Meeting Jim, İngiltere’de altmışlı yıllarda Richard Demarco ile öncü ve radikal Traverse Tiyatrosu’nu, ardından “underground” pop kulübü U.F.O.’yu ve London Arts Lab’i kuran; Edinborough’da Fringe festivalini başlatmış bir “karşı-kültür ikonu” Jim Haynes hakkında bir belgesel.
Belgeselin yönetmeni ve yapımcıları Ece Ger ve Nina Spilger’le Ayvalık Başka Sinema Film Festivali gösterim sırasında bir araya gelip; Jim Haynes ve fikirleri hakkında söyleştik: uluslararası 68 karşı-kültürünün mensubu Jim kendi atölyesinde bir “Dünya Pasaportu” basar ve bunu binlerce insanın kullanımını açar – böylece dünyanın dört bir yanındaki insanların birbirleri ile temaslarını kolaylaşacaktır, Jim’e göre “insanlar birbirlerini tanıdıkça, dünya daha iyi bir yer olacaktır”. Pasaport uzunca bir süre gerçekten kullanıldıktan sonra, tabii ki polisin müdahalesi ile iptal edilir. Jim Haynes 40 yıla yakın bir süredir Paris’teki evinde düzenli olarak her pazar herkese açık ve ücretsiz yemekler düzenlemektedir; bugüne kadar 130 bin kişinin ağırlandığı bu etkinlerin tek amacı insanların bir araya gelmesi – tam da bu yüzden The Guardian gazetesi 83 yaşındaki Jim Haynes’i “networking’in babası” olarak niteler.
Ömer Madra’yla birlikte, Ece ve Nina’ya mikrofon uzatıyoruz.
**
İlksen Mavituna: Meeting Jim prodüksiyonun uluslararası olma özelliğini vurgulayarak başlamak iyi olur diye düşünüyorum; bir tercih mi idi bu, yoksa işler yolda mı bu şekilde gelişti? Bunun yanı sıra, uluslararasılık sizce ürünü nasıl etkiledi?
Ece Ger: Bir tercih söz konusu idi ama biraz da spontane oldu. Jim hakkında bir film yapmaya karar verdiğimde, Jim’i ve evdeki atmosferi tanımış olan kişilerle çalışmak istedim. Bu yolculukta benimle olması için gittiğim ilk kişi İspanyol prodüktörüm Marta Benavides ve görüntü yönetmenim Gigi DellaTore oldu (Gilliam adı ama biz “Cici” diyoruz). Ardından sesçimiz ve ortak yapımcı Oğuzhan geldi; o da Jim’i ve yemeklerini biliyordu, hatta kendi doğum günlerinden birini Jim’de kutlamıştı ve “aura”ya çok hakimdi. Yani bir tür seçim var işin içinde, ama yine de çok hızlı ve spontane bir karar sonucu oldu her şey.
İlksen Mavituna: Bu manada yıllardır uluslararası bir cemiyet, bir topluluk kurmaya çalışan Jim’in Paris’te yaptığı şeye de benziyor filminiz.
Ece Ger: Evet, sonra da zaten İngiltere ve Almanya’daki prodüktörlerimiz dahil oldu. Bir odada dört-beş dil konuşulmasının her zaman daha renkli ve daha kışkırtıcı bir şey olduğunu düşünmüşümdür, zira böyle yerlerde birbirimizden pek çok şey öğreniriz.
İlksen Mavituna: Peki, Nina sen neler söylemek istersin projeye dahlinizle ilgili.
Nina Spilger: Alman prodüksiyon ekibi bir parça geç katıldı işe. Yakın çalışma arkadaşlarımdan biri tanıyordu Jim’i ve onun hakkında ne zamandır bir film yapmak istiyordu. Sonra Ece ile tanışıp, onun filme olan yaklaşımından etkilenince – filme dahil olmak, birikimimizi aktarmak ve bir katkı sunmak istedik hemen. Şahsen ben de Ece gibi, başka kültürlerden ve ülkelerden insanlarla çalışmaktan çok keyif alıyorum. Herkes başka bir şey getirebiliyor ortaya; böyle çok kültürlü bir grupla çalışınca her şey daha ilginç, daha derin ve daha renkli oluyor.
İlksen Mavituna: Ece, sen bir projeye ya da bir işe dahil olmak için temel bir faktör olduğunu, bir filme başlamak için “gereken heyecan”dan bahsettin. Yeni bir şeye başlamak için önce heyecan duymam gerek demiştin bir seferinde. Jim’de ve Jim’in hikayesinde seni heyecanlandıran şey ne oldu?
Ece Ger: Dünyada çaresizce bir umut arıyordum. Ve Jim’le karşılaştım.
İlksen Mavituna: Tamam o zaman o hikayeyi anlat biraz. Nasıl kendini bir Jim Haynes yemeğinde buldun.
Ece Ger: Aslına bakarsan, Jim’le tanışmam onun yemeklerine katılmamdan önce idi. Üniversite’deki hocalarımdan biri okula gelen bir ziyaretçi profesöre kısa filmleri göndermiş – neden tam bilmiyorum – sonra o da bana, bugün birisiyle tanışacağım ve galiba senin de bir biçimde bu kişiyle tanışman gerekiyor, dedi. Kabul ettim ama neden oraya gittiğim hakkında hiçbir fikrim yoktu. Strese girdim. Allah’ım bu aksanla nasıl konuşacağım? Nerede duracağım? Sonra Jim’in kapısını çaldık. İçeriden sesi geldi: gelin gelin! Kapıyı itip girdik – kapı asla kilitlenmez Jim’de – ve karşımızdaydı. Her şey çok kolay ve huzurlu oldu. Eve girer girmez, bir şeylerin farklı olduğu barizdi; zira çok rahatlamıştım. Normal durum değildir bu. Başka türlü hissederim normalde ama kolay ve huzurlu idi her şey. Ev selamlaşan insanlarla doluydu. Doğaldı her şey.
Ömer Madra: Peki Jim, “selam, seni seviyorum” da dedi mi?
Ece Ger: Hayır şöyle dedi: “selam muhteşem şey!”
İlksen Mavituna: Ve her şey böyle başladı...
Ece Ger: Hikayeme çok ilgi duydu. Hemen filmlerimi alıp, izledi. Sonra fikirleri ile geri döndü. Çok şaşırmıştım, Jim gibi birinin benim üniversitede çektiğim kısa filmlerle ilgilenip yorum yapacağını, benim hakkında, ailem, İstanbul ve Paris’teki hayatım hakkında sorular soracağı hiç aklıma gelmezdi. O dönem bilmiyordum ama aslında Jim herkesin hikayesiyle ilgili olmuş birisi.
Nina Spilger: Filmi izleyince anlaşılan bir şey var. Jim’in öyle bir özelliği var ki insanlara gösterdiği ilgi herhangi bir sohbeti hemen ilginç bir hale getirebiliyor. İnsanlarla gerçekten ilgileniyor Jim. Böyle olunca da, hem senin hem de onun sonucunda bir şeyler öğrenebildiğiniz bir sohbet ve diyalog çıkıyor ortaya.
Ömer Madra: Peki sen nasıl tanıştın onunla Nina?
Nina Spilger: İş arkadaşlarım sayesinde tanıştım. Onun Edinborough zamanından, 70’li yıllardan biliyorlardı. Şahsen tanışmamız ise film bittikten sonra oldu – ki bu da çok ilginç aslında. Sonra Ece ile yakinen çalışmaya başlayınca film materyaliyle de haşır neşir oldum; bu yüzden Jim’le karşılaştığımda zaten onu tanıyor idim. Yani, herkes mi böyle hissediyor Jim’le yoksa, ben onun hikayesini önden bildiğim için mi böyle bilmiyorum ama hiç yabancılık hissetmedim işte!
İlksen Mavituna: Tam ne kadar sürdü film? Bir buçuk yıl mı?
Ece Ger: Yok aslında iki buçuk yıl. İki yıl boyunca editing yaptım!
İlksen Mavituna: Kaç saatlik bir malzemeden bahsediyoruz?
Ece Ger: Aralıksız 45 günlük çekimin ardından, 110 saatlik materyal vardı elimizde. İstanbul’a geri döndüğümde – bu arada Jim asla “geri dönmek” demez, “asla geri dönülmez Ece” der, “İstanbul’a doğru gittiğinde” demek gerek. İstanbul’a vardığımda yeni bir Ece’ydim. Ve 6 hard disklik bir Jim’le ne yapacağımı da bilmiyordum.
İlksen Mavituna: Peki nasıl çözdün bu büyük sorunu?
Ece Ger: Aynı sandalyede uzun uzun oturunca çözülüyor!
Ömer Madra: Jim’in fotografik bir hafızası da var. Tanıştığı ya da sadece ismini duyduğu birini asla unutmuyor Jim. İnanılmaz!
Ece Ger: Trenle biriyle tanıştığında mesela – filmde var bu – iki yıl sonra aynı trene bindiği zaman, garsonun ismini hatırlayabiliyor. Bu durumun biraz abartıldığını düşünmüştüm, ama bizzat yaşadım. Filme aldığım insanların isimlerini gidip Jim’e sordum her seferinde!
İlksen Mavituna: Belki bir metodu vardır? Çok not tutuyordur? Günlüklerini hatırlıyorum filmden...
Ece Ger: Aslına bakarsan yok. O anda yaşıyor her şeyi. Seyahatleri sırasında yanında hep bir defter oluyor evet ama notları şöyle: “dişlerimi fırçaladım, duş alıp kahvaltı yaptım, İlksen ve Ömer’le tanıştım. Açık Radyo’danlar. Onlarla öğle yemeği çok keyifli idi..” aynen böyle, bu sadelikte. Ben hiç bir
İlksen Mavituna: Karmaşıklık...
Ece Ger: ... görmedim evet. Çok basit ve hep mevcut. Senle konuşurken hep orada.
İlksen Mavituna: Gerçekten olağanüstü. Hele böylesi karmaşıklaşmış bir dünya için..
Ece Ger: Öyle.. editingle ilgili son bir şey daha eklemek isterim. Filmde önce insanları görüyorsunuz, Jim hakkında konuşup, kısaca Jim’le nasıl tanıştıklarını anlatıyorlar. Sonra Jim çıkıyor ortaya, kahvaltı masasında. Film ilerledikçe, farklı farklı yerlerde – Londra’da, Edinborough’da – yaptıklarını keşfederken de süreç aynen böyle oldu. Jim’le tanışmam, filmde gördüğünüz kahvaltı masasında oldu, “selam güzellik” diye girdi konuya ve hemen her şey hakkında espriler yapmaya başladı. Sonra zamanla – Jim kendinden bahsetmeyi, geçmişten söz açmayı hiç sevmez – başka insanlarla tanımaya başladım onu. Birileri çıkıp “biliyor musun David Bowie, müzik yapmaya Jim’in yerinde başladı”, “Pink Floyd’un UFO’su Jim’den geliyor, biliyor musun?” gibi şeyler söylemeye başladı. Kocaman bir okyanus gibi geçmiş önümde açıldı. Duyduklarımı gidip Jim’e sorunca “Jim gerçekten John ve Yoko ile takılıyor muydunuz?”, “hııı, evet” karşılığını alabiliyorsunuz! Onun için çok sıradan şeyler bütün bunlar. Filmin yapısı da böyle. Jim’i ilk gördüğünüzde, hakkında hiçbir fikriniz yok, sonra insanlarla öğreniyorsunuz. Aynı benim Jim’le tanışmam gibi.
Ömer Madra: Jim arada çevresini de değiştiriyor bu arada. Yani, bütün kültürel bağlantılarını, her şeyini değiştirebiliyor.
Ece Ger: Evet, bunun nasıl başardığını sorduğumda, “bir yere gittiğimde – bir restoran, bir park olabilir bu – orada eksik olan şeyi görmeye çalışırım. Hiç eleştirmem” der. Sevmez bu arada eleştirmeyi – sanat eleştirisinden hoşlanmaz mesela; zira sanatın bilgi aktarımına yaradığını düşünür. Herhangi bir şey hakkında büyük laflar etmekten hoşlanmayan biri Jim. “Çevreme, orada eksik olan şeyi getirmek istiyorum” der. Diyelim, hep beraber bir restorana gittik diyelim – yemekler de pek matah değil. Asla şikayetlendiğini duyamazsınız! Biliyorum kulağa sanki abartıyormuşuz, onun aşıkmışız gibi geliyor ama gerçek bu ve oldukça ilginç.
Ömer Madra: Doğal değilmiş gibi geliyor ama bana soracak olursanız, Jim gerçekten doğal!
Nina Spilger: Az evvel Ece, Jim’in geçmişle ilişkisinden bahsetti; ben de şunu eklemek isterim. Filmi izleyen gençlerde özellikle gördüğümüz bir şey; insanlar filmi izleyince yeni bir şeye başlayabileceklerini, bir denemeleri gerektiğini düşünüyor ve ilham alıyorlar Jim’in hikayesinden. Bu çok güzel bir şey film için. Çünkü gelecekleri ile ne yapacağını bilmeyen çok fazla genç insan var, ve Jim işte bu duyguyu veriyor: “herkes yapabilir bunu, özel bir durum değil benimki. Yaptım, çünkü keyif aldım! Herkes yapabilir!”
İlksen Mavituna: Pasaport olayı çok acayip! Uluslararası bir pasaport basmış zamanında. Çok acayip bir fikir değil mi? Ve daha böyle pek çok fikri hayata geçirmiş. Bu manada Nina, sana katılıyorum, hakikaten insana inisiyatif kullanmak, bir şeylere, en azından bir şeye başlamak konusunda şevk veriyor film ve Jim.
Ömer Madra: Ve pasaportu gösterdiği gümrük görevlisi de tamam geç diyor değil mi?
Ece Ger: Jim olmasa çekilemezdi bu film. Bir başkası olsaydı... Filmle tek bir soru bile sormadı bize. Bir gün biraz mahcupca, “Jim ne olur bizi affet, editing çok uzun sürdü” deyince, “olsun canım, ben zaten filmin çok güzel olduğunu biliyorum” diye karşılık verdi bana, bu sırada hasta yatağındaydı üstelik! Bana her zaman her şeyin yolunda gittiğini hissettirdi. Normalde, aklınızda bir film fikri olduğunda – başrol kişisi, diğer aktörler ve prodüktörler soru yağmuruna tutar sizi. Geçmişiniz, kariyeriniz, amacınız vesaire.. bazen bu durumlarda, özgüven kaybı bile duyabilir insan. Jim’le ise böyle olmadı, çünkü bizi hemen kabul etti ve hep destekledi. Biz de o zaman “e neden olmasın ki? Yapalım o zaman!” deyip yola koyulduk.
İlksen Mavituna: Bence bu Jim’in mutlu olma tercihiyle ilgili. Filmde bir söz var, çok kuvvetli bence: “mutluluk entelektüel, yani zihinsel bir seçimdir”. Bence hikayenin bir diğer en önemli vurgularından, temellerinden biri bu. Ve işte, bir karar verip, buna tutunduğunuzda, her şey yavaş yavaş oluveriyor. Siz neler söylemek istersiniz Jim’in mutluluk düşüncesi hakkında. Bence bunu vurgulamak çok önemli. Jim mutluluğun bir tercih hem de entelektüel bir tercih olduğunu düşünüyor. Yorumunuzu rica edebilir miyim? Onun gıyabında...
Ece Ger: Bu konuda gerçekten ciddi olduğunu söyleyebilirim. Ve gerçekten ortada bir karar olduğunu... Filmde olmayan bir başka sözü var: “beklentiniz yüksek olmadığında, herhangi bir durumda, mutlu olabilirsiniz”. Mesela bir restoran gittiğinizde, yüksek bir beklenti ile yaptıysanız bunu, üzülebilirsiniz. Ama daha mütevazı bir beklentiniz olursa, düşündüğünüzden çok daha mutlu olursunuz. Sanırım, anda bulunmak, hep mevcut olmak ve ne kadar deli olurlarsa olsunlar etrafınızdakileri takdirle karşılamak. Yemeği, hayatı takdir etmek.. Jim insanları ve hayatı seviyor.
Nina Spilger: İnsanlar mutluluk arayışından bahseder. Mutluluk peşinde olduklarını, mutluluğu aradıklarını... Aramanıza gerek yok, karar verebilir, tercih edebilirsiniz demek işte çok güçlü! Ve aradaki fark çok büyük. Bu kararı bir kere verdiniz mi, hayat çok daha kolay.
Ömer Madra: Ben de şunu ekleyeyim: Jim ve film günümüz koşulları ile de uyum içinde. Jim de 68’li bir özgürlükçü esasen. Devrimci, diyebilirim hatta. Bu manada, biz şu an konuşurken dünyadaki harekete – Greta Thunberg’in ve başka pek çok kadının çektiği harekete – baktığımızda büyük bir bağ görüyorum. Film bu manada çok güncel!
Nina Spilger: Jim’in şu söylediklerini de unutmayalım: “daha çok insan buluşur, birlikte bir şey yaparlarsa, daha güçlü olurlar.” İnsanlar Greta’dan ilhamla bir araya geldikleri için hareket çok daha güçlü bugün.
Ömer Madra: Halkın, insanların gücü!
Ece Ger: Çok ilginç, filmi bitirdiğimde, ilk gösterimden sonra, ilgi odağım Greta oluverdi. Bir yıldır onu takip ediyorum. Jim’den sonraki ilk heyecanım da Greta oldu!
Ömer Madra: Tam da bunu söylüyordum..
Ece Ger: Sanırım bir rastlantıdan fazlası bu. Bir bağlantı var evet!
Ece & Nina: Çok teşekkür ederiz.
Ömer & İlksen: Biz teşekkür ederiz.
**
Meeting Jim belgeseli dünyayı dolaşmayı sürdürüyor. En son gösterildiği Boston Türk Film Festivali’nde de en iyi belgesel ödülüne layık gösterildi. Tebrik ediyoruz. Filmin İstanbul gösterimleri şöyle:
15 Aralık Pazar günü, saat 20:30'da DasDas; 16 Aralık Pazartesi saat 21:00’e Kadıköy Sineması; 18 Aralık Çarşamba, saat 19:00'da Kolektif House (ücretsiz); 19 Aralık Perşembe, saat 19:30'da Soho House.