Açık Bilinç’te bu hafta konumuz siyaset psikolojisi. Popülist liderlerin hayran taraftarlarıyla ilişkisini ve dünyadan farklı örneklerle kıyaslamalı analizini konuşuyoruz.
ABD'deki ara seçimsonrası eski başkan Donald Trump yeniden medyada baş göstermeye başladı. (Malum, Twitter hesabı da açıldı.) Bu vesileyle, bu hafta siyaset psikolojisi çerçevesinde popülist liderlerden ve taraftarları üzerinde yarattıkları çekim alanından söz edeceğiz.
Siyasal bilimler literatüründe "popülizm" birbirine karşıt, hem olumlu hem de olumsuz anlamlarda kullanılıyor. Olumlu anlamda, popülist liderler "halkçı" ve kitlelerin çıkarlarını gözeten siyasetçiler olarak niteleniyor. Biz daha ziyade popülizmin olumsuz tarafına bakacağız. Olumsuz yönüyle son dönemde yükselen bir dalga olarak "popülizm", kabaca, oy toplamak için seçmeni kutuplaştırmayı hedefleyen, "biz ve onlar" ayrımcılığı üzerinden çoğulcu değil çoğunlukçu bir çizgi izleyen siyasete verilen isim.
Bu anlamda popülist liderler arasında en başta eski ABD başkanı Donald Trump'ı saymak mümkün. Ama Hindistan'dan Macaristan'a, Brezilya'dan ülkemize kadar popülist siyaset örnekleri sürekli karşımıza çıkıyor.
Peki popülist liderler niçin bu denli rağbet görüyor? Cevabını merak ettiğim ana soru bu.
Popülizm içinde yalnızca "lider merkezli bakış" veya ülkemizde sıkça rastladığımız "tek kişi iradesi" yok. Popülist liderler, seçmenlerinin gözünde neredeyse yanlış yapmaları mümkün olmayan, ne yapsalar alkışlanacak bir "persona" yaratıyorlar.
İlkesiz, oynak, hatta bariz dönüşler içeren siyasi hamleler bile popülist liderleri zayıflatmıyor. Teflondan yapılmışlar gibi, hiç bir kusurları seçmenlerinin gözünde görünür olmuyor, üzerlerinde hiçbir pürüz barınmıyor. Siyaset psikolojisi bu durumu nasıl açıklıyor, açıklayabiliyor mu?
Öncelikle, siyaset psikolojisinin önemli bir alan olduğunu düşünüyorum. Böyle olduğunu görmek için, sosyolojinin psikolojiye, toplumsal olguların bireysel olgulara indirgenmesi gerekmiyor. Öte yandan, siyaset psikolojisi literatüründe işimize yarayacak, dünyadaki ve ülkemizdeki mevcut durumu, popülizmin yükselişini hakkıyla açıklayacak pek bir analize rastlayamadım.
Bu sebeple, bu haftaki program harika yeni fikirler ve çözümler içermiyor. Daha ziyade, popülist liderlere mutlak bir hayranlıkla bağlı seçmenlerin düşünce mekanizmalarını anlamaya yönelik bir tür akıl yürütme çabası olarak düşünün.
Burada, büyük ihtimalle insan türüne özgü "hayranlık psikolojisi"nin rol oynadığını düşünüyorum. Fakat hayranlık durumu da, gerek nesnesi (hayran olunan kişi), gerekse öznesi ( hayran olanlar) açısından pek araştırılmış ve anlaşılmış bir konu değil. Bu analizi, dünyada kimi dönemlerde medyada baskın olarak yer almış söylemler ve örnekler üzerinden sürdürmeye çalışayım:
ABD'de, özellikle Trump öncesi dönemde çok yaygın olarak kullanılan bir klişe siyasi liderlerin "halkın içinden gelen", "bizden biri" olan, ülkemiz söylemine uyarlayacak olursak "yerli ve milli" biri olması gerekliliği. Bunun olmazsa olmaz bir "gerekli koşul" olduğu hiç tartışılmadan kabul ediliyordu. Ben de doğrusu böyle düşünüyordum.
Siyasette elbette her zaman bir gerçek/görüntü ayrımı var ve etkili olan gerçekten ziyade görünenin ne şekilde tezahür ettiği ve manipülasyona açık biçimde nasıl algılandığı.
2000-2008 arası ABD başkanlığı yapmış olan G. W. Bush, ülkenin zengin Doğu yakasında büyümüş, ailesi dolayısıyla son derece ayrıcalıklı bir hayat sürmüş, hakkı olmadığı hâlde Yale, Harvard gibi üniversitelere kabul edilmiş biriydi. Ama Teksas'a yerleşmiş ve oranın aksanıyla konuşmaya başlamış olduğundan "halk adamı" olarak bilinirdi.
Bu görüntü Bush'un tartışmalı sonuçları olan ve sonunda Yüksek Mahkeme kararıyla belirlenen 2000 seçimlerinde Al Gore karşısında çok işine yaradı. Medyada sürekli Bush'un "gerçek Amerika'nın bağrından gelen" (yani, Teksaslı) ve "bizden biri" olduğu iddiası yinelendi.
Fakat Trump'a Amerikalı herhangi biri tarafından "içimizden biri" nitelemesini yakıştırmak çok zor. Çok zengin ve abartılı hayatı ve neredeyse uzaydan gelmiş gibi görünen şaşaalı tarzıyla başkan seçilen Trump'tan bu yana, "halk adamı" söylemi de sona ermiş gibi görünüyor. Yani bu çok temel "gerekli koşul" düşüncesi aslında bir yanılsama mıydı?
Öte yandan "içimizden biri" söylemi artık medyada hemen hiç yer bulmuyorsa da, Trump destekçileri onu kendileri gibi, "gerçek bir halk adamı" olarak algılıyor olabilirler mi? Bunun cevabından emin değilim ama, ilginç biçimde, öyle olduğunu söyleyenler çok.
Ben burada bir tür "kimlik siyaseti"nin öne çıktığını ve bu nedenle Trump seçmenlerinin, hayran oldukları eski başkanlarına ne olursa olsun azalmayan bir tutkuyla bağlı olmalarında bu tür bir siyasetle yönlendirilmenin rol oynadığını düşünüyorum. Karşılaştırmalı siyaset uzmanı değilim ama diğer ülkelerin popülist liderleri ve onlara hayran taraftarları arasında da çok benzer bir ilişki olması muhtemel.
Türkiye'den bir örnek vermek gerekirse,mevcut iktidarı başa getiren 2002 seçimlerinden ancak 3 ay önce, gökten inmiş gibi kurulan bir siyasi parti vardı. Bugün faaliyette olup olmadığı bile belli olmayan, milyarder iş insanı Cem Uzan'ın lideri olduğu Genç Parti. Bir tür "Türkiye'nin Trump’ı” gibi görebileceğimiz Cem Uzan'ın partisi sıfırdan başlayıp yalnızca üç ay içinde 2002 seçimlerinde yüzde 7'nin üzerinde oy topladı. Bu kayda değer bir rekor. Bir üç ayları daha olsa, belki yüzde 10 barajını geçip meclise girebileceklerdi. Cem Uzan için de "halktan biri" nitelemesini yapmak zor. Kampanyası sırasında o tür bir algı manipülasyonu denediğini de hatırlamıyorum.
O zaman Genç Parti'nin bu kadar oy almasını nasıl açıklayacağız?
Genç Parti ve Cem Uzan'ın neredeyse yüzde 10 barajını geçebilecek hâle gelmesinde ne şekilde kazanılmış ve hangi emeller için kullanılmış olursa olsun, güce olan hayranlık ve merak etkili olmuş olabilir. Ama eğer bu analiz doğruysa, buradan çıkan sonuç şu:
Popülist liderler ve seçmenleri arasındaki ilişki, tek boyutlu, tek bir nedene dayanan, yekpare bir açıklaması olan bir ilişkiden çok daha karmaşık. Bu yüzden de bence siyaset psikolojisi hem önemli, hem de zor bir konu.
Araştırmacı ve yazar Bekir Ağırdır, popülist liderler döneminin sonuna gelindiğini yazıyor ve şöyle diyor:
Neredeyse her ülkede muhalefet sağ-sol ayrımına takılmadan geniş ittifaklarla, popülizmin ve otoriterleşme eğilimlerinin önüne geçmeye çalışıyor.
Popülist liderler dönemi gerçekten sona eriyor mu? Öyleyse bile, bu dalga nasıl ortaya çıktı ve niçin bu kadar egemen oldu? Bu durumun Türkiye'deki yansımalarını nasıl değerlendirmeliyiz?
Bunlar, bence henüz yeterince çalışılmamış ve cevabını hakkıyla bilmediğimiz sorular.
Son bir ek: Popülist siyasetin yükselişinden konuşurken, muhalefetten söz etmemek olmaz. Geçen hafta Vakayiname'de Ankara Üniversitesi'nden sosyolog Dr. Cenk Saraçoğlu ile muhalefetin işlevi ve müdahale alanı hakkında konuşmuştuk.