Orman yangınları, sıcak dalgaları ve yükselen deniz seviyeleri ile birlikte yeryüzünde büyük bölgeler yaşanmaz hale gelme tehlikesine maruz kalıyor. Ama fosil yakıt endüstrisi, gerçeklere ve olgulara karşı saldırısını sürdürüyor.
Bill McKibben,
The New Yorker, 26 Kasım 2018
30 yıl önce bu dergide, o zamanlar sera etkisi olarak adlandırdığımız kavramla ilgili “Doğanın Sonu” isminde uzun bir makale yayınlandı. Bu makaleyi yazdığımda 20’li yaşlarımdaydım ve yeterli entelektüel birikimim yoktu: o zamanlar iklim bilimi henüz genç bir bilim dalıydı. Fakat eldeki veriler hem ikna edici, hem de hüzün vericiydi. Atmosfere o kadar çok karbon salıyorduk ki doğa artık bizim etkimizin dışında bir güç olmaktan çıkmıştı – ve insanlık sahip olduğu sanayi ve umursamazlık kapasitesi ile gezegenin havasının her metreküpünü, yüzeyinin her metrekaresini, suyunun her damlasını etkilemeye başlamıştı. Bilim insanları 10 yıl sonra çağımıza Antroposen (insanın yaptığı dünya) ismini vererek bu kavramın önemini ortaya koydular.
Yaptığım haber beni korkutmuştu, fakat o dönemde toplum olarak, en kötü olasılığın gerçekleşmesini önlemek için elimizden geleni yapacak gibi görünüyorduk. 1988’de başkan adayı olan George H. W. Bush, “sera etkisi (greenhouse) ile mücadelede Beyaz Ev (White House) etkisini kullanacağına” söz vermişti. Bu sözünü tutmadı; halefleri de, dünyanın her yerinde iktidar koltuklarında oturan meslekdaşları da sözlerini tutmadı. Ardından geçen onlarca yılda, başta kuramsal bir tehdit olan şey, amansız bir gündelik gerçeğe dönüştü. Bu makale basıma girdiği sırada Kaliforniya alevler içinde. Los Angeles yakınlarındaki büyük bir yangın Malibu’nun tahliye edilmesini zorunlu kıldı; Sierra Nevada eteklerinde daha da büyük bir yangın Kaliforniya tarihindeki en yıkıcı yangın halini aldı. Eşi benzeri görülmemiş yükseklikte sıcaklarla geçen bir yazdan ve normal yağış miktarının yarısından az yağmurun yağdığı bir “yağmur mevsimi”nden sonra kuzeydeki ateş fırtınası, bir saat içinde 10 binden fazla binayı yakıp yıkarak, en az 63 kişiyi öldürerek, Paradise (Cennet) isimli bir kenti cehenneme çevirdi. 600’den fazla kişi hâlâ kayıp. Yetkililer ceset arama köpekleriyle geldiler, tahliye edilenlerin DNA’larını cesetlerden alınan DNA’larla karşılaştırmak üzere bir laboratuvar kurdular, ve kömürleşmiş kemik kesitlerinden kimlik tespiti konusunda yardımcı olması için Chico’daki California Eyalet Üniversitesinden bir antropolog getirdiler.
Geçtiğimiz birkaç yılda, tüm dünyada insanlar için koşulların iyiye gitmekte olduğuna yönelik iyimser bir düşünce dalgası ortaya çıktı. Savaşlar azalıyor, daha az yoksulluk ve açlık var, geniş ölçekli okur-yazarlık ve eğitim için de daha fazla umut olduğu düşünülüyor. Fakat insan ilerlemesinin duraklamaya başladığını gösteren daha yeni işaretler de var. Çevre konularının durumu karşısında insanlığın oynadığı oyunun artık aksamaya başladığını, hatta belki de sonunun geldiğini söylemek yanlış olmaz. 2017 yılı sonunda Birleşmiş Milletler kuruluşlarından biri, dünyada kronik şekilde yetersiz beslenen insan sayısının 10 yıllık düşüşten sonra yeniden artmaya başladığını – 38 milyon artışla 815 milyona ulaştığını – açıkladı. Bunun “büyük ölçüde, şiddetli çatışmaların yaygınlaşmasına ve iklime bağlı şoklardan kaynaklı” olduğunu da açıklamasına ekledi. Haziran 2018’de BM Gıda ve Tarım Örgütü, çocuk işçi sayısının yıllarca düşüş gösterdikten sonra yeniden yükselmeye başladığını ortaya koydu. Bu, “kısmen, çatışma sayısının artmasından ve iklimin yol açtığı afetlerden” kaynaklanıyordu.
2015’te BM Paris İklim Değişikliği Konferansı’nda dünyanın sanayi öncesi döneme göre 1 dereceden (Celsius) biraz daha fazla ısındığını belirten dünya devletleri, bu yüzyıldaki artışı 1,5ºC ile sınırlayarak 2ºC derecelik bir düşüş hedefi koydular. Geçtiğimiz Ekim ayında BM Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) yayınladığı özel raporda küresel ısınmanın, “mevcut oranda artmaya devam ederse 2030-2052 yılları arasında 1,5 dereceye ulaşma olasılığının yüksek olduğunu belirtti. Bu önce kuma bir çizgi çizip, sonra da yükselen dalgaların onu silmesini izlemeye benziyor. Raporda belirtilmeyen bir konu ise, Paris’te ülkelerin ilk başta verdikleri emisyon azaltma taahhütlerinin, ısınmayı bu yüzyılın sonuna dek ancak 3,5ºC ile sınırlamaya yeteceği. Fakat bu değişikliğin ölçeği ve hızı öylesine büyük ki, halihazırdaki toplumların bu değişimi aşıp hayatta kalabileceği tartışmalı.
Fotoğraf: AFP
Bilim insanları onyıllardır iklim değişikliğinin aşırı hava olaylarına neden olacağı konusunda uyarılar yaptılar. IPCC raporunun yayınlanmasından hemen önce, Florida Panhandle’ını (“Tavasapı”/Florida’nın kuzeybatısı) vuran en güçlü kasırga olan Michael, 30 milyar dolar tutarında maddi zarar verdi ve 45 kişinin ölümüne yol açtı. Küresel ısınmanın “Çok pahalı ve tam bir aldatmaca” olduğunu iddia eden Başkan Trump, yıkımı gözlemlemek için Florida’yı ziyaret etti, ama gazetecilere bu kasırganın ABD’nin Paris İklim Anlaşması’ndan çekilmesi kararını yeniden düşünmesine yol açmadığını söyledi. IPCC raporuna ise “kim yazmış” demenin ötesinde bir ilgi belirtisi göstermedi. (Bu sorunun yanıtı: 40 ülkeden 91 araştırmacı.) Daha sonra da bilim konusundaki “doğal içgüdülerinin” ona, iklimin yakında eski haline geleceğini söylediğini ekledi. Trump bundan bir ay sonra Kaliforniya’daki yangınların “ormanların yanlış yönetilmesinden” kaynaklandığını söyleyecekti.
İnsanlık tarihi boyunca daima savaşlar ve ateşkesler, çöküşler ve toparlanmalar, kıtlıklar ve terörizm olmuştur. Bizler zalim yöneticilere, sapkın ideolojilere dayandık ve onları aşmasını bildik. İklim değişikliği ise hepsinden farklı. Bir grup bilim insanının Nature Climate Change dergisinde belirttiği gibi, gezegende oluşturduğumuz fiziksel değişimler “Şu ana kadar yaşanmış tüm insanlık medeniyeti tarihinden daha uzun ömürlü olacak.”
En yoksul ve en hassas durumda olanlar en büyük bedeli ödeyecek. Daha şimdiden en varlıklı bölgelerde bile çoğumuz çimenlerin üzerinde yürümeye çekiniyoruz, çünkü sıcak hava ile beraber Lyme hastalığı taşıyan kenelerin sayısı çok arttı; ısınan denizlerde deniz canlılarının ölmesiyle ortaya çıkan ve denizleri işgal eden denizanaları nedeniyle sahillerde yüzememeye başladık. Gezegenin çapı hep 12,900 kilometre, yüzölçümü ise 520 milyon kilometrekare olacak. Fakat, yeryüzü, insanlar açısından bakıldığında, ayaklarımızın altında ve zihinlerimizde büzüşmeye başladı.
“İklim değişikliği” tıpkı “çarpık kentleşme”, ya da “silahlı şiddet” gibi öylesine yaygın bir terim haline geldi ki hepimizin gözünden kaçmaya başladı. Aslında, yaptığımız şeyler bizleri hayrete düşürmeli. Geçtiğimiz 200 yıl boyunca, araç motorlarında, bodrumlara koyulan fırınlarda, enerji santrallerinde, çelikhanelerde muazzam miktarlarda kömür, gaz, ve petrol yaktık; ve biz buna devam ettikçe karbon atomları havadaki oksijen atomları ile birleşerek karbondioksit üretti. Metan gibi başka gazlarla birlikte bu da, normal şartlarda uzaya geri yansıyacak olan ısıyı dünyaya hapsetti.
Yeryüzünün yarım milyar yıllık canlılar tarihi boyunca, en az dört kez daha, atmosfere büyük hacimde CO2 yayıldığı oldu; ama herhalde hiçbiri asla bu kadar hızlı olmamıştı. Hatta, Permian Çağının sonunda, volkan indifalarından çıkan lavların kömür rezervlerini baştan başa tutuşturmasından kaynaklanan devasa miktarlarda CO2 yayılımı “Büyük Ölüm” ile sonuçlandığı zamanda bile, atmosferdeki CO2 artışı şu anki artış hızının ancak onda biri kadardı. İki yüzyıl önce atmosferdeki CO2 yoğunluğu milyonda 275 parçacık (ppm) oranında idi; oysa şu anda milyonda 400 parçacık (ppm) oranını aşmış durumda, ve her yıl milyonda 2 parçacıktan fazla bir oranda da artıyor. Her gün gezegenin çevresine hapsettiğimiz ekstra ısı miktarı, Hiroşima’ya atılan bombadan 400 bin tane atılsa, o bombaların çıkaracağı ısıya eşit.
Sonuç olarak, şu ana kadar kaydedilmiş en sıcak 20 yılın tümünü son 30 yıl içinde gördük. Buz örtülerinin ve buzulların erimesi, okyanuslarla denizlerimizin seviyesinin yükselmesi olayı, başlarda yüzyıl sonunda olacak diye tahmin edilirken, çok daha erken bir tarihte gerçekleşti. Yeni Zelandalı iklimbilimci Christina Hulbe, Grist internet gazetesi muhabirine verdiği demeçte: “Katıldığım hiçbir iklim konferansında insanların ‘tahminimden daha yavaş oldu’ dediğine rastlamadım” diyordu. Geçen Mayıs ayında Illinois Üniversitesi’nden bir grup bilim insanının bildirdiğine göre, B.M.’nin “en kötü küresel ısınma senaryosu” da, şaşırtıcı yükseklikteki ekonomik büyüme nedeniyle % 35 olasılıkla fazla iyimser kalacak. 2017 baharında Dünya Meteoroloji Örgütü eski başkanı David Carlson, eldeki yeni verilere göre bir önceki yılın tüm küresel ısı rekorlarının kırıldığını görünce: “Şu anda gerçekten hiç alışılmadık bir durumla karşı karşıyayız” demişti.
Tüm çizelge ve göstergelerin de dışına fırlamış durumdayız. Ağustos’ta Grönland’a gittim. Orada küçük bir grup bilim insanı ve aktivistle birlikte Narsaq köyünden bir tekneye binip yakın bir fiyord üzerindeki buzulu görmeye gittik. Biz geniş körfezin sularında yol alırken kaptan köprüsünde dümenin üzerindeki elektronik gösterge tablosuna gözüm takıldı. Sayaçta yanıp sönen ışık, denizden bir mil kadar içeride, karada olduğumuzu gösteriyordu. Kaptan sayacın 5 yıl önceden kaldığını ve şu an etrafımızdaki su kütlesinin o tarihte donmuş halde olduğunu açıkladı. Bu seyahati organize eden Amerikalı buzulbilimci Jason Box da, yanaşacağımız yeri seçerken: “Buraya şeklinden dolayı Kartal Buzulu adını vermiştik” dedi. Bu isim de 5 yıl önce verilmiş. Box “kuşun kafasıyla kanatları eridi. Şimdi ne isim vermeliyiz bilmiyorum, ama kartal sizlere ömür” diye ekledi.
Mürettebat içinde iki de şairimiz vardı: Biri Grönlandlı Aka Niviana, öteki de Marshall Adalarından Kathy Jetnil-Kijiner. Düşük irtifada yer alan Marshall Adalarında kısa bir süre önce, “kral dalgaları” olarak da bilinen dev dalgalar oturma odalarını basmış, mezarları tersyüz etmişti. Marshall Adaları resiflerinde yaşam binyıllardır küçük bir tatlı su kaynağından besleniyor. Fakat tuzlu su buraları bastıkça ekmek ağaçları ve muz palmiyeleri kuruyup ölüyor. Yolculukta gözlerimizin önünde alabildiğine uzanan Grönland buzları erimeye devam ettikçe, yükselen sular Jetnil-Kijiner’in anayurdunu da boğacak. Bu değişimlerin sebebi olan karbonun yaklaşık üçte biri ABD’den kaynaklanıyor.
Tekne gezisinden birkaç gün sonra iki şairle ben, başka bir fiyorda gittiklerinde bilim insanlarına eşlik ettik. Burada buz örtüsündeki gerilemeyi ölçmek için kullanılan bir kameranın hafıza kartını değiştirmeleri gerekiyordu. İstasyona dönüş için uçuşumuza hazırlanırken dev bir buzul kütlesinin yüzeyinden 8 katlı bina büyüklüğünde bir parça koptu ve okyanus sularına gömüldü. Hiç böylesine güçlü bir olay görmemiştim: dev buz kütlesi karanlık sulara gömülürken dalgalar 6 metre yüksekliğe ulaştı. Aynı dalgaların Marshall Adalarının üstünden aştığını hayal edebilirsiniz. Hatta, buzların koca okyanusu kıl payı da olsa yükselttiğini – fırtınalı günlerde zaten sular altında kalan Mumbai sahillerinde veya Manhattan adasının güney ucunda, denizle arasında 50-60 santimetrelik bir duvardan başka hiçbir şey olmayan Battery Park’ta – hissedebilirsiniz neredeyse.
Dünya büzüşmeye başladı dediğimde işte tam da bunu anlatmaya çalışıyorum. Şimdiye dek insanlar, Afrika’da ilk ortaya çıkmalarından itibaren, önce yavaş yavaş, sonra da çok daha hızlı bir şekilde tüm dünyaya yayıldılar. Fakat şimdi, yaşanabilir topraklarımızı kısmen kaybetmeye başladığımız için, bir büzülme dönemine girmiş bulunuyoruz. Bu gerileme ve/ya ricat, zaman zaman hızlı ve şiddetli olacak. Yanan Kaliforniya kentlerini daracık yollar üzerinden tahliye etme çabası o kadar kargaşalı ve kaotikti ki birçok insan otomobillerinin içinde can verdi. Fakat bu çekilmenin büyük kısmı Yerkürenin sahil kesimleri boyunca başlayacak ve daha yavaş bir seyir izleyecek. Hasat tuzlanmadan dolayı yandığı için, her yıl 24 bin kişi Vietnam’ın o müthiş verimli Mekong Delta’sını terk ediyor. Alaska kıyıları boyunca deniz buzları eridiği için kasabaları, kentleri ve yerlilerin köylerini dalgalardan koruyacak hiçbir şey kalmıyor. Florida’da Michael Kasırgasının yerle bir ettiği Mexico Beach’de, bölge sakinlerinden biri Washington Post’a şunları söyledi: “Yaşlılar evlerini yeniden inşa edemezler, yaşları bu iş için çok ileri. Peki geriye kim kalacak? Kim onlara bakacak?”
Geçen yılın sonunda bir hafta boyunca dünyanın çeşitli yerlerinden gelen haberleri okudum: Louisiana’da devlet yetkilileri Meksika Körfezi’nin yükselen sularının tehdidi altındaki binlerce kişiye yeni yer bulma planının son hazırlıklarını yapmaktaydı (ve bir yetkili: “Herkes şu an bulunduğu yerde ve aynı şekilde yaşamaya devam edemeyecek, bu da yüzleşmesi çok zor ve sarsıcı bir gerçek” diyordu); Hawaii’de, yeni bir araştırmaya göre 60 kilometre uzunluğunda sahil yolu önümüzdeki birkaç onyıl içinde kullanılamaz hale gelecekti; ve 10 milyon nüfuslu Jakarta’da yükselen Java Denizi caddeleri sular altında bırakmıştı. 2018’in ilk günlerinde ise bir kuzeydoğulu fırtınası (nor’easter) Boston şehir merkezini sular altında bıraktı; çöp bidonları ve arabalar şehrin finans merkezinin caddelerinde yüzüyordu. Boston Belediye Başkanı Marty Walsh gazetecilere: “Eğer küresel ısınmadan şüphesi olan varsa, buyursun, su baskınlarının olduğu bölgeleri görsün” dedi ve ekledi: “Bu bölgeleri 30 yıl önce su basmıyordu.”
Birleşik Krallık Ulusal Oşinografi Merkezi’nin geçen yaz yaptığı bir araştırmaya göre, BM hedefleri tutturulamazsa, yükselen deniz seviyelerinin dünyaya vereceği zararın maliyeti 2100 yılına kadar 14 trilyon dolar olacak. Duke Üniversitesi’nden deniz seviyeleri uzmanı Orrin Pilkey’in, “Yükselen Denizden Kaçış” (Retreat from a Rising Sea) isimli kitabında yazdığı gibi: “Çok da uzak olmayan bir gelecekte, istesek de istemesek de dünyanın şehir dışındaki sahil şeritlerinin pek çoğundan geri çekilmek zorunda kalacağız. Ya hemen şimdi planlamaya girişir, bu geri çekilmeyi stratejik ve hesaplı bir şekilde gerçekleştirebiliriz, ya da bu konuda endişelenmeyi başka bir bahara bırakır, yıkıcı fırtınalara cevap olarak başıbozuk bir şekilde ricat ederiz. Başka bir deyişle, hesaplı kitaplı bir şekilde, metodik olarak olay mahallinden uzaklaşabilir, ya da panik halinde, darmadağın kaçışabiliriz.”
Geri çekileceğiz çekilmesine de, nereye gideceğimiz belli değil. Yükselen denizlerin yaptığı gibi, yükselen hararet de, yaşanabilir alanların sınırlarını daraltmaya başladı. Burada bu sefer, sahil şeritleri değil de, kıtaların ısınan iç kısımları söz konusu. 2000 yılından bu yana insanlık tarihinin en ölümcül 10 sıcak dalgasından 9’u buralarda gerçekleşti. Hindistan’da 1960’tan beri gerçekleşen hararet artışı (yaklaşık 0.55ºC ), ülkede sıcaklıktan kaynaklanan kitlesel ölümler görülmesi olasılığını % 150 artırdı. 2018 yazı, bazı yerlerde, şimdiye kadar ölçülmüş en yüksek sıcaklıkların görüldüğü yaz oldu. Haziran ayında birkaç gün boyunca Pakistan’ın ve İran’ın bazı kentlerinde sıcaklıklar 54ºC derecenin az üstünde seyretti ki bu, o zamana kadar güvenilir şekilde ölçülmüş en yüksek sıcaklıktı. Basra Körfezi ve Umman Körfezi kıyılarında, 37-38ºC olarak ölçülen harareti yüksek nem seviyeleri ile birleştiren aynı sıcak dalgası sonucunda oluşan sıcaklık endeksi (hissedilen sıcaklık) 60ºC idi. 26 Haziran, bir Umman şehrinde termometrelerin sabaha kadar 43ºC derecenin altına düşmeyen cıva seviyesi ile tarihin en sıcak gecesi oldu. Temmuz ayında Montreal’de bir sıcak dalgası 70’ten fazla kişinin ölümüne yol açtı, ve zaten her zaman ABD rekorlarını kıran Ölüm Vadisi, gezegenimizde görülmüş en sıcak ayı kaydetti. En yüksek sıcaklığı Afrika Haziran’da, Kore Yarımadası Temmuz’da, Avrupa ise Ağustos’ta gördü. The Times gazetesi, Cezayir’de bir petrol tesisi çalışanlarının sıcaklık 51ºC’ye yaklaştığında işi terk ettiğini bildirdi. İşçilerden biri gazetenin muhabirine: “Artık dayanamıyorduk, o sıcakta çalışmak imkânsızdı” dedi.
Burada bir yanılgı filan yok. Dünyanın bir kısmı artık insanlar için fazla sıcak hale geliyor. ABD’nin Ulusal Okyanus ve Atmosfer İdaresi’ne (NOAA) göre artan ısı ve nem, insanların açık havada yapabileceği iş miktarını %10 azaltmış durumda. 2050’ye kadar bu rakamın iki katına çıkması bekleniyor. On yıl kadar önce, hayatta kalınabilecek en yüksek “yaş termometre” (“wet bulb”) sıcaklığını belirlemeye çalışan Avustralyalı ve Amerikalı araştırmacılar, hararet 35º C’yi geçtiğinde, rutubet de % 90’ın üzerine çıktığında, “iyi havalandırılan gölgeliklerde” bile terlemenin yavaşladığını ve bu ortamda insanların en fazla “birkaç saat” hayatta kalabileceğini kanıtladılar – “kesin süre ise her bireyin kendi fizyolojisine bağlı olarak belirlenebiliyor”du.
Gezegen ısındıkça, 1,5 milyar kişinin (yani tüm insan nüfusunun beşte birinin) yaşadığı Hindistan, Pakistan, Bangladeş ve Kuzey Çin Ovası’nı içine alan hilal şeklindeki bölgenin önümüzdeki yarım yüzyıl içinde böyle sıcaklıklar görme riski yüksek. Bu bölgeyi kapsayan kuşakta, her nesilde ancak bir kez olan aşırı sıcak dalgalarının, yüzyıl sonunda “eşik değerlere birkaç hafta boyunca yaklaşan yıllık olaylar haline gelebileceği” ve bunun da “kıtlık ve kitlesel göçlere yol açabileceği” belirtiliyor. Eğer sera gazı salımları mevcut seviyelerinde seyretmeye devam ederse, şu anda yılda bir gün çok ağır rutubet ve hararet yaşayan tropik bölgeler, 2070 yılına doğru bu sorunu yılda 100 ilâ 250 gün boyunca yaşamayı bekleyebilir. Lamont - Doherty Dünya Gözlemevi’nde görev yapan iklim bilimci Radley Horton, daha o yıla gelmeden çoğu insanın “feci sorunlarla karşılaşacak” olduğunu söylüyor. Ve bu olayların etkilerinin “insan uğraşılarının tüm alanlarında – yani ekonomi, tarım, askeriye, eğlence ve dinlence faaliyetlerinde – büyük dönüşümler yaratacağını sözlerine ekliyor.
İnsanlar gezegeni pek çok diğer canlıyla paylaşıyor elbette. Yaşam alanlarını yok etmek suretiyle 1970’den bu yana dünya üzerindeki yaban hayatının % 60’ını ortadan kaldırmayı başardık; şimdi de yüksek sıcaklıklar durumu büsbütün kötüleştirmekte. Yeni bir araştırmanın sonuçlarına göre, zirvelerde yaşayan kuşların nesli tükeniyor; çünkü sıcaklıklar yükseldikçe bu kuşlar yüksek irtifalarda kendilerine uygun yaşama ortamı bulamaz hale geliyor. Biyolojik çeşitlilik açısından çok zengin olan mercan kayalıkları yakında şu andaki boyutlarının onda biri kadar kalabilir.
Fotoğraf: Reuters
Bazı insanlar nemden ve yükselen deniz seviyelerinden kaçarken, bazıları da yaşamalarına yetecek suyu bulabilmek için yer değiştirmek zorunda kalacak. 2017’nin sonlarında East Anglia Üniversitesi’nden Manoj Joshi’nin öncülüğünde yürütülen bir araştırma, sıcaklıkların 2050’ye kadar 2ºC artması halinde dünyanın dörtte birinin ciddi kuraklık ve çölleşme yaşayacağını ortaya koydu. İlk işaretler ortaya çıktı bile: Geçen yıl São Paulo’nun suyunun tükenmesine birkaç gün kalmıştı; aynı şey bu baharda Cape Town’da oldu. Almanya’da sonbaharda görülen rekor düzeydeki kuraklık Elbe nehrinin seviyesini 50 - 51 cm’nin altına düşürdü ve mısır rekoltesini % 40 azalttı. Potsdam İklim Etkilerini Araştırma Enstitüsü’nün yakın geçmişte yaptığı bir çalışma, ABD’nin tahıl kuşağında sıcaklığın 30ºC derece ve üzerinde gerçekleştiği gün sayısı arttıkça, mısır ve soya fasulyesi hasatının % 22 ilâ % 49 oranında azalacağını gösterdi. Dünyanın ekmek sepetlerinin (tahıl ambarlarının) altındaki yeraltı sularının çoğunu pompalama yoluyla zaten tüketmiş bulunuyoruz. Sulama olanakları da ortadan kalkınca, 1930’larda kuraklığın ve pullukla tarlaları derinden sürmenin yol açtığı “Dust Bowl” (Toz Çanağı) fenomeninin tekrarını yaşayabiliriz – üstelik bu kez çözüm olanağı da bulunmaksızın. 1930’larda bu olaydan mağdur olan yoksul Oklahomalılar (Okies) yerlerinden yurtlarından kaçıp kapağı Kaliforniya’ya atmışlardı, ama artık Kaliforniya da yemyeşil bir vaha değil. İçinde bulunduğumuz onyıl boyunca Altın Eyaleti kıskıvrak yakalayan rekor kuraklıkta 100 milyon ağaç öldü. Bilim insanlarının bu yılın başında uyardığı gibi, kurumuş dallar yangında alev dalgalarının hızla yayılmasına neden oluyor.
30 yıl önce bazıları, yükselen sıcaklıkların kutupları ABD’nin “Ortabatı”sına (Midwest) çevireceğini ve böylelikle insanlara yeni oyun alanları açacağına inanıyordu. 2012’de o zaman Exxon CEO’su olan Rex Tillerson’un şen şakrak bir havada söylediği gibi: “Hava olaylarındaki değişimler tarım mahsullerinin dünyada yer değiştirmesine neden olacak – bizler buna uyum sağlayabiliriz.” Fakat uzak Kuzey bölgelerinde zengin üst toprak yok; onun yerine toprak altı tabakasında sürekli don (permafrost) olayı var; bu duruma Kuzey Yarıkürenin beşte birinde raslanıyor. Permafrost eridikçe atmosfere daha da fazla karbon salıyor. Eriyen katman yolları çatlatıyor, evleri yana yatırıyor, ve ağaçların köklerini açığa çıkararak bilim insanlarının “sarhoş orman” dediği olgunun gerçekleşmesine neden oluyor. 2017’de ortak bir rapor yayınlayan 90 bilim insanı kutupların ısınmasının, içinde bulunduğumuz yüzyılda, 90 trilyon dolarlık ekonomik zarara neden olacağını açıkladı. Bu, Kuzeybatı Geçidi’nde buzların erimesi sonucu kısalacak deniz yollarının getirebileceği maddi tasarruf ve kazancın çok üstünde bir rakam.
Kanada’da Hudson Körfezi kıyısındaki Manitoba bölgesinin Churchill kasabası, ülkenin geri kalanına yalnızca tek bir tren hattı ile bağlanır. 2017 baharında rekor düzeyde sel baskınları olunca demiryolunun büyük bölümünü sular aldı götürdü. Tren hattının sahibi OmniTrax şirketi, hukukçuların “mücbir sebep” (“force majeure”) dediği durumun, yani kendi sorumluluk alanının dışında beklenmedik bir olayın gerçekleştiğini bildirerek devletle sözleşmesini iptal etmeye çalıştı. Temmuz ayında düzenlenen bir basın toplantısında firma mühendislerinden biri: “Bu iklim değişikliği çağında birşeyleri tamir etmek—evet aslında tamir ediliyor tabii, ama ne kadar dayanır onu bilemiyorsunuz işte” diyordu. Bu yaz Kanada hükümeti demiryolunu 117 milyon dolar – Churchill’in her sakini için yaklaşık 190 bin dolar – harcayarak yeniden açtı. Bu düzelmenin kalıcı olacağını düşünmek için hiçbir sebep yok. Dünyamızın daralmaya devam edeceğini düşünmek içinse sürüyle geçerli nedenimiz var.
Bütün bunlar tam da bilim insanlarının uyarılarına uygun biçimde, sadece onların söylediklerinden biraz daha hızlı gerçekleşti. Beklentileri karşılamayan en önemli şey, felakete verilen yanıtın yavaşlığı idi. İklim bilimci James Hansen 30 yıl önce ABD Kongresi’nde verdiği ifadede insan eliyle gerçekleşen iklim değişikliğinin tehlikelerine değinmişti. O zamandan bu yana karbon salımları (küresel resesyonun en kötü yılı olan 2009 dışında) her yıl arttı, ve son gelen verilere göre 2018’de de yeni bir rekor kırılacak. Basit atalet ve insanların kısa vadeli kazanımlara öncelik verme eğilimi bunda rol oynadıysa da asıl en yıkıcı katkı, açık ara ile fosil yakıt sektöründen geldi. Çevre yazarı Alex Steffen, “sürdürülemez ve adil olmayan sistemlerden arada para kazanabilmek için, gerçekte ihtiyaç duyulan değişimleri engelleme ya da yavaşlatma” edimini tarif etmek için “yağmacı geciktirme” deyimini icat etti. İnsanlık tarihinin en ağır sonuçlar veren aldatmacasını yapan petrol şirketlerinin davranışları, bunun başlıca örneği.
InsideClimate News ve Los Angeles Times muhabirlerinin 2015’ten bu yana yazdıkları gibi, dünyanın en büyük petrol şirketi Exxon, ürünlerinin iklim değişikliğine neden olduğunu Hansen’in ifadesinden 10 yıl önce anlamıştı. 1977 Temmuz ayında, Exxon’un kıdemli bilim insanlarından James F. Black, New York’ta şirketin üst düzey yöneticilerine sera etkisi ile ilgili ilk araştırmaları açıklayan bir konuşma yaptı. InsideClimate News’un ele geçirdiği konuşma kaydının yazılı versiyonunda Black şöyle demişti: “İnsanlığın küresel iklimi etkilemesinde en çok rol oynayan yöntemin, fosil yakıtların yanması ile karbondioksit yayılması olduğu konusunda genel bir bilimsel kanı var”. 1978’de şirket yöneticileri ile konuşan Black, tahminlerine göre atmosferdeki karbondioksit konsantrasyonunun iki katına çıkmasının, ortalama küresel sıcaklıkları 2 - 3º C derece (5.4 F) artıracağını, bu artışın kutup bölgelerinde 10ºC’ye (18ºF) kadar çıkabileceğini belirtmişti.
Exxon bu sorunu araştırmak için milyonlarca dolar harcadı. Okyanusların karbon fazlasını ne hızla emebileceğini ölçmek için Esso Atlantic isimli petrol tankerini CO2 detektörleri ile donattı, ve sofistike iklim modellemeleri hazırlamaları için matematikçiler tuttu. 1982’ye gelindiğinde şirketin ilk tahminlerinin bile muhtemelen çok düşük kalacağını gördüler. Yazdıkları özel şirket kitapçığında küresel ısınmayı ve “olası felaketleri” savuşturmak için “fosil yakıt yakılmasının ciddi ölçüde azaltılmasının gerekli” olduğunu yazdılar.
L.A. Times’ın yaptığı bir araştırma Exxon yöneticilerinin bu uyarıları ciddiye aldığını gösteriyor. Şirketin Kanada kolunda üst düzey bir araştırmacı olan Ken Croasdale, ısınmanın Exxon’un kutup operasyonları üzerindeki olumlu ve olumsuz etkilerini araştırmak için bir ekip kurdu. 1991’de sera gazlarının fosil yakıt tüketimi nedeniyle artmakta olduğunu gördüler. “Bu konuda kimsenin şüphesi yok” dedi Croasdale. Bir sonraki yıl “Küresel ısınma Beaufort Denizinde sondaj ve geliştirme maliyetini düşürmeye yarayacaktır ancak” diye yazdı. Kuzey Kutup bölgesinde petrol çıkartmak için sondaj yapılabilecek mevsimin 2 aydan 5 aya kadar uzayabileceği yolundaki öngörüsünde haklı çıktı. Aynı zamanda deniz seviyesindeki yükselmenin kıyı altyapılarını tehdit edeceğini ve açık denizdeki sondaj yapılarına zarar verecek büyük dalgalar oluşturacağını da belirtti. Çözülen permafrost tabakası bina ve boru hatlarının altındaki toprağın gevşeyip kaymasına sebep olabilirdi. Bu bulguların sonucunda, Exxon ve diğer büyük petrol şirketleri Kuzey Kutup bölgesinin iç kısımlarına ilerlemek üzere planlar yapmaya ve yükselen deniz seviyesinden korunmak için sondaj platformlarını daha yüksek güverteli olacak şekilde inşa etmeye başladılar.
Yapılan bu sunumların sonuçları çok şaşırtıcıydı. Exxon ve diğer şirketler Hansen gibi bilim insanlarının haklı olduğunu kabul etmekle kalmadılar; kutuplardaki sondaj maliyetlerinin ne kadar düşeceğini hesaplamak için Hansen’ın NASA iklim modellerini de kullandılar. Exxon ve onun akranı olan şirketler bildiklerini diğer insanlarla paylaşmış olsalardı, bugün jeoloji tarihinin manzarası bambaşka olurdu. İklim değişikliği sorunu çözülmüş olmazdı, ama kriz büyük olasılıkla şu an geriletilmekte olurdu. Dünyanın ozon tabakasını erozyona uğratan klor içerikli insan yapımı kimyasalları uluslararası alanda yasaklayan sözleşme 1989’da yürürlüğe girdi. Geçen ay araştırmacılar ozon tabakasının 2060 yılına kadar tamamen iyileşme yolunda olduğunu bildirdiler. Ama bu, kazanılması göreli olarak daha kolay bir mücadeleydi, zira söz konusu kimyasallar dünya ekonomisi açısından canalıcı önem taşımıyordu, ayrıca üreticilerin elinde bunları ikame edecek ürünler vardı. Küresel ısınmada ise suçlu, fosil yakıtlardı; yani dünyanın en fazla kazanç getiren nesneleri. O zaman, sorumlu şirketlerin yetkilileri de bambaşka bir yol izleyecekti.
L.A. Times gazetesinin ortaya çıkarttığı bir belge gösteriyor ki, Hansen’in ifadesinden bir ay sonra, 1988’de, Exxon’dan ismi açıklanmayan “bir halkla ilişkiler müdürü” şirket içi bir andıç yayınlayarak, şirketin iklim değişikliği ile ilgili bilimsel verilerdeki “belirsizliğe vurgu” yapmasını öneriyordu. Bunu takip eden birkaç yıl içinde Exxon, Chevron, Shell, Amoco ve diğerleri, küresel ısınma konusunda “uluslararası politika tartışmalarına şirketlerin katılımını koordine etmek” için oluşturulan Küresel İklim Koalisyonuna (Global Climate Coalition/GCC) katıldılar. GCC, Ulusal Kömür Birliği ve Amerika Petrol Enstitüsü ile birlikte, mektuplar ve telefon görüşmeleri yoluyla yürütülen bir kampanyaya girişti: Hedef, fosil yakıtlara vergi konmasını engellemekti. Koalisyon, ayrıca hazırladığı bir videoda daha fazla karbondioksitin bitkilerin büyümesini artırarak “dünyada açlığa son vereceğini” ısrarla belirtiyordu. Koalisyon, iklim değişikliğine yönelik ilk küresel girişim olan Kyoto Protokolüne karşı muhalefeti de bu tür çabalarla güçlendirdi.
Ekim 1997’de, Kyoto toplantısından iki ay önce, 1980’lerde iklim değişikliği bulgularını ortaya koyan bilimsel birimin yöneticiliğini yapmış olan Exxon’un başkanı ve CEO’su Lee Raymond, Pekin’deki Dünya Petrol Kongresinde, dünyanın aslında soğumakta olduğunu savunduğu bir konuşma yaptı. “Fosil yakıt salımlarını azaltmanın iklim üzerinde bir etki yaratabileceği fikri, aklıselime aykırı” dedi ve ekledi: “Politikaların şimdi veya 20 yıl sonra uygulanmasının, gelecek yüzyıl ortasındaki sıcaklıklara etki etmesi hayli olasılık dışı”. Oysa Exxon’un kendi bilim insanları bu önermelerin her birinin yanlış olduğunu kanıtlamıştı.
1997’de bir Aralık sabahı, Kyoto Kongre Merkezi’nde, bütün gece boyunca süren uzun müzakerelerden sonra, gelişmiş devletler iklim değişikliği üzerinde geçici bir anlaşmaya vardılar. Yorgun takım elbiseli delegeler koridorda koltuklara uzanmış ya da yerlere serilmiş uyukluyorlardı, ama çoğunun yüzü gülüyordu. Varılan anlaşma her ne kadar eksik ve sınırlı da olsa, iklim değişikliği ile mücadele ivme kazanmış gibi görünüyordu. Ama ben sevinç içinde tezahürat yapan, el çırpan delegeleri izlerken, işin başından beri anlaşmaya karşı hareketin büyük kısmını koordine etmiş olan Amerikalı bir lobici bana döndü ve şöyle dedi: “Washington’a dönmeyi sabırsızlıkla bekliyorum, orada bu konu kontrolümüz altında.”
Haklıydı. 29 Ocak 2001’de, George W. Bush başkanlık yeminini ettikten dokuz gün sonra, Lee Raymond, dev petrol sondaj şirketi Halliburton’un CEO’luğundan yeni ayrılmış olan eski dostu, ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney’i ziyaret etti. Cheney de Bush’u, seçim kampanyasında ilan ettiği karbondioksiti çevre kirletici bir madde olarak kabul etme taahhüdünden vazgeçmeye ikna etti. Bir yıl içinde, Bush’un Cumhuriyetçi danışmanlarından Frank Luntz, Küresel İklim Koalisyonu’nun (GCC) on yıl önce başlattığı stratejiyi doktrin haline getiren hükümet içi bir andıç yayınlamakta gecikmedi. Merkezi Washington’da bulunan Çevre Çalışma Grubu adlı sivil toplum kuruluşunun ele geçirdiği bu andıçta Luntz şöyle diyordu: “Oy verenler, bilim camiasında küresel ısınma hakkında bir fikir birliği olmadığına inanıyor. Eğer halk bilimsel meseleler üzerinde anlaşma sağlandığına inanırsa, küresel ısınma ile ilgili görüşleri değişecektir. Dolayısıyla, bilimsel kesinlik olmadığını, bu tartışmanın başlıca dayanağı yapmaya devam etmelisiniz.”
Halkın iklim bilimi ile ilgili izlenimlerini bulandırma stratejisi son derece etkili oldu. 2017’de yapılan kamuoyu araştırmaları, Amerikalıların neredeyse % 90’ının, küresel ısınma konusunda bilim dünyasında fikir birliği olduğunu bilmediğini gösterdi. Raymond 2006’da şirket tarihinin en büyük kârını açıkladıktan sonra emekli olduğunda, kendisinin nihai yıllık ücreti 400 milyon dolardı. Halefi Rex Tillerson, buzları hızla çözülen Rusya Kutup bölgesinde petrol aramak için 500 milyar dolar tutarında bir anlaşma imzalamakta gecikmedi ve 2012’de Rusya’nın Dostu Nişanı’nı aldı. Tillerson, 2016’da Dışişleri Bakanı olarak kısa bir süreliğine Trump’ın kabinesine katılmadan önce şirketin son hissedarlar toplantısında şöyle demişti: “İnsanlar ister istesin, ister istemesin, dünya fosil yakıt kullanmaya devam etmek zorunda.”
Exxon’un bu aldatmacasının ve gerçekleri karartmasının yasadışı olup olmadığı belli değil. Şirket uzun süredir “iklim değişikliği ile ilgili bilimsel fikir birliğinin izinden gittiğini, bu konuda yaptırdığı araştırmalarının da halka açık hakemli dergilerde yayınlandığını” ifade ediyor. ABD Anayasası’nın Birinci Düzenlemesi (First Amendment) kişilerin yalan söyleme hakkını koruma altına almış olsa da, bu yılın Ekim ayında New York Eyaleti Başsavcısı Barbara D. Underwood, yatırımcılara yalan söyleme suçundan Exxon’a dava açtı – ve evet, bu bir suç teşkil eder. Kesin olan şu ki petrol endüstrisinin bu kampanyası, bütün bir neslin iklim değişikliği ile mücadelede canalıcı fark yaratabilecek emeklerinin heba olmasına yol açtı.
Exxon’un tavrı her ne kadar şoke edici olsa da tamamen şaşırtıcı sayılmaz.. Philip Morris de, dev tütün şirketlerine (Big Tobacco) karşı devlet tavır almadan önce, sigara içmenin etkileri hakkında yalan söylemişti. Tarihçilerin açığa çıkartması gereken asıl muamma ise şu olacak: Acaba yönetişim ve kültürümüzde nasıl büyük bir arıza var ki, fosil yakıt endüstrisine karşı çıkmak için esasında parmağımızı bile kıpırdatmadık.
Fotoğraf: coub.com
Ataletimizin arkasında şüphesiz yüzlerce zihinsel, psikolojik ve politik sebep yatıyor; ama yine de Rusya göçmeni romancı Ayn Rand’in etkisinin bunda bir rol oynamış olabileceğini düşünmeden edemiyorum doğrusu. Paul Ryan, Tillerson, Mike Pompeo, Andrew Puzder ve Donald Trump gibi pek çok Amerikalı politikacı ve ayrıca pek çok ekonomist, Rand’in savunduğu şu “bencilliğin erdemi” ve dizginlenmemiş kapitalizm kavramlarına hayran. Trump, en sevdiği kitabın “The Fountainhead” (“Hayatın Kaynağı”) olduğunu, bu kitabın “şirketlere ve güzelliğe ve hayata ve derin duygulara ilişkin” olduğunu söylemiş ve eklemişti: “O kitap ... herşeye ilişkindir.” Rand’in 1982’deki ölümünün üzerinden uzun zaman geçse de, romanın liberter söylemi ve libertaryenlik methiyeleri günümüz politikaları üzerindeki hükümranlığını sürdürüyor. Devlet kötüdür. Dayanışma bir tuzaktır. Vergi hırsızlıktır. Devasa zenginliğini büyük ölçüde madenciliğe, petrol ve doğal gaz rafineri faaliyetlerine borçlu olan Koch biraderler de benzer bir mesajın tellallığını yaptılar, Exxon’un fonladığı Küresel İklim Koalisyonu gibi kuruluşların 1980’li yılların sonlarında giriştiği hakikati karartma uğraşılarını iyice yaygınlaştırdılar.
Çoğu Koch’larla bağlantılı grupların başını çektiği fosil yakıt ve elektrik altyapı şirketleri değişime büyük direnç gösterdi. Kansas’ta Koch yandaşları yenilenebilir enerji konusunda belirlenmiş hedeflerin zorunlu olmaktan çıkarılıp gönüllü taahhütlere dönüştürülmesi çabalarına destek verdi. Wisconsin’de vali Scott Walker yönetimi eyalet tapu ve kadastro yetkililerinin iklim değişikliği hakkında konuşmasını yasakladı. Kuzey Carolina’da eyalet yasama organı, gayrimenkul piyasası menfaatleri ile elbirliği yaptı, sahil planlama sürecinde politika yapıcıların deniz seviyesinin yükselmesine ilişkin bilimsel öngörü ve tahminleri kullanmasını fiilen yasakladı. Bu yılın başında Koch cephesinin en önemli gruplarından Americans for Prosperity (Refah İçin Amerikalılar), Tennessee’de yeni otobüs güzergâhları ve hafif raylı sistem yapılması planlarına karşı kampanya başlatırken kullandığı gerekçe, bu planların insanların özgürlüklerini kısıtladığı idi. Grup sözcüsü hanımefendi kampanyanın hedefini açıklarken: “Eğer kişi istediği yere gitmekte, istediği şeyi yapmakta özgürse, toplu taşımayı tercih etmeyecektir” diyordu. Florida’da yenilenebilir enerjiye teşvik verilmesine karşı verilen bir önergede itirazın gerekçesi olarak da “Elektrik Tüketicilerinin Güneş Enerjisi Tercihine İlişkin İtiraz Hakları”nı dile getiriyordu.
Bu tür çabalar, Amerika’da konut tipi güneş paneli kullanımının, Başkan Trump 2018 Mart’ında güneş panellerine %30 vergi uygulamaya başlamadan önce, daha 2017’den itibaren neden durma noktasına geldiğini ve ABD’de güneş enerjisi sektöründe istihdamın, sektörün gelişmeye başladığı on yıl öncesinden bu yana neden ilk kez düştüğünü açıklıyor. Bu yılın Şubat ayında – bir zamanlar iki ayrı suçtan yargılandığı ve sonunda serbest bırakıldığı davada kendi duruşmasını sırf Koch biraderlerin düzenlediği bir etkinliğe katılabilmek için kaçırmış birisi olan – Rick Perry, Enerji Bakanı olarak kendi bakanlığında yayınladığı genelgede ABD’nin mevcut seviyelerde karbon salımı yapmaya 2050 yılına kadar devam edeceği öngörüsünde bulundu; bu da, eğer 1.5°C hedefine uyum sağlamayı planlıyorsak, gezegenin geriye kalan karbon bütçesinin tamamını ABD’nin tek başına kullanacağı anlamına gelir. Perry 2017’de basına yaptığı bir açıklamada: “Bilim dünyasında fikir birliği varsa, bundan şüphe duymamız, entelektüel sorumluluğa sahip bilge bireyler olduğumuzu gösterir” demişti zaten.
Çevre konusunda Trump yönetiminin gerçekleştirdiği tüm geriye gidişler arasında en yıkıcı olanı, yönetimin geçen yıl Paris İklim anlaşmasından çekilme kararı alması oldu. Bu karar, tarihsel açıdan ele alındığında en büyük tek karbon salım kaynağı olan ABD’yi, aynı zamanda uluslararası karbon salım kontrolü çabalarına katılmayan yegâne ülke durumuna da getirmiş oldu. Washington Post’un bildirdiği gibi, bu karar ortaklaşa yapılmış bir girişimin sonucuydu. Karardan sorumlu hükümet karşıtı ideologlar ve fosil yakıt lobicileri arasında Myron Ebell de vardı ve kendisi, geri çekilme kararı açıklanırken Beyaz Ev’deki Gül Bahçesi’nde Trump’ın yanı başındaydı. Ebell ayrıca Cumhuriyetçiler tarafından kurulmuş olan Frontiers of Freedom (Özgürlüğün Sınırları) adlı kuruluşta tütün endüstrisini desteklemek amacıyla “karmaşık bir etki kampanyası” yürütülmesine de yardımcı olmuştu. Ebell, “sınırlı hükümet, serbest girişim, ve bireysel özgürlük” ilkelerini desteklemek amacıyla 1984’te kurulmuş olan Rekabetçi Girişim Enstitüsü’nün (Competitive Enterprise Institute/CEI) bir direktörü. Bu kurum aynı zamanda Ebell’in yönetim kurulu başkanı olduğu ve “küresel ısınma hakkındaki gerçekleri ortaya çıkartmak amacıyla gayrıresmi ve geçici biçimde” kurulmuş olan Cooler Heads Coalition (Soğukanlılar Koalisyonu) adlı kuruluşu da destekliyor. Yine önemli iki kuruluş Heartland Institute (Anayurt Enstitüsü) ve Koch biraderlere ait Americans for Prosperity (Refah İçin Amerikalılar) adlı gruplar da Paris Anlaşması’ndan çekilme kararında rol oynamıştı. Bu gruplar, Trump seçildikten sonra ona bir mektup yollayarak, kampanyasında verdiği sözü, ABD’yi anlaşmadan çıkartma sözünü hatırlattılar. CEI, hazırladığı bir TV spotunda: “Sayın Başkan bataklığa kulak asma. Sözünü tut!” dedi – ve Trump da danışmanlarının birçoğundan gelen itirazlara rağmen, bunu yaptı. Koalisyon tam da ülke olarak küresel ısınmaya karşı çabalarımızı hızlandırmamız gereken anda gücünü bizi yavaşlatmak için kullandı. Bunun sonucunda, bir ülkenin yarım yüzyıldır yürüttüğü kendine özgü politikaları, yeryüzünün jeolojik tarihini değiştirmiş olacak.
Kendi kendimizi yok etme yoluna girmiş bulunuyoruz; yine de kaderimiz asla kaçınılmaz değil. Güneş panelleri ve rüzgâr türbinleri şu anda enerji üretmenin en düşük maliyetli yöntemleri. Enerji depolayan akümülatörler eskisinden çok daha ucuz ve verimli. İstesek gayet hızlı hareket edebiliriz; yeter ki küresel ölçekte dayanışma ve işbirliğine girmeye karar verelim. Bunun gerçekleşme olasılığı düşük görünüyor. ABD’den sonra dünyanın ikinci büyük petrol devleti olan Rusya’da, Vladimir Putin “iklim değişikliğinin yeryüzündeki bazı küresel döngülere, hatta gezegen boyutunda döngülere bağlı olabileceğine” inanıyor. Dünyanın üçüncü büyük petrol devleti olan Suudi Arabistan, son IPCC raporunu sulandırmak için çok uğraştı. Brezilya’nın yeni seçilen Başkanı Jair Bolsonaro, dünyanın en büyük yağmur ormanı olan Amazon Ormanlarının yok oluşunu çarpıcı biçimde hızlandıracak kurumsal politikaları yürürlüğe koyacağına and içti. Bu sırada Exxon da yakın zaman önce bir açıklama yaparak, ton başına 40 dolar tutarında bir karbon vergisini engellemek için bir milyon dolar harcayacağını duyurdu – ki bu rakam şirketin her ay yeni petrol ve gaz aramak için ayırdığı bütçenin yaklaşık yüzde biri. – Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) raporunu yazan bilim insanlarından bazıları, bir basın toplantısında, bu kadar geç bir aşamaya gelinmişken bu verginin yeterli etki yapacağının düşünülmüş olmasına yüksek sesle güldüler.
Hızlı değişim, ancak ve ancak, insanlar Zeitgeist’ı (zamanın ruhunu) değiştirecek kadar büyük çaplı hareketler içinde bir araya gelebilirlerse sağlanabilir. Son birkaç yıl içinde, kaydedilen ilerlemenin yavaşlığından ben de ümitsizliğe kapıldım ve, Büyük Petrol aldatmacasına dikkat çekmek ve boru hatlarını protesto etmek isteyen pek çok insanla birlikte eylemlere katıldım. Hareket büyüyor. Paris iklim görüşmelerinden önce 400.000 kişinin New York sokaklarında yürüdüğü 2015’ten bu yana, – sıklıkla yerli gruplarının ve iklim değişikliğinin cephe hattında yaşayan halk topluluklarının başını çektiği – aktivistler boru hatlarını bloke etti, yeni kömür madenlerinin açılmasını durdurmaya girişti, büyük petrol şirketlerinin ABD’nin Kutup Bölgesinden uzak tutulmasına yardımcı oldu, ve düzinelerce kenti yüzde yüz yenilenebilir enerjiye geçme taahhüdünde bulunmaya ikna etti.
Bu mücadelelerin hepsi, endüstrinin kendi kârlarını azami kılma ve değişimi engelleme yolundaki bitmez tükenmez kampanyalarının gölgesinde verildi. Geçen ay Washington Eyaletinde seçimlere katılanlar, işin başında, ülkenin ilk karbon vergisini yürürlüğe koyacak olan kanun tasarısını onaylamaya hazırdı – hatta bu küçük vergi Bill Gates gibi şahıslardan da destek görmüştü. Ne var ki, büyük petrol şirketleri rekor miktarda paralar harcayarak bu kanunun geçmesini engelledi. Colorado’da yine ufak bir referandum, hidrolik kırma ile petrol elde eden şirketleri ev ve okulların yakınında kuyu açmaktan vazgeçmeye zorlayacaktı; fakat petrol endüstrisi yurttaş gruplarına kıyasla 40 kat fazla para harcayarak bunu da engelledi. Geçtiğimiz sonbaharda California’da eyalet meclisindeki yasa yapıcılar 2045 itibarıyla sadece yenilenebilir enerji kullanma taahhüdü verdiler. Bu, dünyanın 5. büyük ekonomisi olan bu eyalet için büyük bir zaferdi. Fakat vali, eyaletin astım oranları yüksek büyük şehirlerinde bile yeni petrol kuyularına ruhsat vermekten vazgeçmeyi kabul etmedi.
Bu arada yeni aktivizm türleri pıtrak gibi ortaya çıkmaya devam ediyor. Sonbaharda İsveç’te Greta Thunberg isimli 15 yaşında bir kız çocuğunun başlattığı tek kişilik okul boykotu, tüm İskandinavya’da konuya dikkat çekmeyi başardı. Ekim sonunda Extinction Rebellion (Yokoluş İsyanı) adlı yeni bir Britanyalı grup, bir sivil itaatsizlik kampanyası için planlarını açıkladı. Grubun ismi hem karanlık bilimsel bulguları, hem de potansiyel olarak cesur ve canlı bir karşı koyuşu içeriyor. Kasım sonlarında [ABD Temsilciler Meclisi Başkanı] Nancy Pelosi’nin ofisinde oturma eylemi düzenleyen aktivistler Demokratların yenilenebilir enerji sektöründe istihdam yaratacak şekilde iklim değişikliğini ele alacak bir “Yeni Yeşil Düzen”i (New Green Deal) kabul etmesini talep ediyorlardı. Aktivistlerden 51’i gözaltına alındı. Bu gençler siyasi başarı potansiyeli yüksek bir konu seçmiş olabilirler: Birçok kamuoyu araştırmasının sonucuna göre Cumhuriyetçiler bile güneş panellerine daha fazla devlet desteği verilmesini destekliyor. Bu destansı bir mücadele ve kimin kazanacağı belli değil. Eğer 2 derece hedefini ıskalarsak, sıcaklığın önce 3, sonra da 4 derece artmasını önlemek için mücadele etmemiz gerekecek. Cehenneme doğru inen yürüyen merdiven uzun mu uzun.
Fotoğraf: NASA
Geçen Haziran’da, Elon Musk’ın Falcon 9 (Şahin 9) roketinin fırlatılmasını izlemek için Cape Canaveral’a gittim. Fırlatma ânı geldiğinde herşey tam da hayal ettiğim gibi oldu: roketin kalkışına birkaç dakika kala buhar bulutları çıkmaya başladı, son derece parlak bir alev sütunu fışkırdı. Roket dikkat çekecek yavaşlıkla yükselmeye başladı; yer çekiminin kuvveti roketin motorlarının gücüne yenik düşüyordu. Bu, insanlığın ürettiği en hayranlık uyandırıcı teknolojik gösteri.
Musk, Jeff Bezos ve Richard Branson, insanların barınabileceği alanları genişletme konusunda son bir gayretle servetlerinin bir kısmını uzay yolculuğuna harcayan milyarderlerden bazıları. Stephen Hawking 2016 Kasım’ında, insanlığa Yeryüzünü terk etmek için bin yıllık bir mühlet vermişti. Bundan altı ay sonra, bu süreyi yüz yıl olarak revize etti. Haziran 2017’de hitap ettiği bir gruba, uzaya yayılmanın bizi kendimizden kurtarabilecek tek şey olabileceğini söyledi ve şöyle devam etti: “Yeryüzü o kadar çok yönden tehdit altında bulunuyor ki benim için iyimser olmak çok zor.”
Ama enkazdan çıkmak, neredeyse tamamen ham bir hayalden ibaret. Astronotlar Mars’a kadar olan 55 milyon kilometrelik mesafeyi aşabilseler bile, orada hayatta kalabilmek için yeraltına inmek zorunda kalacaklar. Peki hangi amaca hizmet için? 1991’de ABD’nin Güneybatı çöllerinde bir “canküre” (biyosfer) oluşturmak için harcanan mülti milyon dolarlık çabalar tam bir hüsranla sonuçlandı. Mars’ta insanların koloniler kurması üzerine bir roman üçlemesi yazmış olan Kim Stanley Robinson, geçtiğimiz günlerde bu tür projeleri birer “ahlaki tehlike” olarak nitelendirdi ve şöyle dedi: “İnsanlar burada yani Yeryüzünde işleri berbat edersek, her zaman Mars’a veya yıldızlara kaçabiliriz diye düşünüyor. Bu, habis bir düşünce.”
Gezegenler arası kolonileşme rüyası, bizi şu an üstünde yaşamakta olduğumuz gezegenin dayanılmaz güzelliğini takdir etmekten de alıkoyuyor. Roketin fırlatılmasından önceki gün, NASA’nın halkla ilişkiler yetkilisi Greg Harland ve biyolog Don Dankert ile birlikte, Kennedy Uzay Merkezi’nin geniş arazisinde bir tura katıldım. Diğer NASA yetkilileri, küresel ısınma konusunu açmamam konusunda beni daha önce uyarmışlardı; ama zaten Ay’a giden Apollo misyonlarının fırlatıldığı, ve gelecekteki muhtemel Mars misyonlarının da başlayacağı yer olan 39 numaralı fırlatma merkezine bakan bir kum tepesinin üzerine tırmandığımızda, NASA’nın durumunun vahameti de tabak gibi ortaya çıkıverdi. Fırlatma rampası okyanusa çeyrek mil (400 - 500 metre) uzaklıkta – burası birşeylerin ters gitmesi halinde roketlerin denize düşmesi için seçilmiş mükemmel bir konum. Ama şimdi artık o kadar da mükemmel sayılmaz doğrusu; çünkü deniz seviyesi yükselmekte. NASA yüzyılın başından itibaren bu konuda endişelenmeye başlamış ve bir Kumul Kırılganlık Ekibi (Dune Vulnerability Team) kurmuş.
2011’de, birkaç yüz mil uzakta olsa bile, Sandy Kasırgası, Uzay Merkezinin Atlas Okyanusu kıyı şeridindeki kumulların oluşturduğu bariyeri aşacak büyüklükte dalgalar oluşturmuş, roket fırlatma tesislerini suların basmasına da ramak kalmıştı. Dankert, yakınlardaki bir Hava Kuvvetleri üssünden milyonlarca metreküp kum getirtmiş ve kumu yerinde tutmak için de oraya 180 bin yerel bodur ağaç dikilmesini sağlamış. Şu ana kadar yeni kum tepeleri fırtına ve kasırgalara pek boyun eğmemiş görünüyor. Fakat beni kum tepelerinden daha fazla etkileyen şey, insanların içinde bulundukları araziye duydukları derin saygı ve takdir hisleri oldu. Harland: “Kennedy Uzay Merkezi, bu araziyi Merritt Adası Vahşi Yaşam Barınağı ile paylaşıyor, biz kendi endüstriyel amaçlarımız için arazinin yüzde 10’dan daha az bir bölümünü kullanıyoruz” diyor.
Dankert: “Sahile baktığınızda 1870’lerin Florida’sını görüyorsunuz; burası Atlantik Sahil şeridindeki en uzun el değmemiş alan” diyor. Ve ekliyor: “Biz bir yaban hayat barınağının ortalık yerinden uzaya insan gönderiyoruz. Bu inanılmaz bir şey.”
Harland’la Dankert uzun uzadıya en sevdikleri yerel canlı türlerini anlatıyorlar bana: Okyanus yüzeyinde seke seke gezen kahverengi pelikanlar, Florida çalı kargaları... Kum tepelerini yeniden inşa ederken düzinelerce gopher kaplumbağasını dikkatli bir şekilde kova tuzaklarla yakalayıp özenle yeni yerlerine taşınmalarını sağlamışlar. Oradan ayrılmadan önce beni arabayla yarım saatlik bir yolda bataklıktan geçirerek Uzay Merkezi’nin ana binası yakınlarında bir gölete götürdüler; sırf oradaki timsahları bana göstermek için. Hayvanların tehditkâr burunları suyun altından görünüyordu. Ama asıl ilgimi çeken şey, timsahların bir evcil hayvan değil, yerel bir canlı türü olduğunu açıklayan tabelalar oldu. Göletin her köşesine koydukları tabelalarda şöyle yazıyordu: “Suya herhangi bir sebeple yiyecek atmak, timsahların insanlara alışmasına, ve muhtemelen tehlikeli hale gelmesine neden olur. Bunun sonucunda da timsahların buradan alınıp yok edilmeleri gerekir.”
Tabela olayındaki birşey beni derinden etkiledi. Aslında bu göleti zehirlemek çok kolay bir iş olurdu; aynı şekilde, kaplumbağaları zerrece dikkate almadan kum tepelerini buldozerle dümdüz etmek de gayet kolay olurdu. Ama NASA böyle yapmamıştı. Bizi biz yapan, kim olduğumuzu gittikçe daha iyi kavramamızı sağlayan upuzun bir dizi yasa nedeniyle bunu yapmamışlardı. Batı dünyasının yetiştirdiği ilk çevrecilerden biri olan John Muir, 1867’de Kentucky eyaletinin Louisville kentinden yola çıkıp Florida’ya kadar yürümüştü. Bu yolculuk onun, insan olmanın anlamına dair o ezber bozan zındıkça düşüncelerinin ilham kaynağı oldu. Muir günlüğüne şöyle yazmıştı: “Bize öğretilen, dünyanın özellikle insanoğlu için yaratıldığı. Ama bu varsayım tüm olgular tarafından desteklenmiyor. Birçok insan, Tanrı’nın evreninde, yiyemeyeceği, ya da bir şekilde kendine fayda çıkaramayacağı, canlı ya da ölü herhangi bir şey bulduğunda neye uğradığını şaşırıyor.” Bu benmerkezciliğin yanlış bir düşünce olduğuna dair Muir’in gösterdiği kanıt, Florida bataklıklarında kamp yaparken yakınlarda kükremelerini duyduğu, ve insanlara genellikle sorun çıkardığı besbelli olan timsahlardı. Muir aslında bu hayvanların harika yaratıklar olduğuna karar verdi – araziye mükemmelen uyum sağlamış muhteşem canlılardı onlar. “Onları kendi evlerinde gördüğümden beri timsahlar hakkında artık çok daha iyi şeyler düşünüyorum” diye yazdığı günlüğünde bu yaratıklara doğrudan hitap ederek şöyle sesleniyordu: “Ey, kadim neslin büyük kertenkele atasının saygıdeğer temsilcileri, nilüferlerden ve suya dalışlarınızdan aldığınız keyif, ömrü hayatınızda bir an bile eksik olmasın. Arada sırada da, bir ağız dolusu korkudan ödü patlamış leziz insan etiyle kendinizi kutsayın, e mi?”
O akşam Harland ve Dankert, plajı bulabilmem için bana kabataslak bir harita çizdiler. Bu plaj Patrick Hava Kuvvetleri Üssü’nün kuzeyinde ve 1965’te Barbara Eden’in “I Dream Of Jeannie” (Jeannie’yi Düşlüyorum) dizisinin giriş bölümünde şişesinden çıkıp astronotunu selamladığı noktanın da güneyindeydi. Orada roketin fırlatılışına kadar beklersem, şafak sökmeden önceki saatlerde, sahile yumurtalarını bırakmaya gelen bir caretta caretta kaplumbağası görebileceğimi söylediler. Ben de gidip onların dedikleri gibi yaptım ve kuma oturdum. Plajda in cin top oynuyordu, ve orada, neredeyse dolunay olmuş bir ayın ışığında, bir kaplumbağanın denizden çıkıp lambur lumbur yürüyerek kum tepesinin yanına gelişini izledim. Kaplumbağa orada güçlü bacaklarıyla bir çukur kazdı. Bir saat boyunca çabalayıp yumurtalarını bıraktı. Ağır solukları, dalgaların fısıltısı arasında otuz metre uzaktan bile duyuluyordu. Kablumbağa, yumurtalarının üstünü örttü ve sonra da, kendisinden öncekilerin 120 milyon yıldır yaptığı gibi, ağır ve emin adımlarla okyanusa döndü.
(The New Yorker dergisinin 26 kasım 2018 tarihli sayısında “Life on a Shrinking Planet” başlığıyla yayınlanmıştır)
Çeviren: Tanyeli Demirer, İntegris Çeviri
Editör: Ömer Madra