoruz. Ben hayatında fotoğraf makinasına dokunmamış biri olarak ajansa başlıyorum ve ajansta bir de fotoğraf makinasına dokunmaya başlıyorum, fotoğraf çekmeye başlıyorum. Artık farklı bir boyut olmaya başlıyor benim için yani kendimi kazanmaya başlıyorum. Bir şeyi istiyorum ama onunla ilgili bir şey yapmadığımın farkına varıyorum. Sadece bir şey okumayı istemek yetmiyor, onunla ilgili bir şeyler yapmak gerekiyor. Bunun da biz ajansta çok iyi farkına varıyoruz, gidiyoruz haberlere, haberleri sahipleniyoruz; örneğin Paşabahçe vapuruna hiç hayatımızda belki de binmedik, belki de hiç dikkatimizi çekmedi ama bir anda bu Paşabahçe vapurunun resmini çekip odamıza asmaya başlıyoruz, bir şeyleri sahiplenmeye başlıyoruz, yaşamaya başlıyoruz, tanıklık etmeye başlıyoruz. Aslında sadece istemenin yetmediğinin farkına varıyoruz, istedikten sonra onun peşinde koşmamız gerektiğine inanıyoruz ve onun peşinde koşuyoruz.
ÖM: Çok ilginç tabii, bu Paşabahçe’ye biraz daha ağırlık verelim; hem olağanüstü güzellikte bir şey hem de bu röportaj meselesinin ne kadar önem kazanabileceğini, unutulmuş biraz da yani
SD: Gerçekten öyle.
ÖM: Büyük ustalarla Yaşar Kemal’in, hatta Sait Faik’e kadar uzanan
SD: Ne diyorsunuz? Tabii ki.
ÖM: Sait Faik’te de büyük bir röportaj geleneği var. Biraz önce Nesrullah bahsetti, edebiyatın da muhakkak işin içinde olması gerektiğini. Yani Paşabahçe’nin ne olduğunu da kimse bilmiyor değil mi aslında, yani şimdiki halihazırdaki halinin perişanlığını?
KG: Maalesef ve buna sahip çıkmamız gerekiyor, bu İstanbul’un bir değeri, yani biraz kitch bir laf oldu ama ben çok üzgünüm mesela ben Paşabahçe’yi o halde görünce o kadar anımın olduğu bir vapur sahipsiz duruyor orada. Çok sahipsiz hem de.
“Sen ne hallere düşmüşsün Paşabahçe?”
ÖM: Girişte başlığa “sen ne hallere düşmüşsün Paşabahçe?” diye yazmışsınız, yıllarca hem köprü, Kınalıada, Burgazada, Büyükada, Yalova arasında pek çok yolcu taşımış ve emekli olmuş, Beykoz belediyesinin karşısına çekilmiş, bir zamanların heybetli vapuru şimdilerde pas içinde, dökülüyor. Beykoz belediyesi ise vapuru onaramadığı için batırmayı düşünüyor gibi hakikaten vandallıkla eşdeğerde bir şeyden bahsediyoruz.
KG: Bu vapura hiç yakışmayan bir şey.
SD: Bize de söylendiğinde batırıldıktan sonra dalış turizminin arttırılacağı söyleniyor.
ÖM: Tabii muhakkak!
NH: Ama bu Boğaz’ın ekolojik dengesi için bir hayli zararlı olabilir, böyle bir sorun da var.
ÖM: Bunu tartışmak bile abes geliyor insana. Yani böylesine palavralarla ömrümüz geçiyor; büyüme, vs. Sadece resme, sizin çektiğiniz güzel fotoğrafa da bakıldığı zaman, içinden bir martı geçen bir fotoğraf bu, hakikaten böyle dalış turizminden falan yeryüzünde hareketi sürdürsek daha iyi olur gibi geliyor.
CT: Başka girişimler var mı vapurla alakalı olarak başlatılmış olan? Yani herhangi bir alternatif kampanya düşünülüyor mu bununla alakalı STK’lar ya da herhangi bir kampanya üstlenicileri var mı?
KG: Var herhalde, düşünüyoruz biz de.
SD: Biz kendimiz düşünüyoruz bir kampanya ama bizden başka düşünen de yok diye biliyorum.
NH: Bireysel olarak bazı vapur sevdalıları daha önce internette çeşitli imza kampanyaları düzenlediler ama bunun ne kadar kamuoyu oluşturduğu muallakta.
KG: Ben Rahmi beye bir mektup yazmıştım, Rahmi Koç’a, çünkü Fenerbahçe vapuru da kardeşi Paşabahçe’nin.
ÖM: İkizi değil mi? İkiz kardeşi?
KG: Ama yanı yerde yapılmamış, imal edilmemiş, biri İtalyan yapımı biri İngiliz’dir.
ÖM: Öyle mi?
KG: Fenerbahçe vapurunu görseniz pırıl pırıldır, makine dairesindeki o pirinçlerin filan, Rahmi beyin o Seyahatnamesi’nin düzeltilerini yapmıştım, öyle bir tanışıklığım var. Bir mektup yazdım, bu batıdaki sistemdir, mektup yazılır filan ve hemen cevap verdi bana. Dedim ki “bu vapuru da alsanız çok iyi olur o Fenerbahçe gibi”. “Yok, ancak bir tanesi karşılıyorum” dedi.
ÖM: Param yok dedi!
KG: Çünkü Fenerbahçe’yi dolaştığınız zaman Fenerbahçe’nin son kaptanını da görüyorsunuz orada, kaptan orada ve kaptan size Fenerbahçe’nin öykülerini anlatıyor. Yani o Rumlarla ilişkiler, bir Rum vapur yolcusu hastalandığı zaman hastaneye ziyarete gidilirmiş biliyor musunuz?
ÖM: Evet kaybolmuş olan insani niteliklerin tekrar gündeme gelmesiyle ilgili. Zaten aynı dergide Paşabahçe’den önce Marmara’nın yakışıklısı Fenerbahçe diye bir röportaj da yer almış.
KG: Kontrast olsun diye yaptık.
ÖM: Çok iyi olmuş. Tuncer Şensoy’un da fotoğrafı var işte yıllarca Fenerbahçe’nin kaptanlığını yapmış olan. Çok büyük bir kontrast var ve insanın yüreği, ne motorlarının pırıl pırıl olduğu, Fenerbahçe’nin müzede rahat rahat gezilebilmesi gibi olanaklar, öbür yanda da bir enkaz haline gelmiş olan Paşabahçe.
KG: O kadar ilginçti ki biz dolaşırken bitkiler çıkmış vapurun içinde bazı yerlerden!
SD: Evet otlar filan vapurun üstünde.
KG: Yani o ahşap döşemelerin arasındaki o topraklar girdi herhalde ve oradan bitkiler çıkmıştı.
ÖM: Doğanın işte mücadelesi ama su altında otlar çıkmaz, yosun çıkar belki değil mi sualtı avcılığı için. Mesela röportajda gördüğümüz merdivenlerin başını tutan da Artemis heykeli var, avcı tanrıça. İnsan ne diyeceğini bilemiyor ama kampanya düzenlemeniz halinde –madem Rahmi bey yapmıyor-
KG: Şu anda biz kampanyanın içindeyiz Açık Radyo dile getiriyor bu sorunu, bundan daha güzel bir başlangıç olamaz, çok güzel bir başlangıç.
ÖM: Bence de öyle, dinleyicilerimize duyuralım, Paşabahçe vapuru çok vahim hallerde ama genç arkadaşlarımız ve onlara yol gösteren Kayıhan Güven’in öncülüğünde de böyle bir kampanyayı duyurmamızda çok fayda var, İstanbul Aydın Üniversitesi, İletişim Fakültesi Haber Ajansı olarak konuşuyoruz.
KG: Biz röportaj türünü çok önemsiyoruz, hakikaten Yaşar Kemal vefat etmeden önce beni öğrencilerimle çağırmıştı. Çünkü daha biz daha önceden Marmara Üniversitesi'nde çalıştık, orada da birçok röportaj kitabı yapmıştık. Burada da kitabımızı daha yeni bitirdik, bu birinci kitabımız, ikinci kitabımızı da yayınlayacağız yakın zamanda. Röportaj unutulmamalı diye düşünüyorum, batıda halen çok yaygın özellikle Almanya’da, ben Alman basınını takip ediyorum, röportajı mutlaka kullanıyorlar. Bunun zanaatini mutlaka ajansta öğreniyoruz, nasıl yazılır? Bu işin bir zanaati var çünkü.
ÖM: Benim de öteden beri bizim burada konuştuğumuz ve hep bu birbirine karıştırılıyor “kendisiyle yapılan röportajı yayınlıyoruz” filan diyoruz bütün ortak medya organlarında.
KG: Eski gazeteciler ‘mülakat’ lafını halen kullanıyorlar.
ÖM: Ben de kullanmaya çalışıyorum, halbuki röportaj artık tamamen mülakatla karışmış durumda. Dediğiniz gibi biraz yaş gerekiyor, o yüzden de yeni kuşaklara bunu aktarmanız, Fikret Otyam’ı da gayet iyi hatırlıyorum ama özellikle tabii Yaşar Kemal’in olağanüstü, yani sadece bir mezarlıkta, Zincirlikuyu mezarlığını gezerek yaptığı bir röportaj insanın aklını durduracak zenginlikteydi. Çok esaslı bir iş yapmaktasınız, ne diyeyim?
CT: Ben bir açıdan da motive oldum, yani son zamanlarda çıkan haberlerde iletişim fakültelerinin tercih edilmediğini, insanların gazetecilik mesleğinden uzaklaştığını düşünmeye başlamıştım ki benim yaşımda olan arkadaşlarımın da burada amaçla beraber sizin de söylediğiniz üzere yani odanıza asabilecek kadar kendi haber konunuzu devam ettirebilmeniz gerçekten yapılan işin o kadar da kolay bitmeyeceğini göstermiş oldu. Bu arada aynen radyoculuk gibi.
KG: Can bey biz bir tek röportajlar yazmıyoruz, çünkü haber veren yazı türleri işlevleri farklıdır. Yani röportajın işlevi bir şeyi canlandırmaktır, yani Paşabahçe vapurunu dolaşmış gibi olmalısınız amaç odur. Ama tezli bir yazı değildir mesela, nedeni ve nasılı çok yoktur, yani soruşturmacı bir iş değildir.
ÖM: Bir edebiyat örneği zaten.
KG: Edebiyat örneği tabii, aynen öyle, çok güzel söylediniz, gerçekten öyle. Onun dışında arkadaşlarımızın güzel bir internet sayfası var mesela güncel bir takım kısa haberleri girebiliyorlar. Bu işlerin editörleri vardır bizde, mesela internet sayfasının editörü vardır, güncel haberleri girer o sadece. Sonra bir gazeteye çalışıyoruz biz, gazetede haberlerini basılı olarak görüyorlar. Bir gazetenin manşeti nasıl atılır, vs. görüyorlar. Kitap yapıyoruz ama asıl tabii Göz dergimiz bizim, röportaj kuramını ayakta tutmak amacımız ve tutuyoruz da ama arkadaşlar çok istekli.
CT: Özellikle bugünkü manşetlere baktığımız zaman gazetelerin bazen robotlar tarafından yazıldığını ve herhangi bir his ve duygu içermediğini düşündüğümüz zamanlardan geçtiğimizi fark ediyorum. Şu anda baktığımız zaman gerçekten de halen bu mesleğe devam ettirmeye çalışan insanların olduğunu görmek güzel geliyor.
KG: Semra’nın söylediği gibi hayatın kılcal damarları tabii bizi ilgilendiriyor. Mesela kitabımızın ilk yazısı bir çiçek mezatı yani bu çiçekler nerede satılıyor, oradaki satıcıların orada bulunması filan. Çok ilginç bir mezattır, yani tribünde insanlar, her birinin numarası vardır, çiçekler hızla geçer, beğendiğiniz çiçeği basarsınız ve onu satın alırsınız. İstanbul’da böyle çiçek satılır. Ondan sonra müzisyenlerin mesela, çingenelerin diyeyim ve onların çocuklarını eğitmelerini, müzik okuluna götürürler mesela, bazı müzik okulları var, götürüyorlar filan. Onu mesela yapabiliyoruz. Ben haber fantezisi diyorum biraz, gülümsetiyor bu laf ama yani hakikaten oturduğumuz zaman güncelliği biraz kendimiz oluşturuyoruz, yani haberler atlıkarıncasına oturmuyoruz pek, biz öneriyoruz, biz yapıyoruz. Bunun içindeki konulara baktığınızda, beni çok üzen haberlerden bir tanesi zamanındaki çok ünlü bir aktrisin düştüğü hal, isim vermiyorum şu anda ama onu da yaptı arkadaşlar. Çok ünlü bir aktris bu ama şu anda da sürünüyor kadıncağız. Buna benzer o kadar çok konu var ki.
ÖM: Bu programı artık bitirmek durumundayız, süremiz bitti ama belki de buradan uzun vadede bu röportajları Açık Radyo’da haftalık bir programa dönüştürebiliriz.
KG: Çok seviniriz.
SD: Çok seviniriz.
ÖM: Arkadaşlara sormadan böyle bir şey söyledim ama..
KG: Çok harika bir şey; bence de tam Açık Radyo’ya yakışan, dalga boyutumuzun aynı olduğunu düşünüyorum, çok güzel bir program olur. Çünkü konular çok ilginç.
ÖM: Üzerinde sonra konuşalım.
KG: Tamam.
ÖM: Eklemek istediğiniz bir şey var mı?
KG: Bizi davet ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. En azından Paşabahçe kampanyasını başlatmış olduk, röportajı dile getirmiş olduk, bu çok önemliydi bizim için.
CT: Bir şey daha sormak istiyorum, bu kampanya dahil olmak isteyen ya da bir ucundan tutmak isteyen dinleyicilerimiz ya da dinleyicilerimizin dostları yahut da dinleyicilerimizin dostlarının dostları olduğu zaman nasıl size ulaşabilirler bu kampanyayla alakalı olarak, beraber çalışmak için, gönüllü olmak için?
SD: Biz yakın bir zamanda sosyal medya hesaplarını açacağız, onları da size duyurduktan sonra inşallah oradan iletişime geçebilirler.
ÖM: Göz dergisine nereden ulaşabiliyorlar, bir internet adresi şimdiden verebilir misiniz?
SD: [email protected] adresine mail atabilirlerse gönderiyoruz.
KG: Herkese gönderiyoruz ücretsiz.
SD: İstanbul Aydın Üniversitesi Aydın Haber Ajansı diye yazarlarsa sosyal medya Facebook, Twitter, o hesaplarımız açık, oradan da ulaşabilirler bize.
ÖM: drns de Dursun’un sesli harfsizi.
SD: Aynen öyle.
ÖM: Bugün Kayıhan Güven, Semra Dursun, Sinan Daşpınar ve Nesrullah Hasdemir ile birlikte İstanbul Aydın Haber Ajansı’nın ve onların yaptığı çalışmaların, röportajın önemi, bir de Paşabahçe gemisinin hali üzerine konuştuk. Çok çok teşekkür ederiz geldiğiniz için.
KG: Biz teşekkür ederiz.