Krizle Yüzleşme Estetiği: Sinemada Antroposen

-
Aa
+
a
a
a

Antroposen Sohbetler'de Utku Perktaş, İstanbul Gelişim Üniversitesi Öğretim Üyesi Özlem Tuğçe Keleş ile Batı merkezli küresel kriz anlatılarına karşı, yerel kültürlerin doğayla kurduğu özgün ilişkilerin sinemaya nasıl taşınabileceğini, “kurtarılacak doğa” söyleminin ötesine geçip insan davranışının nasıl sorunsallaştırılabileceğini tartışıyor; belgesel ile kurmaca arasındaki sınırları, ekolojik kriz temalarının kimin diliyle, kimin finansmanıyla ve hangi ideolojik çerçevede anlatıldığını masaya yatırıyor.

""
Krizle Yüzleşme Estetiği: Sinemada Antroposen
 

Krizle Yüzleşme Estetiği: Sinemada Antroposen

podcast servisi: iTunes / RSS

Satırbaşları:

  • Sinemanın gücü yalnızca göstermek değil, izleyiciyi yüzleşmeye ve sorumluluğa davet eden bir estetik alan kurmaktır. Antroposen sinema, krizleri seyrettirmekten çok hissettirmeye çalışır.
     
  • Batı merkezli “kurtarılacak doğa” anlatısının ötesine geçmek için yerel kültürlerin ekolojik hafızası görünür kılınmalı. Kurmaca filmler, duygusal özdeşleşme yoluyla bu dönüşümü belgesellerden daha güçlü tetikleyebilir.
     
  • Tüketim biçimleri mesajı dönüştürür: küçük ekranlar sorumluluğu öğütürken, VR ve kolektif izleme deneyimleri izleyiciyi yeniden fail hâline getirir; merak ise sinemanın en büyük dönüştürücü aracıdır.
     
  • Kurtarılacak olan doğa değil; insan davranışının kendisi.” Ekolojik kriz anlatılarında odağın değişmesi, sinemanın etik-politik ufkunu da dönüştürür.

    Festival salonları kolektif düşünmenin ve harekete geçmenin alanlarıdır. İzleyici sonrası tartışmalar, ortak izleme deneyimleri ekolojik sorumluluğun topluluk hâlinde kurulmasını sağlar.
     
  • Sinemanın dünyayı değiştirmek gibi bir görevi yok; ama değişime zemin hazırlama gücü var.

Bu bölümde Antroposen’i bir kez daha sinemanın merceğinden izliyoruz. Sinemanın yalnızca ‘dünyanın halini gösteren’ bir araç olmadığını; krizlerle yüzleşmeyi harekete geçiren, izleyiciyi özneleştiren bir estetik alan olarak nasıl düşünülebileceğini konuşuyoruz. Kameranın nereye baktığı, neyi gösterdiği kadar; sorumluluğu kime, nasıl paylaştırdığı sorusunun peşindeyiz.

Konuğum, İstanbul Gelişim Üniversitesi öğretim üyesi Özlem Tuğçe Keleş ve kendisiyle Batı merkezli küresel kriz anlatılarına karşı, yerel kültürlerin doğayla kurduğu özgün ilişkilerin sinemaya nasıl taşınabileceğini; ‘kurtarılacak doğa’ söyleminin ötesine geçip insan davranışının nasıl sorunsallaştırılabileceğini tartışıyor; belgesel ile kurmaca arasındaki sınırları, ekolojik kriz temalarının kimin diliyle, kimin finansmanıyla ve hangi ideolojik çerçevede anlatıldığını masaya yatırıyoruz.

Söyleşide Interstellar’dan Before the Flood’a, Pelin Esmer’in filmlerinden VR ve etkileşimli anlatılara uzanan bir hat çiziyoruz. Küçük ekranlardan tüketilen imgelerle festival salonlarında kurulan kolektif deneyim arasındaki farkları, merak duygusunun ve ‘ödev’ hissinin izleyicide nasıl tetiklenebileceğini konuşuyoruz.

Antroposen sinemaya, görsel direniş ve izleyici sorumluluğu ekseninde yeni bir katman eklemek isteyenler için iyi dinlemeler ve güzel bir okuma deneyimi olması dileğiyle…

Utku Perktaş:Antroposen Sohbetler’e hoşgeldiniz, ben Utku Perktaş. Bugün programda, sinemanın yalnızca dünya sorunlarını göstermekle kalmayıp, krizlerle yüzleşmeyi aktive eden bir estetik olarak nasıl tanımlanabileceğini ve gösterebileceğini konuşmaya çalışacağız. Daha önce aslında Antroposen sinemayı konuşmuştuk bu programda ve bunun bir devamı niteliğinde olacak bu program, böyle bir katman eklemek istedik.

Konuğum İstanbul Gelişim Üniversitesi öğretim üyesi Özlem Tuğçe Keleş, yine birlikteyiz kendisiyle. Bana vakit ayırdı ve programa geldi. Aslında bir önceki programda çok güzel, akıcı bir söyleşi olmuştu. Eksik bıraktığımız noktaları bu programda telafi etmeye ve yeni bir katman eklemeye çalışacağız ve bu anlamda ben biraz heyecanlıyım. Sinemanın değişimi, yaratma potansiyeli ve izleyiciyi harekete geçirebilecek görsel stratejilerine odaklanmaya çalıştığımız bir program olacak. Dolayısıyla ben çok sözü uzatmadan sorularıma geçeceğim ama önce Özlem Hanım’a bir hoşgeldiniz demek istiyorum.

Özlem Hanım, tekrardan buradasınız, eksik olmayın. Bana ve programa vakit ayırdığınız için çok memnun oldum, çok çok teşekkür ediyorum. Ne var ne yok, nasılsınız görüşmeyeli?

Özlem Tuğçe Keleş: Çok teşekkür ederim hocam. Tekrar davet ettiğiniz için ve burada olduğum için ben de çok mutluyum. Umarım yine hoş bir sohbet gerçekleştirebiliriz, ben de çok keyif alıyorum çünkü özellikle “görsel bir direnişi başlatabilir miyiz, bunu toplumsal sorumluluk bağlamında dönüştürücü bir güç olarak değerlendirebilir miyiz?” sorularını konuşmak açısından çok önemsiyorum Antroposen ve sinema ilişkisini. Hoş bir sohbet olacağına eminim. Çok teşekkür ederim tekrardan.

U.P.: Ben teşekkür ediyorum. Evet, geçen söyleşi çok güzel bir lezzet bıraktı, çok güzel bir tadı vardı. Bu tür söyleşilerde ben de çok şey öğreniyorum. O yüzden devam etmek bana da iyi bir fikir olarak gelmişti ve programı tasarladık, eksik olmayın.

Şimdi, izninizle ilk soruya geçeyim; Antroposen anlatılarda görsel stratejiler ne kadar direniş kodu içeriyor? Söyleşiye böyle başlayabiliriz diye düşünüyorum. Söz sizde, buyurun.

Ö.T.K.: Çok teşekkür ederim hocam. Şimdi şöyle değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum; tabii sinema yalnızca bir temsil aracı değil; günlük hayatımızda, rutinlerimizde gördüğümüz her şeyi temsil ediyor ve yansıtıyor gibi algılamak, sinemanın sorumluluğunu biraz göz ardı etmek olur.

Bu bağlamda bir iletişim pratiği olarak sinemanın toplumsal farkındalık yaratabilecek, dönüştürücü bir sorumluluğu olduğunu düşünüyorum. Sadece göstermekle kalmayıp bir şeyi inşa ettiğini, bir algı yarattığını kabul ederek değerlendirmek lazım. Burada yüzleşme, seyretme ve seyir ilişkisi içinde bir sorumluluk paylaşması gerektiğine inanıyorum.

Antroposen üzerinden doğayla kurduğu ilişkiyi düşündüğümüzde, anlatıların biraz krizleri seyretmeyi ve krizlerle yüzleşmeyi ekmesi ve yetiştirmesi gerektiğini düşünüyorum çünkü sinemayı sadece günlük hayatın rutinlerini yansıtan bir alan gibi gördüğümüzde, ona hiçbir sorumluluk yüklememiş oluyoruz ve izleyeni de sorumlu bir konuma taşımıyoruz.



Burada toplumsal farkındalığı ya da kolektif bir gücü ortaya koyabilecek bir ‘gösterme’ ilişkisinin kurulabileceğine inanıyorum. Bu yalnızca mesajı doğrudan vermek ya da anlatısal bir çerçevede sunmak değildir. Örneğin; Kış Uykusu ya da Bir Zamanlar Anadolu’da gibi yerel anlatılara baktığımızda, antroposen bir duyarlılığı içerdiğini görüyoruz. İnsanın şehirde değil doğada olması, oraya ait bir sorgulama hayatının resmedilebilmesi bence bu gösterme ilişkisinin bir parçası.

Biz çoğunlukla şehir hayatının kaosunu, içe kapanmayı, yalnızlığı, melankoliyi şehirde resmediyoruz. Oysa doğada olmakla ilişkili bir gösterme biçimi kurduğumuzda, bu sorumluluğun sinemanın üzerinde bize de atfedildiğini görebiliriz.

“Bir direniş biçimi olmalı mı?” Tabii ki tartışırız; bugün de konuşacağız ama sinemanın bu sorumluluğu paylaşabileceğine inanıyorum.

U.P.: Çok teşekkürler, güzel bir başlangıç oldu ve doğa-küresel kriz meselesine de değindik. O zaman aklımda şöyle bir şey vardı, ona bir geçiş yapabiliriz diye düşünüyorum; küresel kriz anlatılarını düşündüğümüzde özellikle Batı merkezli diline karşı yerel kültürlerin doğayla kurduğu özgün anlatılar sinemaya nasıl taşınabilir? Böyle bir soru geliyor aklıma ve yerel toplumların sesini duyuran ekolojik sinema pratikleri var mı e var ise bunlar neler? Buraya bir geçiş yapabiliriz zannediyorum ilk sorudan. 

Ö.T.K.: Tabii ki. İletişim sosyolojisi açısından değerlendiriyorum konuyu ve yerel anlatılara, yerel kodlara ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum çünkü biz küresel anlatılar içerisinde, birinci dünya sineması dediğimiz ana akım anlatılar içinde hep sabit kodlara referans veriyoruz. Bu sabit kodlar, yerel anlatılarla birleştiğinde farklı bir kod açılımına sebep oluyor.

Türkiye’de, Endonezya’da, Meksika’da aynı filmi izlediğimizde aynı kod açılımlarını yaşamıyoruz çünkü içinde yaşadığımız toprakla, iklimle, kültürel hafızayla kurduğumuz ilişki farklı yansımalar yaratıyor.

Bir de şu var: Anlatıların çoğunda hep ‘kurtarılacak doğa’ fikriyle karşılaşıyoruz. Birinci dünya sineması insanı üstün bir varlık olarak merkeze koyarak doğayı geri plana atıyor; doğayı insanın kurtarması gereken bir alan gibi kurguluyor. Bu anlatıda ekolojik sistemin ya da ekolojik söylemin neredeyse hiçbir önemi yokmuş gibi, doğa hep oradaymış gibi, insanın doğanın kayboluşundaki etkisi yokmuş gibi bir yaklaşım var. Doğayı kurtarmakla ilgili görevler hep insana atfediliyor. Halbuki asıl tartışılması gereken şey şu: Kurtarılacak olan şey gerçekten doğa mı, yoksa insanın düzeltmesi gereken davranışları mı? Bu, ekolojik anlatı ve küresel kriz anlatıları bağlamında mutlaka tartışmamız gereken bir konu.

Yerel ekolojik anlatılara ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum çünkü sinemada çok küresel bir söylem ağır basıyor. Burada yine iletişim sosyolojisinden George Gerbner’in ‘Mesajların araçsallığı’ kavramına bakmak lazım:

  • Mesajlar hayatımıza nerede nüfuz ediyor?
  • Biz nasıl bir etkileşim ağının içindeyiz?
  • Neyi nerede izliyoruz ve neyi özneleştiriyoruz?

Yani ekolojiyi hayatımızın neresinde konumlandırdığımıza bakmamız gerekir. Birinci sinema büyük hikâyeler anlatıyor ve doğayı alt sınıf gibi konumlandırıyor. Doğa burada sanki sınıfsal olarak aşağıdaymış ve kurtarılmaya ihtiyacı olan bir özneymiş gibi - bunun değişmesi gerekiyor.



Yerel ekolojik anlatılar görünür olmalı. Örneğin Pelin Esmer’in İşe Yarar Bir Şeyler filminde doğa–insan ilişkisinde bir sessizlik görüyoruz, insanın doğanın içinde bir özne olarak var oluşunu görüyoruz. Bu tür anlatıların sinemada normalleştirilmesi, nüfuz ettirilmesi gerekiyor.

Büyük anlatılarla bunu yapamıyoruz sanki. Büyük küresel krizleri de doğru resmedemiyoruz. Örneğin kutuplarla ilgili bir hikâye dinliyoruz, penguenlerin yaşamını izliyoruz. Bunun Türkiye ile hiçbir ilişkisi yokmuş gibi geliyor ama halbuki ekolojik krizler doğrudan bizim yaşamımızı da etkiliyor.

Bu nedenle ekolojik hikâyeleri sinemaya yerelden entegre etmek gerekiyor. Sorumluluğu sadece oraya atmak değil, mücadeleyle ilgili görsel bir anlatı, görsel bir direniş kurgulamak durumundayız.

“Sinemanın dünyayı değiştirmek gibi bir görevi yok; ama değişime zemin hazırlama gücü var."

U.P.: Çok güzel, çok teşekkürler. Ben de hemen burada şuna değineceğim; sizin biraz önce söylediğiniz gibi, bu dönemki programlardan birinde Interstellar’ı işlemiştim ve onu şu Dust Bowl — Amerika’nın 1930’larda başına gelen, insan eliyle değiştirilen habitatların sonucunda ortaya çıkan toz çanağı hikâyesi — ile bağlamaya çalışmıştım.

Sanki orada da bir ilişki vardı filmde ve yine sizin dediğiniz gibi, insan dünyayı kurtarmak için çaba harcıyordu ya da kendine yeni alanlar açmak için. Yine insanın merkezde olduğu ama sorunun ne olduğu konusunda — yani insan kendine alan arıyor ama gezegeni kurtarmak ve gezegendeki tüm canlıları korumak nerede duruyor? — buna net bir cevap verilmiyordu. Sizin söyledikleriniz bunu hatırlattı bana.

Peki şimdi belgesellere de geleceğiz dedik. Belgesellerde sıkça işlenen ekolojik kriz temaları var. Kurmaca filmler bunları nasıl üstlenebilir ve belgesellerdeki bu sınırlar nasıl esnetilebilir?

Ö.T.K.: Ben burada birazcık negatif bakan taraftayım galiba. Tabii uzmanlık alanım belgesel olmadığı için, belgesel anlatıları olmadığı için şöyle düşünüyorum: Hangi belgesel? Hangi medya sahiplik yapısı? Hangi finansörün finanse ettiği belgesel anlatıları ve nasıl bir çerçeve görüyoruz?

Biz belgeselleri ‘belge film’ niteliği bağlamında çok masum görüyoruz. Ekolojik krizleri anlatırken, resmederken, sahiplenirken ya da bir şeye işaret ederken, anlatının arkasında mutlaka bir ideolojik yapı ya da finansman veya sahiplik ilişkisi olduğunu unutuyoruz. Bunu kurmaca filmlerde biraz daha normal karşılıyoruz — yapımcısı, yönetmeni, bütçesi bağlamında ama belgesellerde bu kadar düşünmüyoruz. Bu açıdan ben belgesellere ekolojik krizler anlamında çok mesafeliyim - her anlamda mesafeliyim hatta. Belgeselleri bu kadar masum düşünmemek gerektiğine inanıyorum.

Belgeseller biraz bize ‘ne olduğunu’ göstermeye çalışan anlatılar ama kurmaca filmler bize nasıl hissettirdiğiyle ilişkili söylemler sunuyor: Bize ne hissettiriyor, nasıl hissettiriyor?

Bu nedenle belgesellerin sahip olduğu sorumluluğu, belki türler arası kurmacalarla — örneğin ekokurmaca ile — daha güçlü bir şekilde ortaya koyabiliriz. Ne hissettirdiğini, hayatımızdaki dönüşümün ne olacağını resmeden; özdeşleşmeyi artıran kurmaca filmler, insanların sorumluluğu daha çok sahiplenmesine, görsel direnişin parçası olmasına sebep olabilir.

Belgesellerde gördüğümüz şeyler, hayatımızda çok büyük değişkenler oluşturmuyor. “Evet, böyle bir şey olmuş, böyle bir şeye sebebiyet verilmiş” diye düşünüyoruz, neden–sonuç ilişkisini kuruyoruz ama sonra hayatımıza devam ediyoruz. Kurmaca filmler ise nasıl hissettirdiği üzerinden, kamera anlatısının doğası gereği, özdeşleşmeyi çok daha yüksek bir noktaya taşıyor. Birinci el bakışı daha çok desteklediği için hissettiğimiz şey bize daha fazla nüfuz ediyor. Bu yüzden kurmaca anlatılar, ekolojik krizlerle ilgili sorumluluğu sahiplenebileceğimiz alanlar yaratabilir diye düşünüyorum açıkçası.

U.P.: Çok teşekkürler, bu da yine çok açıklayıcı bir cevap oldu. Vallahi çok güzel gidiyor; soruları da birbirine çok güzel bağladığımızı düşünüyorum.

Peki tüm bunlardan sonra izleyici ne yapabilir? Burada belki film iletişimi, sinema üzerinden iletişime biraz girebiliriz.

İzleyici, filmi kapattıktan sonra ne yapabilir sorusu hep aklıma geliyor. Aldığım mesajlarla, film sonrası sorumluluk etkinlikleri, ortak izleme, tartışma grupları gibi pratikler ‘sorumlu davranma’ biçimleri olarak görülebilir mi?

Ö.T.K.: Şöyle düşünüyorum — konuşmanın başında da aslında “filmlerin böyle bir sorumluluğu olmalı mı, tartışırız” demiştim. Filmlerin tabii ki bir sorumluluğu olmalı ve bir ödev belki vermeli. Sonuçta, ne hissettirdiğine dair bir farkındalık yarattığınız zaman orada bir sorumluluk bilinci de ortaya çıkabilir. İzleyici toplulukları aslında yalnızca tüketiciler değil, aynı zamanda birer fail. Dolayısıyla gördüğü her şeyden bir sorumluluk da fark etmeli ve ortaya koymalı.

Ama burada şunu da unutmamak lazım: Her zaman ‘ödev veren’ filmler, o ödevi hayata geçirebileceğimizi göstermez. Mesela Before the Flood filmi ya da 2040 filmi seyircide bir ödev algısı yaratıyor ama aradığımız unsur her zaman izleyiciye büyük bir sorumluluk atfetmesi değil; dönüşücü gücü vermesi.

Belki festivaller bu açıdan daha güçlü. Festival alanları, izleyici sonrası eylemleri konuşabileceğimiz, etkileşim kurabileceğimiz, ne olduğunu tartışabileceğimiz yerler çünkü insanlar birbirinden çok izole hayatlar yaşıyor. Toplulukmuşuz gibi yaşasak da bireyselleşmenin çok ön planda olduğu alanlar bunlar. İnsanlar birbirinden bağımsız hayatlar deneyimliyor.

Bu bağlamda filmler, anlatım unsurlarında “Bu senin de sorumluluğun” diyebilmeli, “Bak, yere attığın çöpün sebebi şu ama bunun sonucu bu olabilir”i göstermeli. Göstermediğimizde ise bize çok uzak hikâyelerle, çok nicel verilerle boğuşuyoruz.

Bu nedenle sorumluluğu paylaştığı zaman filmler bizi önemli bir noktaya taşıyabilir ama filmler her zaman bu sorumluluğu edinirse, o zaman şu soruyu da tartışmalıyız: Devletlerin ya da politika üreticilerin sorumluluğu ne olacak? Sinema anlatıları birer DİA’ya yani devletin ideolojik aygıtlarına dönüşmemeli, biraz daha özgür kalmalı ama sorumluluk eylemini, bireyi ödevler vererek, sorumluluk paylaştırarak fail olmaktan — ya da yalnızca bireysel fail olmaktan — kurtarabilir.

U.P.: Anlıyorum. Peki o zaman biraz daha günümüze getirip, günümüzdeki teknolojilerle sinemayı, Antroposen sinemayı bağlamak istersek özellikle notlarıma bakıyorum, sanal gerçeklik, artırılmış gerçeklik, interaktif kurgu gibi anlatım araçları ve tabii yapay zeka artık hayatımızda tamamen ve bu araçlar Antroposen duyarlılığını izleyiciye nasıl taşıyabilir — ya da taşıyabilir mi?

Ö.T.K.: Aslında taşıyabileceğine inanıyorum çünkü sorumluluk dediğinizde oradaki özdeşleşme — az önce ifade ettiğim gibi — yükseldiğinde, siz artık seyirci olmaktan çıkıp deneyimlediğiniz bir alanda yüzleşme yaşayabilirsiniz ama bu deneyim alanı bize bir farkındalık, bir bedensel farkındalık getirecek mi ya da orada da sorumluluk ödevini hissedebilecek miyiz? Bunu tartışmalıyız.

Katılımcıya dönüşmek, anlatı içerisinde bizi nereye taşıyacak? Tanıklık etmek, hayatımıza ne kadar nüfuz edecek? Bunu görmemiz gerekir çünkü VR teknolojisi ya da benzeri üretim biçimleri bize tanıklık etmeyi getiriyor: O alanda olmak, o atmosferi hissetmek.

Bugün insanların — az önce söylemiştim — mekânsal deneyimleri çok birbirinden kopuk. Hatta söyleyecektim, aklımdaydı, unuttum: İnsanlar bir şeyleri tüketirken, gerçekten tüketiyor.

Belgesel de olsa kurmaca da olsa insanlar filmi metrobüste izliyor, otobüste izliyor, metroda izliyor ve günün sonunda gerçekten onun mesajını özümseyebileceği bir farkındalık alanında değil. “Burada bir mesaj var, bunu alımlamalıyım” diyebileceği bir deneyim alanına erişmiyor ve bu da bir tüketim hâline geliyor, zamanı örtüyor orada,  yolculuk hâlini onunla paylaşmış oluyor.

VR ise burada mekânsal deneyimi artırabileceği için, tanıklıkla beraber ödev ve sorumluluğu biraz daha fazla hissettirebilir; biraz daha nüfuz ettirebilir diye düşünüyorum yani farkına varmak açısından biraz daha sorumluluğumuzu artırabilir.

Bireysel bağlamda küçük ekranlardan büyük görselleri, büyük anlatıları, belgeselleri veya kurmacaları izlediğimizde bu sorumluluğu çok ucundan tutuyoruz. Bu nedenle VR’a bu bağlamda biraz daha güveniyorum.
Fakat şunu da unutmamalıyız: Bu tanıklık etme hâli, bu ‘katılımcı izleyici’ hâli ne kadar hızla erişilebilir ve üretimi bağlamında doğaya zarar vermeye devam ediyor muyuz?

Mesela elektriğin kullanım biçimleri, üretim ilişkileri, bu teknolojinin dönüştürücü gücüyle doğa arasındaki denge… Bunları da göz ardı etmemek gerekir.

Belki katılımcı anlatılar, kullanıcının yaşam döngüsünün bir parçası hâline gelirse — örneğin bir ağacı hissetmesi, dönüşümünü hissetmesi, bir filizden ağaca dönüşen bir hikâyede kendi rolünü görmesi — o zaman katılımcılığı artırabilir ve sorumluluk hissini güçlendirebilir.

U.P.: Ben bir de burada şunu soracağım, şimdi aklıma geldi; mesela insanlar filmleri — sizin de dediğiniz gibi — bazen cep telefonundan, yaptıkları bir seyahat sırasında izliyorlar ve burada bir tüketim var yani tüketimi bir terazinin kefesine koysak, tüketimin kolay olması ya da zor olması, bunların anlaşılabilmesini de etkileyen şeyler herhalde değil mi?

Ö.T.K.: Kesinlikle. Sinema mimarisi gereği aslında salonlarda perdeye baktığınızda ne ile özdeşleştiğinizin çok anlaşılmadığı ama çok rahat bir şekilde büyük anlatıların içine daha kolay girdiğiniz bir yapı vardı. Küçük ekranlarda, bireysel tüketimlerde, bir yerden bir yere giderken aynı anda iki ekranı, hatta iki-üç ekranı tükettiğiniz bir anlatının parçasısınız; hem üretiyorsunuz, hem de tüketiyorsunuz. Dolayısıyla verilen mesajı, olguyu, sorumluluğu doğrudan aldığımızı, özümsediğimizi veya bunun içimizde bir karşılık bulduğunu söyleyemeyiz. Bu yüzden mesajlar hayatımıza biraz ‘öğütülerek’ giriyor ve bunun farkında değiliz, sorumluluğun bize söylendiğinin de farkında değiliz, sadece zamanı öğütüyoruz.

U.P.: Anlıyorum. Peki, Antroposen sinemayı — özellikle iklim, biyoçeşitlilik ya da çevre problemleriyle ilgili mesajları veren sinemayı — tüketim anlamında düşündüğümüzde, diğer anlatılarla kıyasladığımızda nasıl bir teraziye koymalıyız? Tüketimi kolay mı yoksa zor mu? Aklıma gelen bir soru oldu bu çünkü ben Interstellar’ı yorumlamaya çalışırken geriye dönük bilgiye ihtiyacım vardı. Dust Bowl neydi? Toz Çanağı neydi? Bunlar olmadan filme çok tekdüze bakabilirdik. İnanılmaz bir görsellik var, bizi çok etkiliyor ama bağlamı bilmeden yorumlamayabiliriz. Farkındalık artırmak adına bunu programa taşımak istemiştim.

Şimdi böyle bir terazi yaptığımızda Antroposen sinemanın tüketimi kolay mı zor mu acaba yani ‘mutlaka kolay olanı da vardır, zor olanı da vardır’ diye mi demeliyim?

Ö.T.K.: Ben çok kolay olduğunu düşünmüyorum çünkü orada bir haz ilkesinden uzaklaşan bir anlatıdan bahsediyoruz.

Sinemada genel itibariyle yaşamadığımız şeyleri deneyimleriz; mesafeliyiz ama özdeşleşiriz. Uçamıyoruz ama uçan karakterlerle özdeşleşiyoruz. Onlarla beraber flâneur gibi dolaşıyoruz ama Antroposen sinema dediğinizde, hayatın gerçekleriyle yüzleştiğimiz bir anlatıya giriyoruz. Sizin haz ilkesinden koparan, sorumluluğunuzu hatırlatan bir şey gösterdiğinde merak unsurunu biraz ortadan kaldırıyoruz.
Halbuki sinemanın merak unsurunu beslemesi lazım ki çok güzel bir noktaya değindiniz aslında.

Ham bilgiyi doğrudan vermek doğru değil. Seyircinin sonra okuyabileceği, merak edeceği, çekileceği, sorgulayacağı alanlar bırakmalı. Sinemada dikkatimizi çalan şeyler aslında hep merak unsurlarıdır.

U.P.: Evet, kesinlikle.



Ö.T.K.:Interstellar — bu arada benim de en sevdiğim film — başarılı çünkü merak unsurlarını çok iyi ekiyor. Murphy ile kurulan merak mesela. Murphy üzerinden anlatılan tüm negatif unsurları alıp bir özdeşleşme yaratarak hikâyenin parçası yapıyor ve “Murphy Kanunları”nın o yıl en çok aranan kelimelerden biri olmasına sebep oluyor.

Sinemanın böyle bir gücü var ama merakı nasıl ekiyorsunuz, nereye yerleştiriyorsunuz?

Antroposen sinema, bu bağlamda merak unsurlarını ekecek bir anlatıya bürünse; tür olarak da insanlarda “Evet böyle bir şeyden mi bahsediyor? Bu olabilir mi?” diye bir yer açsa, soru soran, sorgulatan bir yapı kursa…Belki etkileşimli sinema da bunun bir yolu olabilir.

U.P.: Çok güzel oldu, çok teşekkürler. Vallahi eksik olmayın. Şimdi aslında söyleşinin sonuna geldik yine, zaman böyle uçup gitti ve gerçekten yine çok akıcı bir söyleşi oldu, eksik olmayın. Biz bunları bitirmeyiz böyle; ara ara, belki sizin de vaktiniz oldukça yeni katmanlarla devam edebiliriz. 

Bölümün sonunda dinleyicilere küçük bir önerimiz olsa… Mesela Before the Flood filmini izleyip doğa ve sorumluluk üzerine kendi notlarını hazırlasalar. Tabii yapmak isteyenler için, belki paylaşmaları için de bir yol olur. Ne dersiniz? Son sözü size bıraksam.

Ö.T.K.: Çok teşekkür ederim. Biz de güzel bir ödev vermiş oluruz; filmin verdiği ödevler gibi, bu sorumlulukları paylaşmak adına, anlaşılabilirliği artırmak adına belki dönüp tekrar izlenmesi için bir olanak sunmuş oluruz, bir hatırlatma yapmış oluruz.

Bunu çok önemsiyorum; sinemanın gerçekten bir değişim yaratabileceğine inanıyorum ama tek sorumluluğunun bu olmadığını da söylüyorum. Sinemaya böyle bir gücü tamamen atfetmemeliyiz. Böyle bir sorumluluğu paylaşabileceğimiz bir noktada etkisinin olduğunu bilerek, bir ödevle belki bu sohbeti sonlandırabiliriz, güzel olur ya da en azından tekrar izlenmesine sebebiyet verebiliriz.

U.P.: Kesinlikle. Ben de katılıyorum. Çok güzel bir söyleşi oldu Özlem Hanım. İyi ki geldiniz, iyi ki vakit ayırdınız. Çok sağolun.

Ö.T.K.: Ben teşekkür ederim, çok mersi. Dinleyicilerimize de teşekkür ederim.

U.P.: Eksik olmayın. Bugün programın sonuna geldik. Antroposen sinemaya başka bir katmanla bakmaya çalıştık Özlem Hanım’la. Önceki söyleşimizi hatırlatayım: Antroposen Sohbetler’in podcast arşivinden ulaşabilirsiniz ve bu program o söyleşinin bir devamı niteliğinde oldu. Büyük ihtimalle bu söyleşilerimiz bitmez, ara ara devam ederiz.

Bugün programın sonuna geldik. Konuğum Gelişim Üniversitesi Öğretim Üyesi Özlem Tuğçe Keleş idi. Ben çok teşekkür ediyorum ve önümüzdeki haftalarda Antroposen Sohbetler’de yeni konuklarla, yeni konularla buluşmak üzere hoşçakalın diyorum.